İBRÂHÎM KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “MÜHEYYEMİYYE HİKMETİ” FASSI

images (32)_0

BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

– 5 –

 

İBRÂHÎM KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “MÜHEYYEMİYYE

HİKMETİ”NİN BEYÂNINDA OLAN FASSTIR

 

“Müheyyem yâni aşırı âşıklık” “tehyim yâni aşktan kendini kaybetme” fiil kökünden ism-i mef’ûl yâni edilgen fiildir. Ve “heyemân” âşkın aşırı olanı ma’nâsınadır. Cenab-ı İbrâhîm (a.s.)da Hak muhabbeti gâlib olduğundan, Allah uğrunda babasından ve kavminden yüz çevirdi; ve Hak yolunda oğlunu kesmeye kalkıştı; ve çok olan mâlını terk etti. Ve muhabbetinin şiddetinde Hakk’ı, nûrlu oluşlarının zuhûru dolayısıyla yıldız görünme yerlerinden taleb edip: “Eğer Rabbim bana hidâyet etmez ve doğru yolu göstermezse, şaşırmışlardan ve Hakk’ın cemâlinde hayrete düşenlerden olurum” (En’âm 6/77) dedi. Bu hâllerin hepsi heyemânın yâni aşırı âşkın gâlib gelmesindendir.

Ve sonuçta heyemânın yâni aşırı âşkın kemâli dolayısıyla kendi nefsinde fânî ve Hak’la bâkî oldu. Ve Hakk’ı gökler ve yer ve rûhlar ve cisimler görünme yerlerinde idrâk etti. Bu teheyyüm yâni aşırı âşıklık, ilk önce müheyyem yâni aşırı aşık olan yüksek rûhlarda açığa çıktı. Çünkü Hak, onlara cemâlî celâlinden tecellî etti; ve onlar Hakk’ın nûrlarında aşklarından şaşkın olup nefislerinden kayboldular. Bundan dolayı nefislerini ve Hakk’ın mâsivâsını yâni Hakk’ın dışında bir şeyi bilmediler. Ve onların hálk edilişleri üzerine hakkıyyet tecellî edici ve gâlib olduğundan onlar bu tecellîde gark ve helâk oldular. İkinci olarak nebîlerin kâmillerinden İbrâhîm (a.s.)da açığa çıktı. Çünkü Hâlîlü’r-Rahmân idi.

Ve “halîl yâni karışmış” (خليل) muhibbin yâni habîb olmuşun rûhu meyânında “tahallül” (تخلل) eden yâni karışan habîbdir. Ve “hıllet yâni karışmışlık” habîbde tahallül eden yâni karışan muhabbettir. Bundan dolayı İbrâhîm (a.s.) Hakk’ın vücûduna mütehallil (متخلل) yâni karışmış ve Hakk’ın vücûdu da onda mütehallil yâni karışmış olup heyemânın yâni aşırı aşkın şiddetinden dolayı Hakk’ın dışındakilerden yüz çevirip göklerin ve yerin Fâtır’ına yönelmiş olduğundan İbrâhîm Kelimesi “müheyyemiyye hikmeti”ne birleşik kılındı. Ve bu fassta “heyemân yâni aşırı âşk”ın hâlleri bildirildi. Ve ilâhi sübûti sıfatlar, ilk önce cenâb-ı İbrâhîm (a.s.) ile açığa çıktığından “kuddûsiyye hikmeti”nden sonra, bu “müheyyemiyye hikmeti”nin anlatılması gerekli oldu.

 

İbrâhîm Halîl (a.s.)ın “halîl” ile isimlendirilmesi; ilâhi zâtın vasıflanmış olduğu bütün sıfatlara Halîl’in zâtının dâhil oluşu ve içine alması sebebiyledir (1).

Yânî Hz. İbrâhîm (a.s.)’ın zâtı, ilâhi zâtın vücûd tavrı ile vasıflandığı eşyânın tümüne müşâhede ile girmiş ve ilâhi sıfatların hepsine toplayıcı olduğu için kendisine “Halîl” ismi verildi. Bundan dolayı, ilâhi sıfatlar ve isimler İbrâhîm (a.s) ile ve cenâb-ı İbrâhîm de, isimlerin ve sıfatların görünme yerlerinin tamâmen hakkı ile kâim ol­du. Ve bu şekilde, bütün ilâhi sıfatlar ve zâti isimler ile vasıflanmış olarak hepsine dâhil oldu. Ve zâti ilâhi muhabbet, ce­nâb-ı İbrâhîm’in bütün hakîkatlerine ve zâtına yayıldığı gibi, ibrâhîmiyye muhabbeti de, ilâhi hakîkatlere yayıldı. Bundan dolayı birinci îtibâra göre, “Halîl” olarak isimlendirilmesi “fâil” ma’nâsına ve ikinci îtibâra göre de “mef’ûl yâni fâilin fiilini kabûl eden” ma’nâsına olur.

 

 

Nitekim şâir dedi: Rûhum, bağlantısı olan vücûdumun parçalarında nasıl tahal­lül etmiş yâni karışmış ise, sen de öylece rûhun bağlantısı olan bütün âzalarımda tahallül ettin yâni karıştın. Bu sebepten dolayı Halîl’e “halîl” denildi (2).

Şair bu beyitte, “habîb yâni sevgilisi”ni rûh derecesinde görüp ona bu yön ile hitâb etmiş ve muhabbette “tahallül yâni karışma”nın kullanılması, benzetme yoluyla olmuştur. Çünkü kulun Hakk’ın bütün sıfatlarıyla vasıflanması ve onun sıfatlarının tümünü içine alması ve toplaması, birbirine karışma yoluyla olan “tahlîl” değildir. Belki “tahlîl” burada, kulun ilâhi isimler ile isimlenen ol­mak için, ilâhi sıfatların tecellîsi ile, kulun sıfatlarının mahvolması ve kulun Hakk’ın sıfatları ile kemâliyle kâim bulunmasıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Ma’nevî‘lerinin ikinci cildinde bu hâli örnek vermek sûretiyle aşağıdaki mübârek beyitlerde beyân buyururlar:

Tercüme ve izâh: “Hû” küpünün rengi Allâh’ın boyasıdır. Onun içinde bütün fiiller bir renk olur. Yânî ilâhi zâti hüviyyet mertebesinin nûru ile amellerin hepsi bir renk olur. Birisi o küpe düş­tüğü zaman, sen ona kalk desen; yânî vahdet mertebesine ulaştığında, sen ona bu hüviyyet mertebesinden ayrıl, kalk beşeriyyete çık desen, şevkinden o sana: “Küp benim, yânî vahdetin küpü ve hüviyyetin nûru benim. Sen başkasın diye bana levm etme!”der. O “Küp benim” sözü ise “Ene’l-Hak yâni ben Hakk’ım” demektir. Örneğin ateş rengine giren demir, sonuçta yine demirdir. Fakat demirin rengi, ateşin rengi tarafından mahvedilmiştir. Ateşlikten dem vurur. Velâkin, susmuş gibidir. Yânî ateş gibi olan ilâhî tecellî gelince beşeriyyet ve insâ­niyyet hükmü mahvolup yerine ilâhi sıfatlar kaim olur. O zaman o kim­se hakîkât lisânıyla “Ene’l-Hak yâni ben Hakk’ım” dâvâsına kalkar. Fakat beşeriyyetinden susmuş gibidir. Demir, kızıllıkta ma’dendeki altın gi­bi olunca onun sözü, diliyle, yânî hâl lisânı ile, “Ene’n-nâr yâni ben ateşim” olur. Ateşin renk ve tabîatından muhteşem oldu. Artık o, “Ben ateşim, ben ateşim” der. Ve yine der ki: “Ben ateşim, eğer senin şüphen ve zan­nın varsa tecrübe et, elini bana sür. Ben ateşim, eğer şüphelendin ise, bir an yüzünü benim yüzüme koy!” Âdem, Hudâ-yı Zü’l-Celâl’den nûr aldığı zaman, Hakk’ın güzîdesi olmasından dolayı, meleklerin secde ettiği oldu.

Şimdi hakîkatte “hıllet”in ma’nâsı, İbrâhîm (a.s.)ın ilâhi sûret ile zâhir olmasıdır. Bundan dolayı Hak, İbrâhîm (a.s.)’ın işiteni ve göreni ve söyleyeni ve diğer kuvvetleri olup cenâb-ı İbrâhîm (a.s), Hak’la işitir, Hak’la görür ve Hak’la söyler. Bu muhabbete “kurb-i nevâfil yâni nâfilelerle yaklaşma” der­ler. Çünkü kul sıfatları, kulun zâtı üzerinde ziyâdedir. Bundan dolayı kulun Hak’ta sıfâtıyla fenâsı, hubb-i nevâfil yâni nâfilelerle muhabbettir, yânî zâiddir. Böyle olun­ca İbrâhîm (a.s), sanki ilâhi hazretlere ve ilâhi sıfatlara dâhil oldu, tahallül etti yâni karıştı. Onun nefsi, sıfâtı ile Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah Teâlâ da ona kendi sıfâtını giydirip ilâhi sûret ile zâhir oldu.

 

Nasıl ki renk, renkli bir şeyde mütehallil olur yâni karışır ve açığa çıkar. Şimdi araz, cevherinin bulunduğu mahalde bulunur. O tahallül yâni karışma, mekân ve mekân sâhibi gibi değildir (3).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) cenâb-ı Halîl’in ilâhi sıfatlar arasına tahallü­lünü yâni karışmasını beyân için örnek verme yoluyla şu şekilde hakîkati izâh buyururlar ki:

Halîl (a.s.)’ın ilâhi zât ve sıfatlarda mütehallil yâni karışmış olarak zâtının ilâhi zâtta gizli ve sıfâtının fânî olması sûretiyle Hakk’ın sıfâtıy­la vasıflanmış olması, rengin, renkli şeyin bütün parçalarında yayılmak sûretiyle tahallül etmesi yâni karışması gibidir. Bu sûrette arazdan ibâret olan renk, cevheri olan renkli şeyin mahallinde vâkî olur. Aralarındaki ayrı­lık kalkar.

Bu tahallül yâni karışma, bir mekân sâhibinin mekâna dâhil oluşu gibi değildir. Örneğin dövülmüş kireç tozu yeşil boya ile karıştırılıp doyurulsa, ye­şil renk onun bütün zerrelerine işler. Boya araz ve toz cevherdir. Ve o tozun bir zerresinin içi ve dışı renkten hâriç kalmaz. Bu sûrette araz, cevherin her parçasına yayılır. Ve renk ile tozu ayırmak mümkün olmaz. Yânî bu renktir, şu da tozdur diye duyular ile göster­mek mümkün olmaz. Bu öyle bir yayılmadır ki, bir mekân sâhibinin mekâna dâhil oluşuna aslâ benzemez. Çünkü mekân sâhibi ile mekânı ayrı ayrı göstermek mümkündür. Ve bir zarflanan şeyin zarfa dâhil oluşu gibi de değildir. Ve hulûl yâni girme de değildir. Kısaca Halîl (a.s.)ın Hakk’ın sıfâtı arasında tahallülü yâni karışması, mekân sâhibinin mekâna ve zarflanan şeyin zarfa dâhil oluşu ve hulûl yâni girme türünden değildir. Belki arazın, cevherin bütün parçalarına yayılması gibidir.

İdrâk edilebilir örnek ile anlaşılabilir olacağından, cenâb-ı Şeyh bu tahallülü yâni karışmayı anlatmak için, “renk” ile “renkli şey” örneğini vermiştir. Çünkü şehâdet ve cisimler âleminde olan her şey, gayb ve rûhlar âleminde olan şeyin delîlidir.

Ve sûret ma’nâ için konulmuştur. Meselâ, bu kitabın üzerine mürekkeple yazılan kelimelerin sûretleri, muhterem okuyuculara ma’nâları anlatmak içindir. Eğer bu yazılar olmasa, onların işâret ettiği idrâk edilebilir ma’nâlar, ne şekilde hissettirilecek idi? İşte, bu âlemde mevcût olan sûretlerin hepsi, birer kelime olup her biri bir ma’nâ için konulmuştur.

 

Yâhut Halîl’e “halîl” ismi verilmesi, İbrâhîm’in sûretinin vücû­duna Hakk’ın tahallülünden yâni karışmasından dolayıdır. Ve anlatılan iki hü­kümden her birisi geçerlidir. Çünkü her bir hüküm için bir mertebe ve makâm husûle gelir ki, o hüküm o mertebede zâhir olur; onun dışına çıkmaz (4).

İbrâhîm (a.s.)’ın sûretinin vücûduna Hakk’ın dâhil oluşu ve yayılması, Hakk’ın sıfat ve İbrâhîm sûreti ile vasıflanmasıdır. Şeyh (r.a.) şahısların sû­retlerine “Hak” dememek için, ibârede “İbrâhîm’in sûretine Hakk’­ın tahallülünden yâni karışmasından dolayıdır” demeyip “İbrâhîm’in sûretinin vücûduna Hakk’ın tahallülünden yâni karışmasından dolayıdır” buyurdu. Bundan dolayı Hak, kendi vü­cûdu ile İbrâhîm’in sûretinin vücûdunda taayyün etmiştir.

Bu şekilde mahlûkların sıfâtından İbrâhîm’e âit olan bütün sıfatlar, Hakk’a bağlanır. Bu sûrette Hak, İbrâhîm görünme yeri ile fâil olup onun kulağı ile işitir ve onun gözü ile görür. Yânî cenâb-ı İbrâhîm Hakk’a âlet olur.

“İbrâhîm’in sûreti” demek ile “sûretinin vücûdu” demek arasındaki fark budur ki, bütün mertebelerde “vücûd” birdir; o da Hakk’ın vücûdudur. Ve her bir mertebe mutlak vücûdun tenezzüllerinden meydana çıkmıştır. Ve bütün taayyünlerin vücûdu bir olduğu halde, bir dîğerinden muhtelif sûretler ile ayrılmıştır. Bundan dolayı sû­retler bir değildir. Bir sûret diğerine benzemez. Böyle olunca, şahısların sûretlerine “Hak” denilmesi câiz değildir. Fakat vücûd bir olduğu için, “sûretin vücûduna” “Hak” denilebilir. Onun için Şeyh (r.a.) “İb­râhîm’in sûretinin vücûduna Hakk’ın tahallülü yâni karışması” tarzında ha­kîkatı beyân buyurmuştur.

Halîl’in “halîl” olarak isimlendirilmesinde iki hüküm var idi ki: Birisi, yukarıda beyân olunduğu üzere, ilâhi zâtın vasıflanmış olduğu bütün sıfatlara Halîl zâtının tahallülü yâni karışması; ve diğeri de, burada beyân olunduğu üze­re, “İbrâhîm’in sûretinin vücûduna” Hakk’ın tahallülü yâni karışması idi. İşte bu iki hüküm geçerlidir. Çünkü bu iki hükmün her birisi için bir mertebe ve makâm husûle gelir. Ve o hükümler, o mertebelerde açığa çıkıp kendi makâmlarının hâricine çıkmazlar. Ayrıntısı budur ki:

İlk mertebe: Bir çap ile yatay olarak ortadan yarı yarıya bölünmüş bir dâire farz edilsin. Bunun üst kısmı “hazret-i ulûhiyyet” mertebesidir; mutla­k vücûdun zorunlu oluş mertebesidir. Bütün ilâhi isimler ve sıfatlar, bu mertebede taayyün etmiş ve bir aradadır. Ve bu mertebede cenâb-ı ulû­hiyyet sonradan olanların sıfatlarından münezzehdir. İşte İbrâhîm (a.s.)’ın ilâhi sıfatlara tahallülü yâni karışması ve dâhil oluşu, bu hazret-i ulûhiyyet mertebesindedir. Bundan dolayı beşeri sıfatlardan fânî olarak ve nâfilelerle yaklaşma ile Hakk’a yaklaşarak ilâhi sıfatlar ile vasıflanmış olan insan, bu vü­cûd dâiresinin üst yarısına yükselir. Ve buradaki ilâhi isimlerin ve sıfatların toplanma yerine dâhil olur. Ve onda ilâhi sıfatların hükümleri açığa çıkar. Çünkü bu mertebe hakkani sıfatlar mertebesidir. Ve İbrâhîm (a.s.)ın ilâhi sıfatlar ile vasıflanmasının hükmü bu mertebeden dışarı çıkmaz.

İkinci mertebe: Vücûd dâiresinin alt kısmı “imkân dâiresinde olanlar mertebesi”dir. Bu mertebe hálk ediliş ve sonradan oluş sıfatlarının taayyün mertebesidir. Bundan dolayı Hak taayyün ve zuhûr sebebiyle, imkân dâhilinde olanlar âleminden ibâret olan bu alt kısma nüzûl ettiğinde yâni indiğinde, hálk edilmişlik sıfatlarıyla açığa çıktı. Ve bu imkân dâhilinde olanlar âleminde taayyün elbisesine bürünmüş olan şahsın vücûdunda taayyün etmiş olan Hak olduğundan, kendisinden hálk edilmişlik sıfatları çıkar. Hakk’ın “ezâ verme”, “hile”, “alay etme”, “hasta­lık”, “açlık” ve “susuzluk” gibi hálk edilmişlik sıfatları ile açığa çıkışı Kur’ân ve Hadîs’te sâbittir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:

“yu’zûnallâhe” yâni “Allah’a eziyet edenler”(Ah­zâb, 33/57) ve

“mekarallâhu” yâni “Allah da onlara hile yaptı” (Âl-i İmrân, 3/54) ve

“Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder” (Ba­kara,2/15) ve

“sehirallâhu minhum“ yâni “Allah da onları maskara etti” (Tevbe, 9/79) ve

“İnnallâheşterâ minel mu’minîne” yâni “Muhakkak Allah mü’minlerden satın aldı” (Tevbe, 9/111) ve

“akradûllâhe kardan hasenen” yâni “Allah’a güzel borç verenler” (Hadîd, 57/18) ve

“men yuşâkıkıllâhe” yâni “kim Allah’a karşı gelirse” (Enfâl 8/13) ve

“İnnallâhe lâ yestahyî” yâni “Muhakkak Allah çekinmez” (Bakara,2/26)

Ve Hâdîs’te gelir: “mazartu fe lem tu’dini” yâni “Hasta oldum, ziyâretimi gelmedin” vb.gibi.

Bundan dolayı bu mertebenin icâbı yönü ile bu gibi noksan sıfatlar Hakk’a bağlanır. Lâkin bu hüküm bu mertebeden dışarı çıkmaz. Zîrâ cenâb-ı ulûhiyyet sonradan olanların sıfatlarından münezzehdir.

İşte İbrâhîm (a.s.)ın sûretinin vücûduna Hakk’ın tahallülü yâni karışması ve onun sûreti ile açığa çıkması ve İbrâhîm’e âit hálk ediliş sıfatları ile vasıflanması, anlatılan îzâhlar üzere, Hakk’ın, cenâb-ı İbrâhîm (a.s)ın vücûdunda taayyü­nü dolayısıyladır. Beyt:

Tercüme: “Mutlak vücûdun her mertebede bir hükmü vardır. Eğer bu mertebelerdeki hükümlere riâyet etmez isen zındıksın.”

 

 Sen Hakk’ı görmez misin ki, sonradan olanların sıfatları ile açığa çıkar? Ve kendi nefsinden onunla haber verdi. Ve noksan sıfatlar ile ve kötülenmiş sıfatlar ile açığa çıkar. Sen mahlûku görmez misin ki, başından sonuna kadar Hakk’ın sıfatları ile açığa çıkar? Ve Hakk’ın sıfatlarının hepsi, mahlûk için sâbittir. Nitekim, sonradan olanların sıfatları Hak için sâbittir (5).

Yânî sen İbrâhîm (a.s.)’ın sûretinin vücûdunda Hakk’ın tahallülü­ne yâni karışmasına şaşırırsan, Hakk’ın bu dünya yaşantısında sonradan olanların sıfatları ile açığa çıktığını görmüyor musun? Ve Hak Teâlâ kendi nefsinden sonradan olanların sıfatları ile açığa çıkışı:

“Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder” (Ba­kara,2/15) ve

“sehirallâhu minhum“ yâni “Allah da onları maskara etti” (Tevbe, 9/79) ve

“mekarallâhu” yâni “Allah da onlara hile yaptı” (Âl-i İmrân, 3/54) ve benzeri âyetlerde haber verdi. Ve “alay etme” ve “maskaralık” ve “hile” sonradan olanların sıfatlarından olduğu halde, Hak Teâlâ bunları kendine izâfe buyur­du. Ve bu gibi noksan ve kötülenmiş sıfatlar ile açığa çıktı. Ve sen mahlûkun başından sonuna kadar Hakk’ın sıfatları ile açığa çıktığını görmüyor musun?

Şimdi ilâhi sıfatlar ile açığa çıkan mahlûk “insan-ı kâmil”­dir. Ve “Allah Âdemi kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfinde beyân buyrulan “Âdem”den maksat dahi “insan-ı kâmil”dir. Ve “Hakk’ın sûreti” de ilâhi isimler ve sıfatların hepsinin sûretidir. Ve ilâhi sıfatlardan bir sıfat, o insan-ı kâmilin küllî ihâtasından hâriç değildir. Belki ilâhi sıfatlar, onun ile kâim ve hükümleri onunla zâhirdir. Bundan dolayı ilâhi sıfatların hepsi insan-ı kâmil olan mahlûk için sâbit­tir. Yânî kâbiliyyet kapasitesi ve küllî istîdâdı dolayısıyla ilâhi sıfatlar ile açığa çıkmak, o insan-ı kâmilin hakkıdır. Çünkü mahlûkun hakîkati, kendisinin “ayn-ı sâbite”sidir. Ayn-ı sâbite ise, ilâhî ilmin sûretidir.Ve Hakk’In ilmi ise, Hakk’ın gayrı değildir ve gayrıdan kazanılmış olan ilim değildir. Çünkü ilim, Hakk’ın sıfatıdır. Ve sıfatı, zâtı ile kadîmdir. Ve mahlûkun vücûdu ise, Yâkûb Fass’ının şerhin­de beyân olunduğu üzere, îtibârî iştir. Bundan dolayı hakîkati dolayısıyla ilâhi sıfatlar mahlûk için sâbittir. Ve nitekim bunun karşılığı olarak sonradan olanların sıfatları da Hak için sâbittir. Çünkü sonradan olanların sıfatları “külle yevmin hüve fî şe’nin” yâni “O her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, Hakk’ın işleridir. Ve sonradan olanların sıfatlarının hakîka­ti Hak’tır. Çünkü hálk edilmişlere âit görünme yerlerinde taayyün ve zuhûr onundur. Ve sirâyet etmiş olan hüviyetti îtibârıyla her şeyde hâzırdır; her görünme yerinde tecellî edicidir. Ve bütün görünme yerlerinden bakıcı olan odur. Şimdi sonradan olanların vücûdu, kendilerinde açığa çıkmış olan Hakk’ın vücûdu olunca, bu sonradan olanların sıfatları da tabî ki Hakk’ın sıfâtı olur.

 

Hak Teâlâ “el-hamdu lillâh” (Fâtiha, 1/1) buyurdu. Bundan dolayı her hamd edenden ve hamd edilenden senânın âkıbetleri Hakk’a dönücü oldu. Ve işlerin hepsi Hâkk’a döner. Şimdi bu dönüş hükmü kötülenmiş ve övülmüş olan şeye genel oldu. Oysa vücûdda kötülenmişten veyâ övülmüşten başka bir şey yoktur (6).

Yânî Hak Teâlâ “Hamd’ın hepsi Allâh’a mahsûstur” buyurdu. Oysa hamdda üç yön vardır:

Birincisi: Hak’tan hálka olan hamddır ki, bunun delîli “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebîyyi” yâni “Muhakkak ki Allah ve melekleri Nebî’ye salat ederler” (Ahzâb, 33/56) ve “Huvellezî yusallî aleykum” yâni “O ki sizin üzerinize salât eder” (Ahzâb, 33/43) ve benzeri Kur’ân âyetleridir. Bu sûrette Hak hamd eden ve hálk hamd edilen olur.

İkincisi: Halktan Hakk’a olan hamddır ki, bunun da delîli “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” yâni “Bir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin” (İsrâ, 17/44) ve “Ve terel melâikete hâffîne min havlil arşı yusebbihûne bi hamdi rabbihim” yâni “Ve görürsün ki, arşın etrafında onu kuşatan melekler, Rab’lerini hamd ile tesbih ederler” (Zümer, 39/75) ve benzeri âyet-i kerîmelerdir. Bu şekilde de Hak hamd edilen ve hálk hamd eden olur. Şimdi “Hamid yâni hamd eden” ve “Mahmûd yâni hamd edilen” Allah olduğuna göre, bu iki yönde, hamdın Allah için olduğu açıktır.

Üçüncüsü: Halktan hálka olan hamddır. Bu sûrette “hâmid yâni hamd eden” ve “mahmûd yâni hamd edilen” hálk olur. Bu tür hamdın Allah için olmasının yönü budur ki, Hak taayyün yönüyle hâmidin yâni hamd edenin sûretinde açığa çıkmıştır ve hamd ile kendi kemâlini açığa çıkarır.

Ve her mahmûd olan yâni hamd edilen hálkın sıfatı olan senâ dahi, mahmûd yâni hamd edilen sûretinde kemâl ile tecellî edici olan Hakk’­ın aynıdır ki, mahmûd yâni ham edilen o kemâl sebebiyle hamde hak kazanmış olur.

Bundan dolayı hamd, Hakk’ın kemâlâtından bir kemâlin sıfatıdır ki, Hakk’ın hakîkatinden çıkar. Şu halde mahmûdun yâni hamd edilenin görünme yerinden açığa çıkan kemâle karşı, hâmidin yâni hamd edenin görünme yerinden çıkan hamd dahi Hakk’a dönük olur. Bunun için Şeyh (r.a) “Her bir hâmid yâni hamd eden ve mahmûddan yâni hamd edilenden senânın âkıbeti Hakk’a dönücü oldu” buyurdu. Çünkü her bir mevcûdda açığa çıkan kemâlât ile hakîkatte hamd olunan Hak’­tır. Ve çünkü Hak, o görünme yerinde taayyün etmiştir ve onun “ayn”ıdır. Ve aynı sebepten dolayı hâmid yâni hamd eden de hakîkâtte Hak’tır. Bundan dolayı bütün senâ ve hamdların âkıbeti Hakk’a dönük olmuş olur.

Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a) hamdların hepsini Hakk’a döndürüp bu tahsîsten övülmüş olmayan işler hâriçte kalmış oldu. Oysa işlerin hepsinin kaynağı Hak’tır. Bundan dolayı işin Hakk’a dönüşü hükmünü genelleştirip işin hepsi yânî övülmüşü ve kötülenmişi, Hakk’a döner bu­yurdu. Çünkü vücûd içinde mevcûd olan eşyâ, ya övülmüş veyâhut kötülenmiş olur. Bu iki halden başka üçüncü bir şey olması ihtimâli yoktur.

Her bir işin Hakk’a dönüş şekli:

Birinci şekil: Bu şekil, yukarıda anlatılmış idi. Burada biraz daha îzâh olunur. Bu kesîf âlem, “mutlak vücûd”un mertebe mertebe tenezzüllerinden açığa çıkmış ve kadîm olan “latîfin latîfi mertebesine” göre, ona “hálkedilenler âlemi” ve “sonradan olanlar âlemi” denilmiştir. Bundan dolayı bu sonradan olanlar âleminde, kesîf taayyün elbisesine bürünüp açığa çıkmış olan ancak Hakk’ın vücûdudur. Bu mertebede, her mahlûkun fiilleri ve sıfatları tabî ki Hakk’a izâfe olunur. Çünkü hepsi Hakk’ın vücûdunun işlerinden ibârettir. Ve mahlûk dediğimiz şeyin bağımsız vücûdu yoktur ki, ona bir şey izâfe edelim. Bundan dolayı mahlûktan çıkan bütün fiiller ve sıfatlar Hakk’a dönücü olur.

İkinci şekil: Her mahlûkun fiilleri ve sıfatları, mahall dolayısıyla izâfe yolu üzere, Hakk’ın vücûdundan kazanılmıştır. Eğer “mukaddes feyz” bir an kesilse, mahlûkun fiilleri ve sıfatları zâhir ol­maz olur. Bundan dolayı o fiiller ve sıfatlar Hakk’a dönücü olmuş olur.

Üçüncü şekil: Mahlûkların vücûdu, kendi nefsinde olmayıp, isimlerin tecellîleri ve ilâhi taayyünler ile mevcûddur. En büyük kıyâmet olan zâtî tecellînin gerçekleşmesinde, gerek vücûd bulmuş olan ayn’larda açığa çıkan ilâhi isimlerin taayyünleri ve gerek ilk taayyünde ve ilim mertebesinde taayyün etmiş olan ilâhi isim ve sıfatlar ve bağıntılar ve izâfetler ve zâti işler “küllü şey’in hâlikun illâ vecheh” yâni “O’nun vechi dışında herşey helâk olucudur” (Kasas, 28/88) âyet-i celîlesi hükmünce, bütün taayyünlerin kaynağı olan ilâhi zâta döner. Ve bu şekilde işin hepsi Hakk’a dönmüş olur.

Soru: İşin hepsi, yânî övülmüşü ve kötülenmişi, Hakk’a döner denildi. Oysa kötülenmiş işlerin Hakk’a dönücülüğünden akıl ürküyor.

Cevap: Kötülenmiş şeyler, aklın veyâ şerîatın veyahut örfün belirlediği îtibari bir iştir. Ve bu îtibâr bağıntısal taayyün ile kâimdir. Eğer bu bağıntısal taayyüne îtibar edilmezse, kötülenmiş şeyler hakîkatleri dolayısıyla beğenilmiş ve övülmüş şeylere dönüşür. Meselâ şehvet, nefsin vücûduna yayılmış olan ilâhî zâti muhabbetin gölgesi olduğundan övülmüştür. Çünkü bu şehvet sâyesinde insan türü devamlılık bulur. Ve cemâli tecellîlerden bir tür kemâlin lezzeti oluşur. Fakat bu şehvet, zinâ şeklinde olunca, aile ortamının ve karı-koca ilişkisinin sona ermesine ve düzenin bozulmasına ve fitnelerin oluşmasına sebep olduğundan kötülenmiş olur. Ve zinânın kötülenmişliği için gösterilen sebepler ise yokluksal işlerdir ve hálk ediliş taayyünlerine mensûbdur ve imkân dâhilinde olanların sıfatlarına dönüktür. Eğer taayyünlerimiz kalksa, bu nisbetler de kalkar. Bundan dolayı bütün kötülenmişlerin Hakk’a dönüşü, onların bâzı izâfi yokluksal işler ile kötülenmiş olmaları îtibârıyla değil, belki kötülenmiş şeyler sûretinde zâhir olan hâkîkatleri îtibârıyladır. Çünkü kötülenmiş gibi görünen şey, diğer bir bakış açısıyla övülmüştür. Ancak bâzı ârızalar sebebiyle kötü sûrette açığa çıkmıştır ve diğer kötülenmiş şeyler de böyle­dir. Örneğin dışkı kötülenmiştir; ondan temizlenmek lâzımdır. Fakat bu temizlik insânî taayyüne göredir; yoksa domuza veyâ dışkı içinde gelişim bulan hayvânlara göre değildir. Belki dışkı, onların taayyünlerine göre, nefîs ve temiz bir gıdâdır.

 

Bilesin ki, bir şey bir şeye tahallül etmez yâni karışmaz, ancak o şeyde mahmûl yânî yüklenik olduğu halde karıştı. Şimdi etken şey olan “mütehallil” yâni “karışan”, edilgen şey  olan “mütehallel” yâni “karışılan” ile örtülüdür. Bundan dolayı edilgen şey zâhir ve etken şey bâtın ve örtülüdür. Ve mütehallil yâni karışan yüne nüfûz eden su gibi, mü­tehallel yâni karışılan için gıdâdır. Şimdi yün, su ile daha fazla olur ve geniş­ler (7).

Yânî bir şey, bir şeye nüfûz edince, nüfûz edilen şey, nüfûz eden şeyi hâsıl olur. Ve nüfûz eden şey, nüfûz edilen şeyin yüklenmişi olur. Bundan dolayı nüfûz eden şey nüfûz edilen şeyle örtülmüştür. Ve nüfûz edilen şey zâhir ve nüfûz eden şey ise bâtın ve örtülüdür. Ve dâhil olan bir şey, yüne giren su gibi, dâhil olunan için gıdâdır. Su, yüne nüfûz edince yün şişer ve genişler. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) su ile yünü anlatmak istediği şeyi izâh etmek için örnek olarak veriyor. Yoksa bu örnekte ikilik vardır. Oysa, Hak ile kul arasında ikilik olmâz.

Şimdi İbrâhîm (a.s), bütün ilâhi hazretlere mütehallil yâni karışan olmak­la, hazret-i ilâhiyye’de yüklenik ve onlar ile örtülü olur. Ve bu sû­rette de isimler ve sıfatlar ile, Hak için gıdâ olur. Ve bunun tersi olarak eğer Hakk’ın vücûdu, İbrâhîm sûretine mütehallil yâni karışan olursa, onunla örtülü olur. Ve bu şekilde de Hak, İbrâhîm’in duyuşu ve görüşü ve diğer kuvvetleri olur.

Sonuç olarak zâhir üzerine gelen feyz, bâtından olduğundan ve bâ­tının kıvâmı ve vücûdu da zâhirden bulunduğundan; bâtın zâhirin ve zâhir de bâtının gıdâsı olur. Bundan dolayı kul, mütehallil yâni karışan ve batın olduğu zaman, Hak mütehallel yâni karışılan ve zâhir olup kul onun kuvvet ve gıdâsı olur. Ve eğer Hak mütehallil yâni karışan ve bâtın olacak olursa, kul mütehallel yâni karışılan ve zâhir olup, kulun kuvvet ve gıdâsı olur.

 

Şimdi eğer Hak zâhir olacak olursa, hálk onda örtülü ve bâtındır. Bundan dolayı hálk, Hakk’ın bütün isimleri, duyuşu ve bakışı ve bütün bağıntıları ve idrâkleri olur. Ve eğer hálk zâhir olacak olursa, Hak hálkta örtülü ve bâtın olur. Bundan dolayı Hak hálkın kulağı, gözü, eli, ayağı ve bütün kuvvetleri olur. Nitekim hadîste ulaştı (8).

Hak zâhir ve hálk bâtın ve örtülü olmak sûretiyle olan yakınlığa “farzlar ile yaklaşma” derler. Çünkü vücûdun aslı Hak’tır. Ve bu vücûd zorunlu ve farzdır. Ve bu yakınlığın sâhibi ilâhî mahbûbtur. Onun sülûkü cezbeden sonradır; bakâsı fenâsından öncedir. Hak Zâhir ismi ile tecellî etmiş olduğundan, zâtı ve sıfatları fânî olup, tecellî edici olan Hakk’­ın idrâkine âlettir. Bu şekilde kul, Hakk’ın duyuşu ve görüşü ve diğer kuvvetleri olur. Nitekim Hak Teâla “ve mâ remeyte iz remeyte“ yâni “attığın zaman sen atmadın” (Enfâl, 8/17) ve (s.a.v.) da “innallahe kâle alâ lisânen abdihi, semiallahu limen hamide” yâni “Allah Teâla kulunun lisânı üzere; Allah hamd edenin hamdını işitir” buyurdu.

Ve hálk zâhir ve Hak bâtın ve örtülü olmak sûretiyle olan yakınlığa da, “nâfilelerle yaklaşma” derler. Çünkü “nâfile” hálkın vücûdudur. Ve bu vücûd ise ikinci derecedir ve asıl üzerine ilâvedir. Ve bu yakınlığın sâhibi ilâhî muhibbdir. Sülûkü, cezbeden öncedir; fenâsı bakâsından öncedir. Sıfatları fânî ve zâtı bâkîdir. Hak, ona Bâtın ismi ile tecel­lî etmiş olduğundan, onun idrâkinin âleti olmuştur. Bundan dolayı “farzlarla yaklaşma” mertebesi, “nâfilelerle yaklaşma” mertebesinden daha mü­kemmel ve dahâ geniştir.

Cenâb-ı Şeyh’in metinde beyân buyurduğu hadîsten kasıt Kulum Bana nâfilelerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ve konuşan dili olurum” hadîs-i kudsîsidir. Şimdi, Cenâb-ı Halîl (a.s)’ın bu iki yakınlaşma ile yakınlaşması mümkündür. “Nâfilelerle yaklaşmanın” sülûkunun başlarında ve “farzlarla yaklaşmanın” ise, sülûkunun ortalarında ve sonlarında olması uygundur.

 

 

Daha sonra eğer ilâhi zât bu bağıntılardan arınık olsaydı, ilâh ol­mazdı. Oysa bu bağıntıları, bizim aynlarımız ortaya koydu. Bundan dolayı biz ilâh ediniciliğimiz ile ilâhı ilâh kıldık (9).

Yânî ilâhî zât ulûhiyyet yâni ilâh oluş, rubûbiyyet yâni Rabb oluş, hâlikıyyet yâni hálkedicilik, râzikıyyet yâni râzı oluculuk, Mûsâvviriyyet yâni tasavvur edicilik gibi bağıntılardan arınık olsaydı, ilâh olmaz idi. Çünkü, ulûhiyyet ilâhı olanla ve rubûbiyyet de rabbi olanla tahakkuk eder. İşte bu bağıntıları bizim hálkedilen aynlarımız ortaya koydu. Ve rabbi oluşumuz rubûbiyyeti ve ilâhı oluşumuz da ilâhın “ilâh” olarak isimlendirilmesini gerektirdi. Şimdi bu bağıntılar ulûhiy­yet mertebesinde taayyün etmiş olan icâd edici zâta âittir. Yoksa “mutlak zât” bu gibi bağıntı ve izâfelerden ve isim ve resimden ve sıfattan ve bir şeyle üzerine hükmedilen olmaktan ganîdir. Ve bu zâtının mutlaklığı dolayısıyla âlemînden ganîdir. Bundan dolayı icâd edici zât bu bağıntılardan ten­zih olunmaz. Fakat “mutlak zât” tenzîh olunur. Sonuç olarak zât, ilâhiyye ve hálkıyye bağıntılarından arınık olsaydı mutlaka zât olur ve “ilâh” is­miyle isimlendirilmez idi. Oysa açığa çıkma ve açığa çıkarma için ve zâtın celâ kemâli yâni kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyünün kemâli ve isticlâ kemâli yâni isimleri ve sıfatlarının açığa çıkışıyla bilmesinden ibâret olan taayyünün kemâli için ulûhiyyet mertebesinin mevcûdiyeti lâzımdır:

Örnek: İnsan kavramı, mutlak olarak zihnimizde canlandığı zaman, onun bağıntıları olan mi’mârlık, ressâmlık, hattâtlık ve diğerleri gibi sıfat­ları, bu kavramın dışında kalır. Çünkü o kavram bu mutlaklık mertebesinde bunlardan ganîdir. Bu bağıntılar kendisine izâfe edilmemiş ol­sa da yine insan kavramı, mutlak oluşu ile berâber mevcûttur. İnsanın insan olması için mutlaka mi’mâr; ressâm ve hattât olmasına ih­tiyâç yoktur. Fakat onun icâd ediciliği söz konusu olunca, kendisine bir takım bağıntıların izâfesi lâzım gelir. Ve mi’mâr bir binâ inşâ etmedikçe ve ressâm bir tablo çizmedikçe, kimse onlara mi’mâr ve ressâm demez. Bundan dolayı mi’mârı mi’mâr ve ressâmı da ressâm kılan binâ ve tablodur. Ve bunların açığa çıkma ve çıkarılmaları ve kendilerinin kendilerini kendileriyle bilmelerinin ve kendilerini isimler ve sıfatlarıyla bilmelerinin kemâli yâni celâ ve isticlâ kemâli için eserlerinin mevcûdiyeti lâzımdır. Farz edelim, bi­nânın dili olup da: “Beni inşâ eden mi’mârı mi’mâr kılan benim îmar edilişimdir” dese, doğru söylemiş olur.

Şimdi bu örnek, idrâk edilebiliri algılanabilir kılmak için verildi. Yoksa benzetmede, benzetme ile kendisine benzetilen şey arasında tamâmen uygunluk olmadığı herkesçe bilinir. Nitekim, şehâdi yânî görünen aynlar ile gaybî yânî görünmeyen aynların, Hakk’ın vücûdu dışında kendilerine âit bağımsız bir vücûtları yoktur. Bundan dolayı “Biz ilâh ediniciliğimiz ile îlâhı, îlâh kıldık” sözü, bi­nânın mi’mâra söylediği söze benzemez. Çünkü binânın vücûdu, mi’mârın vücûdundan hâriç ve bağımsızdır. Bizim vücûdumuz ise, Hakk’ın vücûdundan hâriç değildir. Ve Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdu Ya’­kûb Fassı’nın şerhinde îzâh olunmuştur. Bundan dolayı “kılınmışlık” ve “kılıcılık” bir vücûdun bağıntıları arasındadır.

 

Şimdi biz ârif olmayınca ilâh da ârif olmaz. Onun için Resûlullah (s.a.v.): “Bir kimse nefsine ârif olsa, muhakkak Rab­bine ârif olur” buyurdu. Oysa o, Allâh’ı bilen hálkın en âlimidir. Bâzı filozoflar ve Ebâ Hâmid: “Allah âleme bakılmaksızın bilinir” diye iddiâ ettiler. Bu ise hatâdır. Evet, Zât’­ın kadîm ve ezelî olduğu bilinir. Lâkin ilâhı olan bilinmeyin­ce, zâtın ilâh olduğu bilinmez. Şu halde ilâhı olan ilâha de­lîldir (10).

Yânî biz ki ilâhı olanız, bilinmesek ilâh da bilinmez. Nitekim rubûbiyyet rabbi olanla mevcût olduğu ve Rab rabbi olan ile bilindiği için, (s.a.v) Efendimiz Rabb’i bilmeyi, rabbi olan nefsin bilmesine bağladı. Bununla berâber Ebû Alî Sînâ ile ona tâbî olan filozoflar ve Ebû Hâmid İmâm Muhammed Gazzâlî (rahımehüm’ullah) “Âleme bakmaksızın Allâh’ı bilmek mümkündür” diye iddiâ ettilerse de, bu dâvâlarında hatâ ettiler. Çünkü ulûhiyyet yönüyle Allâh’ı bil­mek, âleme bakmaya bağlıdır. Ve ilâhi âyetler âfâk yâni dışta ve en­füste yânî içte zâhirdir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehul hakk” (Fussılet, 41/53) buyrulur. Yüksek ma’nâsı: “Biz onlara âyetlerimizi âfâk ve enfüste gösteririz; tâ ki Hak onlara zâhir ola.” Ve aynı şekilde hadîs-i kudsîde buyruldu: Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en unefe fe halektel hálka li uref” yüksek ma’nâsı “Ben gizli bir hazîne idim. Bi­linmeme muhabbet ettim; hálkı bilinmem için hálk ettim”. İşte bu âyet ve hadîs, Hakk’ın âleme bakışla bilineceğinin şâhididir.

Evet, mutlak zâtın âleme bakmaksızın, kadîm ve ezelî ve âlemlerden ganî olduğu icmâl yolu üzere bilinir. Fakat ilâhı olan, ilâhın delîli ol­duğundan, o bilinmeyince Zât’ın ilâh olduğu bilinmez. Bundan dolayı, Allâh’ın ulûhiyyetini bilmek, âleme bakmaya bağlıdır. Çünkü, ulûhiyyet mertebesi, ne kadar ilâhi isimler ve rabbâni sıfatlar varsa hepsini toplamıştır. İsimler ve sıfatlar ise, görünme yerleri olmayınca taayyün ve tahakkuk etmez. Fakat Hakk’ın zâti vücûdu aslâ bir şeye bağlı değildir. Çünkü zâtiyyeti yönünden isimlerden ve on­ların görünme yerleri olan âlemlerden ganîdir.

 

 

 

 

Bundan sonra, ikinci halde, sana açılım verir ki: Tahkî­k üzere Hakk’ın nefsi, kendi nefsine ve ulûhiyyetine delîl ol­du. Ve tahkîk üzere âlem, onların a’yân-ı sâbitesinin sûretinde Hakk’ın tecellîsinden başka değildir. Şöyle ki, o a’ynların vü­cûdu o tecellî olmaksızın olmaz (11).

Yânî ilâhı ilâhı olan ile bildikten sonra ikinci hâl olan “cem”‘ makâmında; aynın sana açılım verir ve bu açılım ile, Hakk’ın nefsinin kendi nefsine ve ulûhiyyetine delîl olduğunu ve âlem denilen şeyin ancak o âlem fertlerinin a’yân-ı sâbiteleri sûretlerinde Hakk’ın tecel­lîsinden başka bir şey olmadığını ve o aynların vücûdunun da o tecellî olmaksızın mümkün olmadığını bilirsin.

Şimdi ilâhı olanın hakîkatine bakıldığı zaman, onun zih­nî vücûdu ilk önce ayn-ı sâbitesinde “akdes nefes” ile, zâtın tecellîsiyle; ve ikinci olarak aynî vücûdunun da isimler ve sıfatların tecellîsiyle olduğu gö­rülür. Bu şekilde a’yân-ı sâbiteye bakarak, Hakk’ın nefsi, yânî ilâhı olanın ayn-ı sâbitesinde zâti tecellî ile tecellîsi, kendi zâtına delîl olur. Ve varlıkların aynlarına bakarak, ilâhı olanın aynasında, o ilâhı olan dolayısıyla kayıtlanarak açığa çıkan Hakk’ın nefsi mutlak olan kendi zâ­tına ve nefsine ve toplayıcı mertebe olan ulûhiyyetine delîl olur.

 

Ve tahkîk üzere Hak, bu aynların hakîkatleri ve halleri dolayısıyla türlü türlü ve sûretlenmiş olur. Bu açılım da, Hakk’ın bizim ilâhımız olduğuna ilim oluşmasından sonradır (12).

Yânî sana hâsıl olan açılım, aynların hakîkatleri ve halleri îcâbına göre türlü türlü görünenin ve sûrete girenin Hak olduğunu bildirir. İşte bu açılım da biz, kendi nefsimizi ilâhı olan ve rabbi olan ve Hakk’ı ilâh ve Rab bildikten sonra bizlerde oluşur.

Aynların hakîkatleri ve halleri dolayısıyla Hakk’ın türlü türlü ve sûretlenmiş olması bu yön iledir ki, ilk taayyün mertebesinde, Hakk’ın kendi zâtına “akdes nefes” ile olan tecellîsiyle, Hakk’ın ilminde eşyânın sûretleri peydâ olur. Fakat bu sûretlere imkân âleminde, yâni bu şehâdet âleminde, birer kesîf taayyün elbisesi giydirmek lâzımdır. Oysa Hakk’ın vücûdundan başka hiçbir şey mevcût değildir ki, bu türlü türlü kesîf sûretler öyle bir maddeden tasvîr olunsun. Bundan dolayı Hak, ilmindeki sûretlere vücût feyzi vermek için, letâfet­ mertebesinden, mertebe mertebe, kesâfet mertebesine tenezzül etti. Ve bu kesâfet âleminde,o ilâhî ilimde olan muhtelif ve türlü türlü sû­retler, kendi hakîkatleri ve halleri îcâbına göre, yine Hakk’ın vücû­dundan birer taayyün elbisesi giydi. Ve şu halde türlü türlü görünen ve muhtelif sûretlere bürünen Hak oldu. Ve ilâhî ilimdeki a’yân-ı sâbite yine yokluğu üzerine kaldı. İşte “Allah var idi, O’nunla berâber bir şey yok idi; şu an dahi öyledir.” Ve “A’yân vücût kokusunu duymadı” dediklerinin ma’nâsı budur. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu, bu âlemde kendi ilmi sûretlerine ayna oldu. Ve aynanın kendi, nasıl ki gizli ve içindeki görülen sûretler zâhir ise, Hakk’ın vücûdu da öylece gizli ve bu görülen ilmi sûretler zâhir oldu.

 

Ondan sonra diğer açılım gelir ki, bizim sûretlerimizi Hak’­ta sana gösterir. Ve Hak’ta bâzımız bâzımıza zâhir olur. Ve bâzımız bâzımızı ârif olur. Ve bâzımız bâzımızdan ayrılmış olur (13).

Yânî önceki açılımdan sonra, “fenâdan sonra bakâ” ve “cem’den sonra fark” makâmı olan diğer bir açılım daha gelir. Bu açılım ayna mesâbesinde olan Hakk’ın vücûdunda bizim sûretlerimizi sana gösterir. Ve ahadiyyet mertebesinde birlik üzere iken, bir dîğerimiz­den ayrıldığımızdan bâzımız bâzımıza zâhir olur. Ve yokluk bilinmezliği içinde bir diğerimizi bilmez iken, bâzımız bâzımızı hakkanî vücût ile ârif olur. Ve her sûretin zâti özellikleri bulun­duğundan, bâzımız bâzımızdan ayrılmış olur. Beyt:

Zuhûr ve birbirinden ayrılma, en başta ilk taayyün mertebesinde husûle gel­miştir. Çünkü bu mertebede Hakk’ın zâtının yine kendi zâtına olan ilk tecellîsiyle aynların ilmi sûretleri peydâ oldu. Ve her bir sûret, zâti özellikleriyle birbirinden ayrıldılar. Bunların araların­da zâtî ve sıfâtî olan birtakım münâsebet gereğince teârüf yâni bilmeklik ve münâsebetin olmayışı dolayısıyla da tenâkür yâni bilmemezlik olur. Bundan dolayı Hz. Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in “Rûhlar sıralanmış asker toplulukları gibidir. Onlardan teârüfü olanlar yâni birbirlerini bilenler uyuşurlar, tenâkürü olanlar yâni bilemeyenler ise uyuşamazlar.” hadîs-i şerîfinde beyân buyrulan rûhlar âlemindeki teârüf yâni bilmeklik ve tenâkür yâni bilmemezlik, ilim mertebesindeki bilmeklik ve bilmemezlik sonucu ol­duğu gibi, bu içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesindeki bilmeklik ve bilmemezlik dahi rûhlar âlemindeki bilmeklik ve bilmemezliğin netîcesidir. Nite­kim Hz. Mevlânâ (r.a) efendimiz buyururlar:

Tercüme:

Cânımızda var idi evvelce

Bir bilmeklik ki, tanıştık burada,

Bugünün ülfeti mâzîdendir,

Sen unuttun onu lâkin arada.

 

 

Bizden bâzımız, bize muhakkak bu mârifetin yânî bilmenin, aynlarımızın vermesi sebebiyle, Hak’ta olmuş olduğunu bilir. Ve bizden bâzımız, bu mârifetin, zâti özelliklerimizin vermesi sebe­biyle, bize ilâhî ilim mertebesinde olmuş olduğunu bilmez. Ben câhillerden olmamdan Allâh’a sığınırım (14).

Yânî ikinci açılımda, Hakk’ın vücût aynasında, taayyün elbisesine bü­rünerek açığa çıkan bizim imkâni sûretlerimizden bâzımız, dünyâ dediğimiz his âleminde, yukarıda bahsedilen mârifetin yâni bilmenin bize bizim aynlarımızın vermesi sebebiyle, Hak’ta olduğunu bilir. Örneğin aynanın yüzeyinde belirmiş olan bir sûretin hâriçte vücûdu yoktur. Fakat sûret sahîbinin aynada görülen sûreti onun hâriçte olan kendisine has sûreti dolayısıyladır.

İlk açılımda ise, Hakk’ın vücûdu, varlıksal aynlar aynalarında, o aynların hallerine göre açığa çıkmaktadır. Yânî her birerlerimizin vücûdu birer varlıksal ayn ve birer ayna mesâbesindedir. Bizim aynalarımızda Hakk’ın vücûdu bizim hallerimizin gereğine göre açığa çıkar. Ve her birerlerimizin hakîkatleri olan a’yân-ı sâbitemiz de, Hakk’ın vücûdunda, Hakk’ın dolayısıyla değil, ancak kendilerinin zâ­ti özellikleri ve kendilerine has istîdâdlarıyla açığa çıkar.

Bizden bâzıları­mız, ilmi sûretlerden ibâret olan bu a’yân-ı sâbite âlemindeki teârüfü yâni bilmekliği bilmez. Onların bu cehâletleri, ya ilâhî ilimdeki ayn-ı sâbitelerinin bu mârifete yâni bilmeye istîdâdları olmamasındandır veyâhut insan sûreti­ne gelinceye kadar, her geçtiği varlıksal mertebenin rengine boya­narak, tabîat örtülerinin ve cismâni vasıfların altında zebûn kalmalarından ve bu sebeple fenâ işlere düşmelerindendir. İlmi mertebeyi bilmediklerinden, Hakk’ın vücûdunda a’yân-ı sâbiteyi müşâhede edemezler. Onlar ancak hálk edilmişlerin çokluğunu, yânî dağları, deryâları, ağaçları, ayları, güneşleri, yıldızları, hayvânların çeşitlerini, elektrikleri, trenleri, topları, tüfekleri ve her tür­lü bilimsel buluşları ayrı bağımsız bir vücût zannederler. Bu sayılan varlıksal eşyâdan başka gördükleri bir şey yoktur. Ne bun­larda Hakk’ı ve ne de bunların Hakk’ın vücûdu içinde olduğunu mü­şâhede edemezler. Hak Teâlâ bunlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hum anil âhıreti hum gâfilûn“ yânî “Onlar, dünya hayatının zahirini bilirler. Ve onlar, ahiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) buyurur. İşte bunlar, Hak’­tan perdeli ve Hakk’ın kapısından uzaklaştırılmış olan Celâl ehlidir. Hz. Şeyh (r.a.) bu halden Hakk’a sığınır.

Velâkin bizden bâzılarımız, ilk açılım hâlinde, a’yân-ı sâbitede Hakk’ı müşâhede ederler. Bunlar Celâl’den Cemâl ile ve hálktan Hak ile örtülmüş olan Cemâl ehlidir. Ve zâtî mutlaklıkta bakâ bulan müheyyemlerin yâni aşırı aşıkların en büyükleridir. Cemâl’in Celâl’i onları müheyyem yâni aşırı aşık etmiş, aşkın en ileri derecesine düşürmüştür.

 

Yine bizden bâzılarımız, ikinci açılım hâlinde, a’yân-ı sâbitede Hakk’ın vücûdunu müşâhede etmekle berâber, Hakk’ın vücûdunda da a’yân-ı sâbitenin sûretlerini görürler. Bundan dolayı bu celîl yâni daha yüksek grup Cemâl’den’ Celâl ile ve Celâl’den de Cemâl ile ve Hak’tan hálk ile ve hálktan da Hak ile örtülü olmayan kemâl ehlidir. Bunlar hak­kında Hak Teâlâ:

“Ricâlun lâ tulhîhim ticâratun ve lâ bey’un an zikrillâhi” yâni “O erler ki ne ticâret ne alış-veriş onları Allah zikrinden alıkoymaz” (Nûr, 24/37) buyurur.

 

 

Ve iki açılım ile berâber Hak bizim üzerimize, ancak bizim ile hükmeder. Hayır, belki biz, bizim üzerimize bizim ile hükmederiz; velâkin Hak’ta hükmederiz (15).

Yânî iki açılım ile, Hak bizim aynlarımız üzerine, dünyâda ve âhiret­te, saâdet ve şekâvet, tâlihsizlik ve tâlihli oluş, noksan ve kemâl ile, an­cak ayn-ı sâbitemizin zâti özelliklerinin gereklerine ve onun verdiği hükme göre hükmeder.

Bu iki açılımdan ilk açılımın verdiği bilme, a’yân aynalarında Hakk’ın muhtelif sûretler ile açığa çıkmasının ve tecellîsinin, a’yân-ı sâbitemizin zâti özellikleri ve yapılmamış istîdâdlar dolayısıyla olmasıdır.

Ve ikinci açılımın verdiği bilme de Hakk’ın vücût aynasında a’yân-ı sâbite sûretlerinin, açığa çıkmasının onların gerekleri dolayısıyla olmasıdır.

Bu iki açılımın birden ver­diği bilme bu olur ki: Hak ezelen bizim a’yân-ı sâbitemiz üzerine ve ebeden de vücûd aynlarımız üzerine, ancak istîdâdımızla kendisinden taleb ettiğimiz veyâ onun üzerine önceden hükmettiğimiz şeyle hükmeder. Ve bu sûrette aynlarımız üzerine biz hükmetmiş oluruz. Velâkin bizim, bizim üzerimize, bizimle olan bu hükmümüz Hakk’ın vücûdunda olduğumuz halde olur. Çünkü biz, Hakk’ın zâti işleri ve ilmi bağıntılarının sûretleriyiz. Ve bu hüküm kader sırrına dayanır.

 

 

 

 

 

 

 

Bunun için Allah Teâlâ “fe lillâhil huccetul bâligatu“ (En’âm, 6/149) buyur­du. Yânî “Perdeli olanların üzerine Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbittir” dedi. Ne zaman ki perdeli olanlar, arzûlarına uygun olmayan şeyden dolayı, Hakk’a: “Niçin bize böyle böyle yap­tın?” derler. Şimdi Hak, onlar için sâkı açar. Ve “sâk”, ârif olanların burada açtığı iştir. Bundan dolayı perdeli olanlar, Hakk’ın onlara iddiâ ettikleri şeyi etmediğini ve ettiği şeyin onlardan olduğunu görürler. Çünkü Hak onları, ancak ilmi mertebede sâbit oldukları şey üzeri­ne bildi. Böyle olunca perdeli olanların delîlleri bâtıl ve hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl Allah için sâbittir (16).

Yânî Celâl ehli, dünyâda kendilerinden çıkmış olan fiillere karşılılık, kendilerine hoş gelmeyen karşılık ile azarlandıkları zaman Hakk’a; “Niçin bize böyle azâb ediyorsun? Bizden çıkmış olan fiiller, ancak senin ezelde takdîr ettiğin şeydir. Şimdi bu takdîr edilen fiillerimizden dolayı bizi azarlayıp azâb etmek zulümdür” derler. Hak Teâlâ da onlara “sâk”ı, yânî a’yân-ı sâbitelerinin yapılmamış olan istîdâdlarını açar. Ve bu halde Hakk’ın onlara iddiâ ettik­leri yön ile zulüm etmediğini ve belki ezelî istîdâdlarının icâbınca ne istemiş iseler onları verdiğini ve işledikleri fiillerin kendilerin­den olduğunu görürler. Ve “ve mâ zalemehumullâhu ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn” yâni “Ve Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendi nefslerine zulmediyorlardı” (Nahl, 16/33) âyeti kerîmesini tasdîk eden hâl ortaya çıkar. Çünkü Hak’tan onların üze­rine geçerli olan ve gerçekleşen fiil, onların gerekleri dolayısıyladır; yoksa cebren değildir. Ve Hak isti’dâdları dolayısıyla her şeye vücût feyzi buyurur. Ve onların istek ve talebi üzerine hüküm uygular ve fiil açığa çıkarır. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn“ yâni “O yaptıklarından mes’ul olmaz, onlar ise mes’uldürler” (Enbiyâ, 21/23) âyet-i ke­rîmesi icâbınca Hakk’a, “Niçin onların isteklerini yerine getirdin?” diye soru sorulmaz. Çünkü Feyyâz yâni “Feyz verici” elde aslâ cimrilik yoktur; kim ne isterse onu verir. Bu husûsta ancak tâlepte bulunanlar mes’ûldür. Ve “sâk”ın açılması, yânî a’yân-ı sâbitenin istîdâdını öğrenmek, perde ve Celâl ehli için âhiret yurduna mahsûstur. Fakat âhiret oluşumu üzerine olan mârifet ehli, dünyâ yurdunda da “sâk”ı açıp işi müşâhede eder­ler.

Şimdi bu “sâk”ın açılması anında perde ehlinin: “Bizim fiilimiz Hakk’­ın takdîri iledir” diyerek ortaya koydukları delîl, Hak Teâlâ Hazretlerinin: “Benim takdîrim kudretime ve kudretim irâdeme ve irâdem ilmime ve ilmim de sizin yapılmamış olan bilinen istîdâdlarınıza tâbîdir” diyerek ortaya koyduğu delîl ile çürütülür. Ve delîl Hak için sâbit olur.

 

 

 

Şimdi eğer sen diyecek olur isen ki: “Şu halde Hakk’ın “fe lev şâe le hedâkum ecmaîn” yâni “Eğer O dileseydi, elbette hepinize hidâyet ederdi” (En’âm, 6/149) sözünün ne faydası var­dır?” Biz deriz ki: “lev” yânî “eğer” olumsuzluk harfidir, olumsuzluk içindir. Bundan dolayı Hakk’ın irâdesi, iş ne üzerine ise o şey üze­rine oldu (17).

Yânî sen soru sorarak diyecek olursan ki: Yukarıda bahsedildiği üzere bizim üzerimize hâkim olan mâdem ki bizim aynlarımızdır; Hak ise, ancak aynlarımızın icâbına göre vücût feyzi veriyor, şu halde Hakk’ın: “Eğer Hakk dilese idi, hepinize hidâyet ederdi” (En’âm, 6/149) kavlinde ne fayda vardır? Çünkü bu sözden hidâyetin ancak Hakk’In dilemesi ile olduğu anlaşılmaktadır.

Biz cevâben deriz ki: “lev şâe” yânî “eğer dileseydi”deki “lev” yânî “eğer” olumsuzluk harfidir. Bir şe­yin olumsuzluğunu icâb ettiren diğer şeyin olumsuzluğu için konuldu. Ve âyet-i kerîmenin yüksek ma’nâsı “Eğer küllün hidâyetini dileseydi, hidâyet eder idi. Velâkin, hidâyet için küllün istîdâdının olmadığına ilminden dolayı hepsine hidâyet etmedi” şeklindedir. Bundan dolayı yânî küllün hidâyetinin olumsuz oluşundan dolayı, olumsuzluk şartı olan “lev” dilemeye dâhil oldu.

 

Velâkin aklın delîli hükmünde, imkân dâhilinde olanın “ayn”ı, bir şeyi ve onun zıddını kabûl edicidir. Ve idrâk edilebilir olan iki hükümden hangisi gerçekleşirse; o hüküm sâbitliği hâlinde onun üzeri­ne bulunduğu iştir. Ve “le hedâkum” yânî “hidâyet ederdi” kelimesinin ma’nâsı “li yubeyyine lekum” yâni “size beyân ederdi”dir. Velâkin, âlemden her imkân dâhilinde olanın, kendi nefsinde işin, ne şey üzerine sâbit olduğunu idrâk etmesi için, Allah Teâlâ basîret aynını açmadı. Bundan dolayı onların bâzısı âlim ve bâzısı câhildir (18).

Yânî akıl, kendinde hakîkati, bulunduğu hâl üzere idrâkten perdeli ve âciz olduğundan, getirdiği delîl ile, imkân dâhilinde olanın ayn-ı sâbitesinin hidâyete ve onun zıddı olan dalâlete kâbiliyeti olduğuna hükmeder. Aklın bu hükmü, a’mâ olan kimsenin hükmüne benzer. Mese­lâ bir a’mânın yanında bir kimse ses çıkarmadan dursa, o a’mânın bu kimse hakkındaki hükmü ikidir. O der ki: “Bu kimse Zeyd’dir veyâ Zeyd’in dışında biridir.” Eğer gözü görse idi, hakîkat bir olduğundan “Bu Zeyd’dir” diye hükmedecek ve bu hükmü birden ibâret olacak idi. Ve a’mânın bu hükümleri imkân dolayısıyla doğru olsa bile işin aslında yalnız birisi hakîkattir. İşte imkân dâhilinde olanın ayn’ı da bunun gibi­dir. Hakîkati, müşâhede sâhibi olan kimse bilir. Bu bahsi biraz da­ha îzâh edelim:

Biliyoruz ki, a’yân-ı sâbite ilâhî ilimde sâbit olan ilâhi isimlerin sûretleri ve görünme yerleridir. İlâhi isimler ve sıfatlar ise, kâdim olan zât ile mevcût ve onun aynıdır. Bu sûrette a’yân-ı sâbite hakîkat yönünden zâtın aynı olur. Zât ise bâkî, ezelî ve ebedîdir. Ve ona fenâ ve yokluk ârız olmadığı gibi yapma ve îcâd dahi ârız olmaz. Bundan dolayı a’yân-ı sâbitenin istîdâdları ilâhi isimlerin icâbları olduğundan yapılmış değildir. Halbuki Hak Teâlâ hazretleri kâbiliyetleri, ancak istîdâdlarına göre îcâd etti. Ve vücûtta, ancak aynlarının verdikleri şey oldu. A’yân-ı sâbite ise, ancak zâtlarının icâbını verdi. Ve zât, bir şeyi ve onun zıddını gerektirmez. Me­selâ Hadî isminin sûreti ve görünme yeri, hidâyette olma ayn’ıdır; dalâlette olma ayn’ı ola­maz. Çünkü Hâdî isminin icâbı hidâyettir. Onun zıddı olan dalâleti gerektirmez. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz Hâdî isminin en mükemmel görünme yeri olduklarından “Be­ni gören, beni görmüştür. Çünkü, şeytan benim sûretim ile sûretlenemez” buyu­rurlar. Çünkü şeytan, Mudill isminin en mükemmel görünem yeri olduğundan, bu ismin zıddı olan Hâdî ismini kabûl edici değildir.

Bununla berâber aklın de­lîli hükmederken,”imkân dâhilinde olan”, bir şeyi ve onun zıddını kabûl eder, der. Bu, onun imkân ile vasıflanmasından dolayıdır. Çünkü imkân, varlık ve yokluk taraflarının eşitliğini icâb ettiricidir. Nitekim a’mâ, yanında hareket eden bir mahlûka “Ya hayvan veyâ insandır” diye iki hü­küm verir. Bu iki hükümden hangisi gerçekleşirse, o hüküm hakîka­te uygundur.

Ve “le hedâkum” yânî “hidâyet ederdi” “li yubeyyine lekum” yâni “size beyân ederdi” ma’nâsınadır. Yânî: Eğer Allâh dilese idi, işin ilâhî ilimde sâbitliği hâlinde, ne şey üzerine sâbit olduğunu Hak hepinize beyân eder idi, demek olur.

 

Şimdi, Hak dilemedi, onların hepsine hidâyet etmedi ve di­lemez de; “in yeşâ” yânî “eğer dilerse” sözü de böyledir. Hiç diler mi? Bu ol­maz şeydir (19).

Yânî Hak onların hepsine hidâyet etmeyi ezelde dilemedi ve ebed­de de dilemez. “İn yeşa’ yuzhibkum ve ye’ti bi hálkın cedîd” yâni “Eğer dilerse sizi giderir ve yeni hálk getirir“ (İbrâhîm 14/19) âyet-i kerîmesindeki “in yeşâ” yânî “eğer dilerse” sözü de “lev şâe”yânî “eğer dileseydi” gibidir. “İn” “lev” ma’nâ­sınadır. Geçmiş zaman kipi olan “şâe” yâni “diledi” kelimesindeki “lev” şart harfi olumsuzluk için olduğu gibi, gelecek zaman kipi olan “yeşâ” yâni “dilerse” kelimesindeki “in” şart harfi de olumsuzluk içindir.

Yânî ezelde ilâhî ilimde sâbit oldukların­da, giderilmesine kâbiliyyetleri olmadığından, gelecek zaman olan ebed­de de giderilmelerine dilemenin isâbet etmesi olumsuz oldu, demek olur.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) reddetmeyi içine alıcı olan dikkat çekme sorusuyla “Hiç diler mi?” buyururlar. Yânî ezelde hepsinin aynları hidâyeti taleb et­mediği halde, hiç onların hidâyetine ebedde ilâhi dileme isâbet eder mi? Elbette etmez. Çünkü, bu olmayacak bir şeydir ve olumsuzdur demektir.

 

Böyle olunca, Hakk’ın dilemesi ahadiyyet üzere isâbet eder. O da ilme yânî bilmeye tâbî olan bir bağıntıdır. Ve ilim de ma’lûma yânî bilinene tâbî olan bir bağıntıdır. Oysa ma’lûm yâni bilinen sensin ve senin hallerindir. Bundan dolayı ilim için ma’lûmda eser yoktur. Belki ma’lûm için âlimde yânî bilende eser vardır. Şu halde, ma’lûm kendi nefsinden, aynında sâbit olduğu şeyi Hakk’a verir (20).

Yânî zâti dilemenin, ilâhi ma’lumların hepsine isâbet etmesi ve bağıntısı ahadiyyet üzere ve bir seviyededir. Nitekim Hak Te­âlâ buyurur: “Ve mâ emrunâ illâ vâhıdetun ke lemhın bil basar” yânî “Ve Bizim emrimiz, tek bir emirden başka bir şey değildir, gözün bir anlık bakışı gibidir.“ (Kamer, 54/50). Fakat her bir ma’lûm, zâtının istîdâdınâ göre, o tek bir dileme olan zâtî tecellîden kendisine mahsûs olan hissesini ve nasîbini alır. Ve her ma’lûmun istîdâdı muhtelif olduğundan, bir olan isâbet ediş dahi türlü türlü ­olur. Meselâ güneşin ışıkları ahadiyyet üzere isâbet eder. Fakat pencerelerinin camı yeşil, kırmızı, mavî, sarı, mor renkte olan bir hâneye tecellî ettiği zaman, hânenin içine giren ışıklar türlü türlü olur. Bu türlü türlü oluş ise camların birbirinden farklı olan istîdâdlarından kaynaklanır. Yok­sa güneş, her mahalle bir seviyede bir renkte tecellî edicidir.

“Meşiyyet yâni dileme” dediğimiz şey “ilm”e ve ilim de “ma’lûm”a tâbi’ olan birer bağıntıdır. Çünkü ma’lûm olmayan bir şeye irâde ve dilemenin isâbet etmesi mümkün olmadığı gibi, ortada da bilinen bir şey olmadıkça bilmek durumu da oluşmaz. Daha açıkçası, bir şeyi istemek onu bilmeğe bağlıdır. Çünkü bilinmeyen bir şeyi dilemek müm­kün olmaz. Ve bir şeyi bilmek için de ma’lûmun yâni bilinenin belirli bir sûretinin mevcût olması lâzımdır. İşte ma’lûm sensin ve senin ayn-ı sâbi­tenin halleridir. Ve ayn-ı sâbite bir dîğerinin zıddı olan iki şeyden birisinin vücûdunu icâb ettirir. Yânî hidâyet ve dalâletten birisini icâb ettiricidir. Bundan dolayı dileme de, o bir olan hükme isâbet eder. Bu sûrette, a’yân-ı sâbiteden her birisi, Hakk’a ne hüküm vermiş ise kendisi o hüküm ile Hakk’ın ma’lûmu yâni bilineni olur.

İşte bu sebep­ten dolayı ilmin “ma’lûm” üzerine bir te’sîri yoktur; belki “ma’lûm”un âlim üzerine te’sîri vardır. Çünkü ma’lûm, hâl dili ile âlime: “Ben şu hâl üzerine sâbitim. Sen beni bu sâbit olduğum hâl üzerine bil!” der. Ve nefsinden, aynında sâbit olduğu şeyi Hakk’a verir.

 

 

Ve ilâhî hitâb, muhâtablar ne şey üzerine uygun oldularsa, ancak o şey dolayısıyla ve aklî bakış açısının verdiği şey dolayısıyla ulaştı. İlâhî hitâb, açılımın verdiği şey üze­rine ulaşmadı. İşte bundan dolayı mü’minler çok ve keşf yâni açılım sâhibi olan ârifler az oldu (21).

Yânî insânların geneli çok akıllılardan ve fikrî bakış sâhiplerinden olduklarından “fe lev şâe le hedâkum ecmaîn” yâni “Eğer O dileseydi, elbette hepinize hidâyet ederdi” (En’âm, 6/149) ve “Ve lev şâe rabbuke le âmene men fîl ardı küllühum cemîân“ yânî “Ve eğer Rabb’in dileseydi yeryüzünde olanların hepsi elbette îmân ederlerdi” (Yûnus, 10/99) ve benzeri olan ilâhî hitâp onların hallerine, yânî akıllarının icâbına göre ulaştı; keşfin yâni açılımın îcâblarına göre ulaşmadı. Çünkü, aklî bakış sâhiplerinin istîdâdları buna yetişmez. Ve kader sırrına vâkıf, keşf yâni açılım sâhiplerinden olan ârifler ise azdır. Ve mârifet tavrı, aklî idrâk tavrının üstündedir. Ve mârifet tavrı ise, işlerin hakîkatleri olduğu yön üzere, keşiftir.

 

Ve bizden ancak ma’lum yânî bilinen makâmı olmayan bir kim­se yoktur. Ve bilinen makâm, sâbitliğinde onunla oldu­ğun ve vücûdunda onunla açığa çıktığın şeydir (22).

Yânî, bizim taayyün etmiş olan vücûtlarımızdan hiçbir vücût yoktur ki, onun bir bilinen makâmı bulunmasın. Ve ister âriflerden ol­sun, ister diğer kişilerden olsun, hiç birisi bu bilinen makâmını geçerek onun dışına çıkamaz. Çünkü bilinen makâm, senin ilâhî ilimde sâbitliğin hâlinde giyinmiş olduğun şeydir ki, sen bu hâricî vücûdunda dahi o şeyle açığa çıktın. Bundan dolayı bir kimse­nin ilâhî ilimde makâmı, her şeye akıl vâsıtasıyla vâkıf olmayı gerektirse, hâricî vücûtta, yânî bu dünyâda dahi o makâmının, yânî akıl âletinin zebûnudur. Bu zümre her şeyi kendi akıllarıyla kıyâs ederler ve akıllarına uygun gelmeyen şeyi reddederler. Halbuki akıl, hakîkatleri idrâkten âcizdir. Felsefeciler ile zâhir ehli olan âlimlerin halleri meydandadır. Hattâ İmâm-ı Fahreddîn Râzî (rahmetullâ­hi aleyh) gibi âlimlerin büyüklerinden olan bir zât bile, aklın zebûnu olup kalmıştır. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a). efendimiz Mesnevî-i Şe­rîf’lerinde buyururlar:

Tercüme: “Eğer akıl bu bahiste yol görücü olaydı, Fahreddîn Râzî, dînin sırrını bilici olurdu.”

Bu böyle olduğu gibi, bir kimsenin ilâhî ilimde makâmı, keşif yâni açılım ile kader sırrına vâkıf olmayı gerektirse, hâricî vücûdu olan bu dünyâ­da dahi, o sûretle açığa çıkar ve cehâletin sürüklemesiyle Allâh’a îtirâz etmez.

Sonuç olarak ilâhî ilimde olan sâbitlik üzere hâricî vücûtta açığa çıkmak, ilâhî dileme iledir. Ve dileme ise, ancak ilâhî ilimde olan sâbitlik üzerine isâbet eder. Ve ilâhî ilimde olan a’yân-ı sâbitenin özellikleri muhtelif olduğundan, dilemenin isâbeti de muhtelif olur. İşte bu sebepten dolayı ilâhî dileme hepsinin hidâyetine isâbet etmedi. Çünkü, kişilerden her bir kişi, bir bilinen makâm sâhibidir, oradan çıkamaz. Bundan dolayı hidâyete istîdâdı olmayan şahsın hi­dâyetine, ilâhî dileme isâbet etmez.

Şimdi, vücût mârifetinde, meşrebler ve zevkler bu bilinen makâm gereğince muhtelif olup bâzısı, Hak için vücût isbât ederek, hálkı ­Hak’ta müşâhede ettiği ve bâzısı hálk için vücût isbât edip Hakk’ı hálkta gördüğü ve bâzısı da bir vech ile Hakk’ı ve bir vech ile hálkı isbât eylediği yönle cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu muhtelif zevkleri, şart kipi kullanarak aşağıdaki cümlelerde beyân buyururlar:

 

Bu, senin için vücût olduğu sâbit olursa böyledir. Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîk ile vücût Hak içindir, senin için değildir; bundan dolayı hüküm, Hakk’ın vücûdunda şüphesiz senin için sâbittir. Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîk ile sen mevcûtsun; o halde hüküm hiç şüphesiz senin içindir. Ve eğer hâkim Hak olacak olursa, bu halde Hak için se­nin üzerine vücût feyzi vermekten başkası yoktur. Ve senin üzeri­ne olan hüküm, senin için sâbittir (23).

Yânî bu makâm, Hak’la berâber senin için vücût sâbit olursa, oluşur. Yânî senin yok hükmünde olan ayn-ı sâbitenin aynasında, Hakk’ın vücûdu bu ayn-ı sâbitenin gereğine göre taayyün edip, o ilmi sûret hâricî vücûtta, yânî şehâdet âleminde, açığa çıktığı zaman, senin için vücût sâbit olursa, bu makâm sana bağlanır. Ve eğer ayrıntısı daha önce geçen ilk keşfin verdiği mârifet üzere, a’yân-ı sâbite aynalarında taayyün etmiş bulunan ve bu taayyün icâbına göre hissî vücûtta açığa çıkan Hakk’ın vücûdunun, taayyün eden için olduğu sâbit olursa, hiç şüphesiz Hakk’ın vücûdunda hüküm senin için oluşur. Çünkü senin ayn-ı sâbiten zâti özellikleriyle, kendisinde açığa çıkmış olan Hakk’a bir hüküm verdi. Hak da o hü­küm ile onda açığa çıktı. Vâhidin yâni birin vücûdu zât yönünden vâhiddir yâni birdir; onda birden fazla oluş yoktur. Ve aynı şekilde tecellî de zâttan başlangıçta vahdet yâni birlik üzere açığa çıkar. Fakat a’yân aynalarında farklılık ve çeşitlilik, Hakk’ın vücûdunda birden fazla oluş ve çokluk açığa çıkarır. Bu şekilde vücût Hakk’ın, hüküm ise aynlarındır. Aynlar ise çekirdeğin içindeki ağaç gibi yok hükmündedir.

Ve eğer yine ayrıntısı daha önce geçen ikinci keşfin verdiği mârifet üzere, Hakk’ın vücûdu a’yân aynalarında, bu aynların icâblarına göre açığa çıkıp bunlar bir dîğerinden farklı olduğu zaman, senin aynın üzerine, feyz verilmiş olan vücût nûru ile senin mevcût olduğun ve mutlak vücûdun senin aynında kayıtlı olduğuna îtibâr edilirse, hiç şüphesiz hüküm, senin için oluşur. Çünkü sen, sana özel hüküm ile senin aynın üzerine hükmetmesini, istîdâdın dolayısıyla Hak üzerine hükmedersin.

Ve eğer sana vücût vermesi dolayısıyla, senin üzerine hâkim Hak olacak olursa, Hakk’ın hükmü, senin üzerine ancak vücût feyzi vermekten ibâret etmiş olur. Ve senin aynın üzerine hüküm, yine senin tarafından olur. Çünkü senin ayn-ı sâbitenin sana özel isti’dâdı, Hakk’a ne hüküm vermiş ise, Hakk bu ayn-ı sâbiten üzerine ancak o hüküm ile hükmeder.

 

Şimdi sen ancak nefsine hamd et ve ancak nefsini kötüle! (24).

Yânî senin ayn-ı sâbiten saâdet ve kemâli icâb edip Hakk’a, hâl lisânı ile “Benim üzerime saâdet ve kemâl ile hükmet!” diye hükmetmiş ve bundan dolayı hâricî vücûtta, yânî bu dünyada, o ezelî hükmün eseri, sende saâdet ve kemâl sûretinde açığa çıkmış ise, bundan dolayı ancak nefsine hamd et; çünkü hüküm senindir. Ve eğer ayn-ı sâbiten şekâveti ve noksanı icâb edip Hakk’a bu hükmü verdiği için, bu âlemde de sen şekâvet ve noksan üzerine isen, bundan dolayı da kendi nefsini kötüle; çünkü hüküm, yine senindir.

Hidâyet ve dalâlet ve hayır ve şer ve her şey, vücût feyzi vermesi îtibârıyle Hakk’ındır. Yoksa a’yân-ı sâbite, Hakk’a ne hüküm vermiş ve Hakk’tan ne istemiş iseler, o açığa çıktığı için bunların hepsi aynlardandır. Bundan dolayı eğer zulûm olursa hálktandır, Hak’tan değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve mâ zalemnâhum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn” yânî “Biz, onlara zulmetmedik. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı.” (Nahl, 16/118)

 

Ve Hak için, vücût feyzi vermenin hamdinden başka bir şey bâki kalmaz. Çünkü bu O’nun içindir, senin için değildir. Şimdi sen hükümler ile O’nun gıdâsısın ve O vücût ile senin gıdândır (25).

Aynlar yokluk üzerine olup, Hak Teâlâ onlara vücût feyzi vermiştir. Bundan dolayı sen, vücût bulduğun ve açığa çıktığın için Hakk’a hamd edersin. Çünkü vücût ve açığa çıkmada senin parmağın yoktur. Bununla berâber, aynlar hakîkatte Hakk’ın gayrı olmadığından hamdların hepsi yine Hakk’a dönük olur. Şimdi sen hüküm verdiğin, Hakk da sana vücût verdiği için, sen, hükümlerle Hakk’ın gıdâsısın. Çünkü senin ayn-ı sâbitenin hükümlerinin sûretlerine büründüğü halde açığa çıkan Hakk’ın vücûdudur. Bundan dolayı senin esâsların ile açığa çıkan Hakk’­ın vücûdu, senin ayn-ı sâbitenin sûretiyle ve onun hükümleri ile gıdâlanan olur. Ve gıdâ gıdâlananın vücûdunda gizli ve gıdâlanan zâ­hir olduğu gibi, senin ayn-ı sâbitenin hükümleri de Hakk’ın vücûdunda gizli ve Hak zâhirdir.

Ve aynı şekilde sen, Hakk’ın vücûdu ile zâhirsin. Ve Hakk’ın vücûdu ile zâhir olan ayn-ı sâbitenin sûretinde Hak, gizlidir. Bundan dolayı sen, Hakk’ın vücûdu ile gıdâlanansın. Ve sen zâhirsin; Hakk’ın vücûdu da bâtındır.

Burada “gıdâ” tâbîri, mecâz yoluyla kullanılmıştır. Çünkü gı­dâ, nasıl ki gıdâlananın devamlılığına ve olgunlaşmasına ve kemâ­lâtının açığa çıkmasına sebep olur ise, aynların hükümleri de o aynlarda açığa çıkan Hakk’ın vücûdunun olgunluk ve devamlılığına sebeptir. Ve aynı şekilde Hak dahi vücûdu ile aynların olgunluk ve devamlılığına sebeptir. Ve gıdâ gıdâlananda gizlenmiş olduğu gibi, Hak gıdâlanan gibi aynlarda zâhir ve aynlar gıdâ gibi Hak’ta gizlenmiştir. Ve aynı şekilde aynlar, Hak’tan vücût bulup gıdâlanan gibi zâhir ve Hak, gıdâ gibi onlarda gizlenmiş oldu. Bundan dolayı aynlar, Hak üzerine hükümler ile ve Hak da aynlar üzerine vücût ile hâkimdir.

 

Şimdi senin üzerine taayyün etmiş olan şey, Hak üzerine taayyün etmiş oldu. Bundan dolayı emr, Hak’tan sana ve senden Hakk’adır. Şu kadar ki sen mükellef olarak isimlenirsin. Oysa Hak sana, ancak hâlin ile ve üzerinde bulunduğun istîdâdla, bana teklîf et, dediğin şeyle teklîf etti. Ve Hak (ism-i mef’ûl yânî edilgen ortaç olarak) mükellef olarak isimlendirilmez (26).

Yânî ezelde ayn-ı sâbitenin hükmü, Hak üzerine taayyün edici ol­duğundan, Hak üzerine hükmedilen oldu, sen de hâkim oldun. Ve aynı şekilde zâhir vücûtta senin vücûdunun üzerine Hakk’ın hükmü taayyün edici olduğundan, sen üzerine hükmedilen oldun, Hak da hâkim oldu. Bu şekilde hüküm Hak’tan sana dönüktür. Çünkü senin ayn-ı sâbiten üzerine vücût feyzi vermekle Hak senin üzerine hâkimdir ve sen hüküm verilensin.

Ve yine hüküm, senden Hakk’a âittir. Çünkü ayn-ı sâbi­ten, zâti özelliklerinin icâb ettirdiği hükmü Hakk’a vermekle, sen Hak üzerine hâkimsin ve Hak üzerine hüküm verilendir. Bundan dolayı Hak ile aynlar bir yön ile hâkim yâni hüküm veren bir yön ile mahkûm yâni hüküm verilendir.

Ancak Hak ile senin aranda, üzerine hüküm verilen olmak husûsunda, şu ka­dar fark vardır ki, sana “ism-i mefûl yâni edilgen ortaç” kipiyle “mükellef” denilir ve Hakk’a denilmez. Çünkü Hak üzerine hiçbir külfet ârız olmaz.

 

 

 

 

 

 

Şiir:

Şimdi Hak bana hamd eder; ben de Hakk’a hamd ederim. Ve Hak bana ibâdet eder; ben de O’na ibâdet ederim (27).

Yânî Hak, benim vücût dâireme karışmasına ve zâtı yönünden değişmeksizin, ilâhi sûretiyle bütünsel ve ayrıntısal olarak bende açığa çıkışına ve benim onun bütün isimlerine görünme yeri oluşuma hamd eder. Çünkü, eğer ben olmasa idim, Hak bilinmez idi ve ibâdet olunmaz idi ve kendisine hamd edilmez idi; bütünsel ve ayrıntısal açığa çıkma ile açığa çıkmaz idi. Kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli oluşmaz idi. Nitekim Şems-i Mağribî buyurur. Beyt:

Tercüme: “Senin zuhûrun benim iledir; benim vücûdum da Sen’den­dir. Eğer ben olmasa idim, Sen açığa çıkmaz idin ve eğer sen olmasa idin, ben vücût bulmaz idim.”

Ve aynı şekilde Hâce Hâfız Şîrâzî buyurur. Beyt:

Tercüme: “Ma’şûkumuz olan Hakk’ın gölgesi, âşık olan bir mahlûkûn üzerine düştü ise ne oldu? Çünkü biz vücûtta O’na muhtâc idik, O da açığa çıkmada bize iştiyakli idi.”

Ve Hak bana hamd ettiği gibi ben de Hakk’a hamd ederim. Çün­kü beni “Allah Âdemi kendi sûreti üzere hálk etti” icâbınca kendi sûreti üzerine ortaya çıkarıp “akdes feyz”i, ahadiyyet nefes-i rahmânîsi ile bana vücût feyzi verdi. Ve bütün kemâlât ile bende açığa çıkıp ilâhi sûretini bana ni’met olarak verdi. Nitekim Âdemoğlundaki bu görünme yeri oluşa işâ­ret olarak cenâb-ı Sa’dî buyurur. Beyt:

Tercüme “Cenâb-ı Mün’im’den ni’met olarak verilen Âdemoğlunun siyahlık sırrındaki şey, ne felek için müsellemdir, ne de melek için hâsıldır.”

Ve Hak bana ibâdet, yânî itâat eder.Çünkü “ud’ûnî estecib lekum” yânî “Bana duâ ediniz ki size icabet edeyim” (Mü’min, 40/60) îcâbınca ben O’ndan taleb ederim, O da benim talebime îcâbet eder. Ve ben ilk taayyün mertebesinde taayyün ettiğimde beni rûhânî olan mertebelerden ve cismânî olan tavırlar ve değişimlerden geçirerek insan sûretinde icâd etti ve açığa çıkardı. Ve insâni sûreti düzenleyip ilâhi kemâl sûretinin rûhunu üflemek için beni terbiye eyledi. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ (r.a) bu tavırlar ve değişimlere işâret olarak Mesnevî-i Ma’nevî‘lerinde buyururlar. Mesnevî:

Tercüme: “Mâdenlik mertebesinden öldüm, bitki oldum. Ve bitki mertebesinden öldüm, hayvan ile berâber oldum. Hayvanlıktan öl­düm; Âdem oldum. Şu halde ölmekten ne korkayım, ne vakit ölmek­ten noksan oldum?”

Hak bana ibâdet ettiği gibi ben de O’na ibâdet ederim. Çünkü ba­na ni’met olarak verdiği ilâhi sûretin bütün kemâlâtını ve isimlere ve zâtına âit tecellîleri kabûl edip, o sûret ile onu açığa çıkardım.

Şimdi ibâdetin Hakk’a ıtlâkı kötü edebden kaynaklanmadığı gibi, sarhoşluk sâhiplerinin sözü türünden de değildir. Bu söz, tahkîk ehli ârif ve işlerin en ince yönlerini araştıran vârislerin sözüdür. Ârifin sözü ise, usûl ve mârifet üzeredir. Ondan her ne yol üzere bir ibâre çıksa edebe uygundur. Âriften, şüphe sahipleri ve kötü edeb sâhiplerinden çıkan söz şeklinde ibâreler çıksa bile, hükümde onlar gibi değildir. Çünkü ârif zâti ihâtaya bakıcıdır. Onun şâhitliğinde Hakk’ın ka­bûl etmeyeceği bir hüküm ve zâhir olmayacağı bir vasıf yoktur. Özellikle bu grup (rahmetullâhi aleyh), ilâhi sırları istîdâd sâhiplerine anlatmak için, diğer ilim sâhiplerince konulan birtakım terimler gibi, terimler koymuşlardır. Ve onların terimleri îcâbınca “ibâdet”ten kasıt “îcâd” ve “terbiye”dir; ve “itâat”, yânî îcâbet etmek de “îcâbet”tir. Nitekim Ebû Tâlib, (S.a.v.) Efendimize “Ey Muhammed, senin Rabb’in sana ne kadar itâatli!” dedi. Ve cenâb-ı Fahr-i âlem Efendimiz de “Ey amcam, eğer sen O’na itâat edersen, O da sana itâat eder. O’na onun emirlerine uyarak kulluk et!” buyurdular. Bundan dolayı asıl kötü edeb bu saâdet sofrası zâtların terimlerine anlayış yokluğu sebebiyle sözlerini kötü edebe yükleyerek îtirâzlarda bulunmaktadır.

 

Şimdi halde ben O’na ikrâr ederim ve aynlarda O’na inkâr ederim. O beni bilir, ben O’nu inkâr ederim. Ve ben O’nu ârifim; bundan dolayı O’nu müşâhede ederim (28).

Yânî cem’ ve vahdet makâmının üstün gelmesi hâlinde, Hakk’ın vücûdunun birliğine ikrâr ederim. Çünkü bütün eşyâyı Hakk’ın vücûdunda fânî ve helâk olmuş bir halde müşâhede eylerim. Fakat ne zaman ki muhtelif aynlara bakarım, hálkı görürüm. Çokluğun üstün gelişinden dolayı, bu sonradan olma aynlarda O’nun taayyün etmiş ve gizlenmiş olup, onlar­dan tecellî edici oluşunu tenzîh sebebiyle inkâr ederim. Hak hallerin ve tavırların hepsinde beni bilir. Çünkü bütün a’yânı sâbiteyi ve sonradan olan işleri kapsamıştır. Ve şehâdet âleminde eşyâ sûretlerinde tecellî edip açığa çıkınca, ben inkâr ederim. Çünkü zâtının birliği dolayısıyla, ben O’nu birden fazla olma ve çokluktan tenzîh ederim ve sonradan olan eşyâ sûretle­rinden O’nu sıyırırım. Ve ben O’nu bilirim. Şu halde O’nu toplu ve ayrıntılı müşâhede ederim. Çünkü mârifet ve müşâhede, benim hakîkatimin îcâbıdır. O’nu bilmeyi ve görmeyi, benim hakîkâtim ba­na verdi.

 

 

Bizden nasıl ganî olur? Oysa ben O’na müsâade ederim. Ve ben O’nu is’âd ederim. Hak bunun için beni îcâd etti, tâ ki ben O’nu bileyim. Şimdi ben O’nu ilimde îcâd ettim. Bize hadîs bu ma’nâ ile geldi. Ve Hakk’ın maksadını bende tahkîk et! (29).

Yânî Hak isimleri ve sıfatlarıyla bizden nasıl ganî olur? Oysa ben, O’nun isimlerinin ve sıfatlarının ve tecellîlerinin bende açığa çıkmasında, O’na müsâade ederim. Ve müsâade “yardım” ma’nâsınadır. Ve “yardım” hak­kında âyet-i kerîmede “in tensurûllâhe yensurkum” yânî “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder“(Muhammed, 47/7) buy­rulur. Çünkü kabûl edici, yânî edilgen, fâilin fiiline yardım eder. Ve ben zâtımın aynasında ve aynımın görünme yerinde Cemâl ve Celâl’iyle açığa çıkışında, Hakk’ı is’âd ederim yâni saîd kılarım. “İs’âd”, hakîkatte bâtındaki kemâlâ­tın zâhire ihrâç ve ortaya çıkarılmasından; ve isimlerin kemâlâtının aynlarda açığa çıkmasından ibârettir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Eğer siz hiç günâh işlemeseydiniz, Allah Teâla sizi helâk eder ve yerinize, günâh işleyecek mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.” buyrulur. Ve bu hadîs-i şerîfin yüksek meâline uygun olarak Şeyh Nazîf Mevlevî buyurmuştur:

Mağfiret aynası isyân sûretinedir.

Halk günâh etmese hálk eder başkalarını İlâh. 

Sonuç olarak Hak, zâtı yönünden âlemlerden ganîdir. Fakat isimleri ve sıfatları yönünden bizlerden ganî değildir. Çünkü ulûhiyyet ilâhı olan ile ve hâlıkıyyet hálk olan ile ve rubûbiyyet rabbi olan ile ve ma’bûdiyyet kul ile tahakkuk eder. İşte O’nun rubûbiyyetine ve ulûhiyyetine müsâade etmem ve O’nu açığa çıkarıcı olmam için, ben ilâh olanı ve rabbi olanı îcâd etti. Ve mâdem­ki ben ilâhı olanım ve rabbi olanım, İlâh’ımı ve Rabb’imi bu sıfatlarım­la bilirim. Ve ben O’nun bütün mevcûtlarda açığa çıktığını bildik­ten ve O’nu ilimde bu sûretle îcâd ettikten sonra, bu sırrı perde ehline açarım.

Bahsedilen ma’nâdan dolayı, Hakk’ın mârifeti ve ilimde îcâdı talebini içinde barındırarak Resûl lisânı ile bize Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en urefe fe halektel hálka li uref” yâni “Ben gizli bir hazîne idim, bilinmeye muhabbet ettim ve bunun için hálkı hálk ettim” hadîs-i kudsîsi geldi. Ve Hakk’ın maksadı ve talebi bende tahkîk olundu. Yânî Hak, mâdemki mahlûkları kendi­sinin bilinmesi için hálk etti ve mâdemki ben de O’nu bilecek olan mahlûkum; şu halde O’nu bilmek için bana ilim lâzım geldi. Ve ilim tahakkuk edince, O’nu bu ilimde îcâd etmek gerekti. Çünkü Hak, bendeki bütünsel kâbiliyyet ve toplayıcı görünme yeri oluşumdan dolayı, bende toplu ve ayrıntılı açığa çıkma ile açığa çıktı ve tecellî edici oldu. Ben de O’nu bütünsel mârifet ile ârif olup O’nu ilmimde müşâhede ettim. Ve bu ilmimdeki müşâhede üzerine O’nu açığa çıkardım.

 

Ne zaman ki Halîl (a.s.) için, Halîl olarak isimlendirildiği mertebe sâ­bit oldu, bunun için ziyâfeti sünnet ve âdet edindi (30).

Yânî ne zaman ki istîdâd ve kâbiliyyetinin kapasitesi dolayısıyla, Hak Te­âlâ’nın açığa çıktığı bütün ilâhi makâmlara görünme yeri olma mer­tebesi İbrâhîm (a.s.) için sâbit olup, o makâmlara tahallül ederek yânî karışarak, rızkın rızıklananın beden parçalarında sirâyet etmesi gibi, o makâmlarda sirâyet etti ve Hakk’a gıdâ oldu. Ve aynı şekilde Hak da, İbrâhîm (a.s.)’ın bütün hakîkatlerine ve kuvvetlerine karışmış ve sirâyet etmiş olup vücûdu ile ona gıdâ oldu. Bu sebepten dolayı İbrâhîm (a.s.), hálkı ziyâfete dâvet edip yemek yedirmeyi âdet edindi. Ve bu ilâhi makâmlara ta­hallül etmek yâni karışmak ve Hakk’ın onun kuvvetlerine mütehallil yânî karışmış olması hâli kendisi­ne üstün gelip hakîkatinin ve makâmının sırrı, onun zâhirine de dağılmış oldu; ve hâli, fiilinde açığa çıktı.

 

    Ve İbn Meserre el-Cebelî onu Mîkâîl ile berâber rızıklar için kıldı. Ve rızıklananların gıdâlanması rızıklar ile olur. Rızk, onda bir şey artmamak sûretiyle, rızıklananın zâtına tahal­lül ettiği yânî karıştığı zaman, ancak rızkın karışımı kalır. Çünkü gıdâ gıdâlananın bütün parçalarına ve parçaların hepsine sirâyet eder. Oysa burada parça yoktur. Böyle olunca ilâhi isimler ile ifâde edilen bütün ilâhi makâmlara İbrâhîm (a.s.)ın tahallülü yânî karışması, ve en celîl ve âlâ Zâtın onunla açığa çıkması muhakkaktır (31).

Yânî yol ehlinin en büyüklerinden olan tahkîk ehli şeyh Muhammed bin Abdullah bin Meserre el-Cebelî Kurtubî (k.s.), İbrâhîm (a.s.)’ın Hz. Mîkâîl ile berâber rızıklara vekil olduğunu beyân etti. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin on ikinci bölümünde bu husûsun Meserretü’l-Cebelî hazretlerinden rivâyet olunduğunu beyân buyur­muşlardır.

Rızk gıdâlananın zâtına dâhil olup da, onun parçalarından hiçbir şey kalmayıp tamâmiyle hazmolsa, ancak tahallül yâni karışım kalır. Çünkü gıdâ, gıdâlananın bütün parçalarına yayılır. Ve rızıklananların gıdâlanması da rızıklar ile olur. Bundan dolayı iki karışandan her birisinin vücûdu, bütün herşeyiyle diğerinin hakîkatinde tahallül eder yânî karışır. Nitekim gıda hakîkati ile gıdâlananın bütün parçalarına yayılır. Bununla berâber ilâhi toplayıcılıkta parçalar olamaz. Gıdâ ile gıdâlananın tahallülü yânî karışması, burada sadece bir temsîlden ibârettir. Çünkü gıdâ ile gıdâlananın vücûdu bir dîğerinin gayrıdır. Ve bâtın olan Hakk’ın zâtı, zâhir olan hálkın taayyün yönünden gayri ise de, hakîkatte zâhir ve bâtın Hak’­tır. İkisi arasında gayri oluş yoktur.

Şimdi İbrâhîm (a.s.) Hakk’a gıdâ olup onda karışan olduğunda, “isimler” olarak ifâde edilen ilâhi makâmların hepsine tahallül et­mesi yânî karışması ve İbrâhîm (a.s.)ın görünme yerinde zâhir olan ilâhi isimler ile Hak Celle ve Alâ’nın zâtının zâhir olması muhakkaktır. Bu sûrette ce­nâb-ı İbrâhîm isimlere gıdâ olunca, o isimlerde gizli ve bâtın olur; ve Hakk’ın zâtı İbrâhîm’de açığa çıkan olur.

 

 

Şiir:

Şimdi biz, Hak içiniz. Nitekim delîllerimiz sâbit oldu. Ve biz, bizim içiniz (32).

Yânî biz Hak içiniz. Çünkü daha önce beyân olunduğu üzere, ilk açılımın verdiği mârifet yânî bilme gereğince bizim gaybi ilmi sûretlerimiz a’yân-ı sâbite aynalarında Hakk’ın sûretleridir. Ve ortaya çıkan keşfi delîllerimiz îcâbınca zâhir vücûtlarımız O’nun vücûdudur. Bundan dolayı biz Hakk’ın mülküyüz. Ve biz a’yân-ı sâbitemizin sû­retleriyiz ve onların mülküyüz. Bundan dolayı, bizim bu hârici aynlarımızda açığa çıkan ve hâkim olan o a’yân-ı sâbitemizdir.

 

 

Ve O’nun için benim olmamdan gayri yoktur. Şimdi biz O’­nun içiniz; biz bizim için olduğumuz gibi (33).

Yânî Hak için benim üzerime vücût feyzi vermekten gayri bir şey yok­tur. Bu sûrette biz O’nun mülküyüz; ve O bizim üzerimize vücût ile hâkimdir. Bizim üzerimize â’yân-ı sâbitemiz hâkim olduğu gibi.

 

 

Şimdi benim için iki yön vardır: “Hüve yânî O” ve “ene yânî ben”. Oysa Hakk’ın benliğinin açığa çıkışı için “ene yânî ben” sözü yoktur (34).

Yânî benim vücûdum ne zaman ki mutlak vücûdun aynı oldu, bu vücûdum o mutlak vücûdun ayn-ı sâbiteme katışmasıyla taayyün etti. Yânî Hak, ilmi sûreti olan ayn-ı sâbiteme, latîf mutlak vücûdunun tenezzül ile kesâfeti yönüyle, bu şehâdet âleminde, bir vü­cût verdi. Bundan dolayı, benim için iki yön vardır ki, birisi “hüviyyet yönü” ve diğeri “enâniyyet yânî benlik yönü”dür.

Birinci yöne göre, Hak ile aramızda ayrıcalık yoktur. İkinci yöne göre ayrıcalık oluşur ve ubûdiyyetle yânî kul oluş ile rubûbiyyet yânî Rabb oluş açığa çıkar. Ve Hakk’ın enâniyyeti yânî benliğinin açığa çıkması için “ene yâni ben” sözü yoktur. Yânî Hak için benlik yoktur. Belki O’­nun kendi zâtiyle bir benliği vardır. Çünkü “ene yânî ben” sözü, kişinin kendi çevresinde bulunan benliklerden, kendi benliğini ayırmak için konulmuş olan bir sözdür. Oysa Hak mevcûttur ve onunla berâber ezelen ve ebeden hiçbir şey mevcût değildir. “Kânallahu velem yekun meahu şey’a”; “elân kemâ kân” yânî “Allah var idi onunla berâber başka bir şey yok idi”; “Şu an dahi öyledir.” Bundan dolayı O’nun benliği kendi zâtiyledir ve kendi zâtında helâk olmuştur. Şu halde Hak için “ene yânî ben” sözü yoktur. Ve Hak zâtı dolayısıyle kendinin gayri görünen âlemlerden ganîdir. Ve benim benliğim ona muhtaçtır. Çünkü “ben, ben” dediğim, benim bu taâyyünüm, O’nun mutlak vücûdunun bu elbise ile kayıtlanarak açığa çıkmasıdır. Eğer O zâti benliğini açığa çıkarsa, eşyâ fânî ve gayri denilenler yok olur. Sonuç olarak bâzı akıl ehlinin zannettikleri gibi O’nun bizden ayrı benliği ve taayyünü yoktur. Bu zannedişin kökeni, O’nun bizim benliğimizde gizlenmiş olmasındandır.

 

 

Velâkin Hakk’ın açığa çıkışı benim vücûdumdadır. Bundan dolayı biz Hak için “in┑, yânî kab gibiyiz (35).

Yânî Hakk’ın hakîkati bende açığa çıkmıştır. Bu sûrette biz Hak için bir zarf mesâbesindeyiz. Çünkü o bizim sûretlerimize ve renklerimize göre bizim ile açığa çıkıp taayyün etti. Nitekim şekilleri ve renkleri muhte­lif birtakım bardaklara su konsa, su aslında taayyünsüz ve renksiz iken, bardak ne şekilde ise o şekle uyarak taayyün eder. Ve bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil, mâvî ve sarı görünür. İşte Hakk’ın zâtı da böyle taayyünsüz ve renksizdir. Bizim taayyünlerimize göre muhtelif ve türlü türlü sûretlerde açığa çıkar.

Şimdi “su” ile “zarf ‘ ancak bir örnekten ibârettir. Çünkü “su” ile “kap” arasında ikilik ve gayri oluş vardır. Suyun vücûdu ile barda­ğın vücûdu başka başka şeylerdir. Suyun bardağa dâhil oluşu, girme sûretiyledir. Daha önce tekrar tekrar bahsedildiği üzere, Hakk’ın bizim taayyünlerimize tahallülü yânî karışması ise ikilik ve girme sûretiyle değildir. Bizim bu vücûdumuz, mutlak vücûdun tenezzülünden oluşmuş, kayıtlı bir kesîf vücûttur. Bundan dolayı, ayrı bağımsız bir zarf ve hâriç sayılamaz.

Girmeye inanmış olanlar, Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdunu bir dîğerinin gayri zannettikleri için bu girme çukuruna düşmüşlerdir.

 

 

Ve Allah Teâlâ Hak olan şeyi söyler ve doğru yola işâret ve hidâyet eder (36).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer (r.a.) kendi nefîs nefsini, Hakk’a görünme yeri olma husûsunda, su kabına benzetip kendi görünme yerinde, Hakk’ın bütün isimler ve rabbâni sıfatlar ile açığa çıkışını, taayyününü ve tecellîsini isbât ettiğinden, bu parıltılar saçan fassta beyân buyurduğu hakîkatlerde, lisânının Hak lisânı olduğuna işâre­t olarak: “Bu hakîkatleri söyleyen Hak’tır; benim lisânım ile sizi vahdet yâni teklik yoluna işâret ve hidâyet eder” buyururlar. “El-hamdü lillâhi rabbi’l­ âlemîn.”

 

 

Bitişi: 16 Şubat 1916, Çarşamba sabâhı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Mesnevî:

Bu parlak ve latîf fassa bağlantısı görülen, Mesnevî-i Şerîf’in beşinci cil­dinde olan aşağıdaki yüksek kırmızı satırların tercüme ve şerh olarak burada verilmesi uygun görülmüştür.

Mesnevî-i Şerîf kırmızı satırlar:

Tercüme “Bu mübârek kırmızı satırlar o kendinden geçmiş olanların sıfatı be­yânındadır ki, onlar kendilerinin şerrinden ve hünerinden emîn ol­muşlardır. Çünkü gündüz, güneşin nûrundan fânî olan yıldızlar gibi, onlar da Hakk’ın bakâsında fanîdirler. Ve fânî olan kimseye âfet ve helâk korkusu yoktur.”

 

 Mesnevî:

Tercüme “O kendinden geçmiş olan kimsenin fenâsı, fakrdan bezenmiş oldu­ğu zaman, o kimse Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) gibi gölgesiz olur. Fahra mensûb olan fakr için fenâ ziynet olduğunda, o kimse mum alevinin ucu gibi gölgesiz oldu.”

Şerh: “Fakr”dan kasıt, “sûri fakirlik”, yânî bütün sâhip olduğu herşeyini terk edip bir lokma ekmeğe muhtâç olacak bir hâle gelmek değildir. Belki heyemânın yânî aşırı aşkın kemâli ve Hakk’a olan aşkın haddini aşması sebebiyle, kendi nefsin­den fânî ve Hak’la bâkî olmaktır. Bu fenânın “fakr”dan bezenmiş olması budur ki: Bu İbrâhîm Fass’ında ayrıntılı olarak anlatıldığı yön ile ârif görür ki, Hakk’ın ilminde peydâ olan ayn-ı sâbitesi Hakk isminin; ve şehâdet âleminde, yânî bu dünyâda “ben, ben” dediği vücût sûreti ise, ayn-ı sâbitesinin sûretleridir. Kesîf vücûdu ise, Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzüllerinden oluşmuş olan bir taayyündür. Bundan dolayı bütün mertebelerinde Hakk’a muhtaçtır. İşte bu fakrdan dolayı, kendisi için ortada “ben”im diyecek bir vücût bulamaz. Ve gö­rür ki, kendisinin benliği sâdece bir vehimden ibârettir. Bundan dolayı kendisinin bu benlik vehminden geçer, Hakk’ın vücûdunda fânî olur. Ve onun fenâsı “fakr”dan bezenmiş olur. Çünkü kulun ziyneti onun fenâsıdır. Bu öyle bir ziynettir ki, dünyâda ve âhirette onun eşi benzeri yoktur. Bedeli ise ancak nefsin fedâsıdır. Böyle bir kimse Muhammed (s.a.v.) Efendimiz gibi gölgesiz olur. Çünkü artık o Hak nûru olur. Ve nûrun gölgesi olmaz. Ve cenâb-ı Fahr-i âlemin iftihâr ettiği fakr için fenâ ziynet olunca, gölgesiz olan mumun alevinin ucu gibi, o kimse de gölgesiz olur. Yânî vehmî olan, mecâzî vücût zulme­tinden kurtulup tam nûr olur.

 

 

 

 Mesnevî:

Tercüme: “Mum baştan ayağa kadar alev olunca, gölgenin onun etrâfına düşmesi olmaz. Mum, mumu döken kimsenin rızâsından dolayı, kendisinden ve gölgeden şuâ’a ilticâ etti”

Şerh: Bilinir ki, mum yandığı zaman, alevi etrafı aydınlatmakla berâber dip tarafına kendi vücûdunun gölgesi düşer. Hat­tâ “Mum dibine ışık vermez” atasözü meşhûrdur. Mumun baş­tan ayağa kadar alev olduğu düşünülünce, mumun vücûdu kalma­yacağından gölgesi de gider. Bu bir örnekten ibârettir. İşte bu­nun gibi insan da fenâ ve bakâ mertebelerinden önce mecâzî vücûdunu bağımsız bir mevcût zanneder idi. Ve nefsâ­ni sıfatlarından ibâret olan o vücûdun gölgelerini etrâfına salmış idi. Fenâ ve bâkâ mertebelerine ulaşınca baştan ayağa kadar Hakk’ın ışığının aynı oldu. Artık hem kendi vücûdundan ve hem de onun sıfâtı olan gölgelerden, Hakk’ın nûruna ilticâ etti.

(Bahrü’l-ulûm ve cenâ’b-ı İmdâdullâh (kuddise sırruhümâ) Şerh’lerinden özet        ).

 

Mesnevî:

Tercüme: “Mumcu, muma: Ben seni fenâ için döktüm, dedi. Mum da: Ben de fenâya ilticâ ettim, dedi. Mum ateşte bütünüyle fenâ bulunca mumdan ne eser ve ne de ışık görürsün. Karanlığı ortadan kaldırmakta, apaçık olarak, sûret ateşi bir mum ile mevcût oldu. Mum gibi olan cisim mumun tersinedir ki, o cisim mumu eksildikçe, can nûru artar. Bu alev bâkîdir; o ise fânîdir. Cân mumuna rabbânî şule vardır. Bu bâkî olan alev farz oldu ve lâzım geldi. Âraz olan fânî mumun alevi ise böyle değil. O ateşin ucu, hep nûr oldu. Mum, fânî ve gölge de ondân uzak oldu.”

Şerh: Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Efendimizin yüksek âdetleri, tebyîn-i hak için âfâkı yâni dıştakini enfüse yânî içe tatbîk etmektir. Bundan dolayı fenânın esaslarını da mum örneği ile îzâh buyururlar: “Mumcu”dan kasıt Hâlık-ı kevn-ü mekân Hazretleri ve “mum”dan kasıt in­sanın kesîf vücûdu ve “sûret âteşi”nden kasıt da, onun karşılığı olan “mânevî-i aşk ve muhabbet ateşi” ve “âteşin alevi”nden kasıt da “insan rûhu”dur. Mübârek beyitlerin âfâkî yânî dışa dönük olan zâhiri ma’nâları îzâha muhtaç değildir. Enfüsî yânî içe dönük olan bâtıni ma’nâları budur ki:

Hak Teâlâ Hazretle­ri insana hitâben: “Ben seni, “küllü şey’in hâlikun illâ vecheh“ yânî “herşey helâk olucudur, O’nun vechi dışında” (Kasas 28/88) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğum yön ile, helâk olucu ve fânî olmak için hálk ve îcâd ettim” buyurur.

İnsân-ı kâmil de: “Ey benim Hâlık’ım, ben de senin Habîb-i Lebîb’inin “mûtî kable ente mût” yânî “ölmeden önce ölünüz” emrine uyarak, ölmeden önce ölmek ve fânî olmak keyfiyyetine kaçıp ilticâ ettim. Ve bu şekilde hálk ediliş maksadının ve mübârek rızânın oluşmasına çalıştım ” der.

İnsân-ı kâmilin mum gibi olan vücûdu, ilâhî aşk ateşi ile yanınca, artık ondan nefsâ­ni eserler ve sıfatlar ortaya çıkmaz olur.

Fakat bu benzetme, bir tarafıyla uygunsuzluk gösterir. Sû­rî olân karanlığı kaldırmakta, ateşin mutlakâ bir mumla mevcût olması lâzım gelir ise de, ilâhî âşıkların mum gibi olan cisimleri böyle de­ğildir. Çünkü onların cisim mumları, aşk ateşiyle yanıp eridikçe, canlarının nûru artar. Nitekim görmek ve işitmek lüt­funa mazhar olanlar, dâimâ görür ve işitirler ki, fenâ ehli olan evliyâullâh’ın sûrî vücûtları zayıf ve cılız olur. Fakat azîz canlarında o derece tasarruf kuvveti ve tedbîr nûru vardır ki, en cebbâr ve güçlü bir cismânînin ıslâh edemediği bir azgın ve nefsânî adamı, çok te’sirli bir bakış eseriyle sâlihler zümresine katarlar. İşte onun câ­nının alevi bâkîdir; çünkü rabbânîdir. Rabbânî nûr ise fenâ bulmaz. Onun cân nûru, mumun fânî ve ârızalı olan nûru gibi fânî değildir. O âteş alevi gibi olan insânî rûhu, hep nûrânî oldu. Cismâni mum fenâya gitti. Artık ondan, gölge gibi olan nefsâ­ni sıfatlar uzaklaştı.

 

 Mesnevî:

Tercüme: “Bulutun gölgesi yere düşer. Fakat gölge aya yakın olmaz. Ey hoşluk isteyen, kendinden geçme bulutsuzluktur. Sen kendinden geçmişlik içinde, ayın yüzü gibi olursun. Defedilmiş olan bir bulut tekrâr geldiği zaman, nûr gidip aydan bir hayâl kalmıştır. Onun nûru, bulut per­desinden zayıf oldu. O mübârek dolunay bir hilâl gibi oldu. Ay buluttan ve tozdan bir hayâl görünür. Ten bulutu da bizi hayâlperest etti. Ayın lütfuna bak ki, bulutlar bize düşmandır, dedi. Bu da onun lütfudur. Buluttan ve tozdan ayın ferâgati vardır. Çünkü ayın göğün yüksek katlarının üstünde hareket yeri vardır. Bulut bize cân hasmı oldu. Çünkü ayı gözümüzden gizler.”

Şerh: Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) fenâ keyfiyyetini zikrolunan yüksek beyitlerinde de, bir örnek ile îzâh buyururlar. Çünkü örnek çoğaldıkça, idrâk edişte o oranda algılanır. Ve anlatılmak istenen de birbirinden farklı akıllar karşısında o kadar izâh edilmiş olur. Bu örnekte “bu­lut”tan kasıt “beşeriyyet karanlığı”; ve “ay”dan kasıt “rûhâniy­yet” ve “kendinden geçmişlik”ten kasıt da beşeri kayıtlar olan “nefsâni sıfatlardan kurtulmak”tır.

Mübârek beyitlerin ma’nâsı bu olur ki: Bulut gibi olan beşeriyyet karanlığı cismin zeminine düşer. Fakat ay gibi olan rûhâniyyet bu karanlığa arkadaş olmaz. Çünkü rûh bu âlemden değildir. Onun gamı dahi bu âlemin karanlık hallerine yakın olmaz. Ey iyi şeyi isteyen kimse! Kendinden geçme bulut gibi olan karanlık beşeriyye kayıtlarından kurtulmaktır. Sen bundan kurtulduğun zaman, rûhâniyyetin ayın yüzü gibi, ışık saçıcı olur. Fakat ey boyanmış olan sâlik! Mücâhede ile defettiğin nefsâni sıfatlar bulutu tekrâr geldiği zaman, rûhâniyyet nûru gidip, ay gibi olan o rûhâniyyetten bir hayâl kalır. İşte o rûhâniyyetin nûru, beşeriyyet bulu­tunun perdesinden zayıflayıp mübârek dolunay iken bir hilâle döndü. Nasıl ki önüne bir bulut ve kesîf toz gelen ay hayâl gibi görünürse, bu kesîf cismimizin bulutu da, bizi hakîkatimiz olan ruhâniyyetimiz ve onun hakîkati olan Hak hakkında hayâlperest kıldı. Ve hattâ bu kesâfet yüzünden bâzılarımız, öyle rûhâniyyet ve ulûhiyyet gibi şeyler mevcût olmadığını bile iddiâya kalkışıp bozuk hayâllere düştü­ler. Bizim rûh ayımızın hakîkati olan Hak Teâlâ hazretleri beşeriyyet ve nefsâniyyet sıfatları bulutlarının bize düşman olduğunu Kur’ân ile ve Resûl lisânı ile haber verdi. Nitekim kendi nefisleri­ne mübtelâ olup Hak’tan tamamıyla perdeli olan kâfirler hakkında, Kur’ân-ı Kerîm’de “aduvvî ve aduvveküm” yânî “düşmanlarım ve sizin düşmanlarınız” (Mümtehine, 60/1) buyurdu. Ve Resûl lisânı ile de Senin en büyük düşmanın, iki tarafın arasında bulunan nefsindir.” dedi. Bu ihbâr da onun lütfudur. Bulut gibi beşeri sıfatlardan ve toz gibi olan tabîi hükümlerden ay gibi olan rûhun ferâğati var­dır. Çünkü onun hareket yeri bu kesîf tabîat âlemi değil, belki latîf rûhlar âlemidir. Bu nefsâni sıfatlar bizim rûhumuzun düşmanıdır. Çünkü ay gibi olan Hak ve hakîkati, gözümüzden gizler.

Mesnevi:

Tercüme: “Bu perde, hûrîleri bir ihtiyar ve dolunayı bir hilâlden noksan eyler. Ay bizi izzet kenârına oturttu. Ve bizim düşmanımıza düşma­nımdır dedi.”

Şerh: Bu nefsâniyyet ve tabîat perdeleri, cennet hûrîleri gibi olan mânevî sevgilileri, nebîleri ve evliyâyı bir acûze gibi çirkin ve fenâ gösterir. Nitekim Ebû Cehil, bu nefsâni perdeler dolayısıyle, “Ben ahlâki erdemleri tamamlamak için gönderildim” buyuran Mahbûb-i Rabb’il­-âlemîn Efendimiz’e: “Ben Kureyş içinde senin gibi bir çirkin nakış görmedim” demiş idi. İşte bu perde, âlemi fazîlet nûrlarıyla en nûrlu dolunay gibi nûrlu kılan kemâl sâhiplerini, bir hilâlden daha noksan gösterir. Hakîkî ay olan Hak Teâlâ Hazretleri, bizi izzet mertebesinde oturtup da düşmanlarımıza: Onlar benim dahi düşmanımdır, buyurdu. Nitekim Müntehine sûrei şerîfesinde buyurur: “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettehızû aduvvî ve aduvveküm evliyâe” (Mümtehine, 60/1) yânî “Ey mü’min­ler, benim ve sizin düşmanınızı dost edinmeyiniz”.

 

 

 

 

 

 Mesnevî:

Tercüme: “Eğer bulutun bir parlaklığı varsa aydandır. Her kim bu­luta ay derse, o dalâlete düşmüştür, şaşkındır”.

Şerh: Yânî hálkın vücûdunda bir letâfet ve parlaklık varsa, ha­kîkî ay olan Hakk’ın vücûdundandır. Çünkü, taayyünâtın bağımsız vücûtları yoktur ki, onların kendilerinden letâfetleri bulunsun. Meselâ bulut, havânın kesîfleşmiş şeklidir. Onun vücûdu havânın vücûduy­la mevcûttûr. Bundan dolayı bağımsız vücût sâhibi değildir. Böyle ol­makla berâber, buluta havâ demek doğru değildir. Çünkü, taayyün dolayısiyle havânın gayridir. İşte hálkın taayyün etmiş vücûtları da böylece Hakk’ın vücûduyla mevcût olmakla berâber, taayyün dolayısiyle Hakk’ın gayridir. Bundan dolayı her kim bulut gibi olan hálkın vücûduna, ay gibi olan Hak derse dalâlete düşer ve bunu şaşkınlığından söyler. Çünkü mutlak vücûdun mertebelerini anlayamamıştır.

 

 Mesnevî:

Tercüme: “Ne zaman ki ayın nûru bulut üstüne düştü, o bulu­tun karanlık yüzü aydan değişmiş oldu”.

Şerh: Yânî ay nûru gibi olan Hakk’ın kemâli sıfatları, bulut gibi olan kişinin taayyünü üzerine düştüğünde onun karanlık yüzü, yânî beşeriyyet karanlığı, Hakk’a tebdil olur ve Hakk’ın bâkâsıyla bakâ bulur.

 

 Mesnevî:

Tercüme: “Kıyâmette ay ve güneş azledilmiş olur; göz ışığın aslına meşgûl oldu. Tâ ki mülkü, kendisinde emânet olarak durandan ve bu fânî olan konaklama yerini ­karâr kılınmış yerden ayırır. Terbiyeci, bir gün ya üç dört gün emânetçi olur. Ey ana, sen bizi kucağında tut! Benim kanadım buluttur, perdedir ve kesîftir. O, Hakk’ın lütfunun yansımasından latîf oldu. Ben kanadı ve onun letâfetini yoldan koparır ortadan kaldırırım. Tâ ki ayın güzelliğini aydan göreyim. Ben bakıcı istemem; ana daha iyidir. Ben Mûsâ’yım, benim bakıcım anadır. Ben ayın letâfetini vâsıtadan istemem. Çünkü, bu bağlılık hálkı helâk etti. Meğer ki ayın huyuna sakip olan bir bulut ola da o, ayın yüzüne perde olmaya. Sûretini “lâ” vasfında göstere, nebîler ve evliyânın cismi gibi.”

Şerh: En büyük kıyâmet olduğu zaman, güneş ve ay, âleme ışık vermek mertebesinden azledilmiş olurlar. Fakat mahşer yeri Hak nûru aydınlanmış olacağından, hálkın gözleri ışığın aslıyla meşgûl olur ve hálk bu zamanda ışık denilen şeyin bulut gibi kesîf bir vücûttan ibâret olan güneşin zâtından olmadığını ve aya verdiği ışığın kendi malı olmayıp emânet olduğunu anlarlar. Ve mülkü emânetçiden ve bu fânî âlemi bâkî âlemden ayırırlar.

Bu hálkı mecâzen terbiye eden tabîat bakıcısı, emânettir. Terbiyesi, bir yâhut üç dört gün ile sınırlıdır. Ey ana gibi olan Rabbü’l âlemîn, bizi sen kucağında tut! Çünkü emânetçi olan bakıcının terbiyesi noksandır; bebeğin hastalanmasına ve helâkine sebep olur.

Benim, tâvusun kanadı gibi zengin olan hünerlerim ve sûri sıfatlarım veyâ vücût taayyünüm, kesîf bulut gibi hakîkî aya bir perde ve örtüdür. Bunlar aslında Hakk’ın lütfunun yansımasından böyle lâtîf oldu. Nitekim bu İbrâhîm Fass’ında beyân olunduğu üzere, ilk keşfin verdiği mârifete yânî bilişe göre, Hakk’ın, bu aynların hakîkatleri ve halleri dolayısiyle türlü türlü ve sûretlenmiş olduğu bilin­miş idi. İşte bu hakîkate binâen, ben hakîkî ayın güzelliğini kendisinden müşâhede etmek için, bu perde olan taayyün kanadını ve onun letâfetlerini mücâhedeler ve şiddetli riyâzâtlar ile, yoldan koparır ve ortadan kaldırırım.

Anlatılır ki, bir gün Şemseddîn Tebrîzî (r.a.) efendimiz, Şeyh Evhadüddîn Kirmânî hazretlerine ne işle meşgûl olduklarını sorar­lar. Onlar da: “Ayı su leğeninde görüyorum.” Yânî mutlak cemâli insâni cemîle görünme yerlerinde müşâhede ediyorum diye cevap verir­ler. Cenâb-ı Şemseddîn Efendimiz de: “Eğer boynunda çıbanın yok­sa, niçin gökyüzünde müşâhede etmiyorsun?” Yânî taayyün kaydından kurtulmuş isen, niçin mutlaklık âleminde temâşâ etmiyorsun?” buyurmuş­lardır. Sonuç olarak, hálk edilmiş görünme yerlerinde olan letâfet, Hakk’ın cemâl ışığının yansımasından başka bir şey değildir.

Ben tabîat bakıcısını ve onun mecâzî olan ni’met ve râhatını istemem, Rabbü’l-âlemîn daha iyidir. Çünkü ben, Hz. Mûsâ (a.s) meşrebindeyim: “Ve harremnâ aleyhil merâdıa” yânî “Ve ona süt anneleri haram ettik” (Kasas, 28/12) âyet-i kerîmesinde beyân buyrul­duğu üzere o hazret, annesinden başka hiçbir kadının memesini em­medi. Ve onun bakıcısı annesi oldu. Ben Hakk’ın letâfetini a’yan aynaları vâsıtasıyla müşâhede etmek istemem. Çünkü hálk, Hakk’ın bu kesîf taayyünlere bağlı olan letâfetini müşâhede edemediklerinden, bu bağlılık onları helâk etti.

Fakat bu vâsıta, nebîler ve evliyânın vücût taayyünleri gi­bi, kendi sıfatlarından soyunup hakîkî ayın, yânî Cenâb-ı Hakk’ın, sıfâtıyla vasıflanmış olan ve bundan dolayı ahadiyyet zâtında perde olmayan bulut ise, o başka. Çünkü ilâhi sıfatlar ve isimler onlar ile ve onlar da isimler ve sıfatlar görünme yerlerinin hakkı ile kâim olduk­larından, onlardaki bağlılık, hálkı helâk etmek şöyle dursun; belki perde ehlinin perdelerini yırtıp, onları Hakk’a ulaştırır.

 

 

 

 Mesnevî:

Tercüme: Öyle bir bulut perde bağlayıcı olmaz; belki perde yırtıcı olur ki, ma’nâda faydalıdır. Öyle ki, bir aydınlık sabahta, yukarıda bu­lut olmadığı halde yağmur yağdı. O sakâ, yânî su verme Peygamberin mûcizesi idi. Bulut, mahvolmaktan, gökyüzüyle aynı renk olmuş bu­lut idi. Oysa ondan bulut huyu gitmiş. Âşıkın teni sabır ile böyle olur. Ten olur, ammâ tenlik ondan kaybolur. Değişmiştir; ondan renk ve koku gitmiştir”.

Şerh: Nebîlerin ve evliyânın cisimleri de her ne kadar bulut gibi ise de, onlar hakîkî aya perde bağı olup onu örtmezler. Çünkü onların cisimleri latîf olup kesâfetleri kalmamıştır. Âdetâ sûretlenmiş rûhlar gibidirler. Bu saâdetlilerin mübârek vücûtları ona benzer ki, havâ gâ­yet açık ve gökyüzünün rengi, alışılmış rengi ile masmâvî ve hiç bu­luttan eser yok iken, sabahleyin yağmur yağdı. Fakat bu yağmurun yağması gökyüzünde bulut olmaması demek değildir. Bulut yine mevcûttur; velâkin o kadar ince ve latîf olmuştur ki, gökyüzünün rengine perde olmaz. İşte o sakâ, yânî su verme keyfiyyeti de Pey­gamberin mûcizesi idi. Çünkü bulut gibi olan risâlet-penâh vücûdu mahvolmak­tan o kadar letâfet kazanmıştır ki, gökyüzü ile bir renkte olmuştur. Bu nebevî mûcize Mesnevî-i Şerîf’in üçüncü cildinde geçmiştir. Kervândakiler su bulamayıp, Resûlullah (s.a.v.) Efendimize mûrâ­caat etmişler; onlar da mübârek parmaklarından, mûcize göstermek için, su akıtmışlardır.

Bilinir ki, su ya yerden kaynaktan çıkar veyâ gökyüzünden iner. Gökyüzünden inmesi bulutlar vâsıtasıyla olur. Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Efendimiz, vücûdi taayyünleri bulutlara benzetmişlerdir. Ve nebîlerin ve evliyânın mübârek vücûtlarındaki letâfeti anlatmak için de açık havâda yağmur yağdıran ince ve latîf bulutlara benzetmişlerdir. Bundan dolayı bu benzetmeyi te’yîd için, Risâlet Penâh Efendimizin (s.a.v) bu mûcizesini vermişlerdir. Beyt-i Şerîfteki “sakâ” kelimesi, “sîn”in fethiyle, “su vermek” ve kesri ile, “su tulumu” ma’nâlarına ge­lir. Şerh edicilerden bâzıları ikinci ma’nâyı almışlardır. Fakat bu bakış açısı zevk verici değildir; bahse ilk ma’nâ daha uygundur.

Nebîlerin ve evliyânın cisimleri bulut idi. Fakat onlardaki kesâfet gidince, bulutlar gibi perde olmak huyu gitmiştir. İşte âşıkın cis­mi mücâhedeler ve riyâzâtlara ve ilâhi dertler sabır ile böyle la­tîf olur.

Âşıktaki dahi cism idi. Fakat ondaki cismiyyet mahvoldu; kesâfe­ti gitti. Artık onun cismi değişmiştir. Ondan renk ve koku, yânî cismâni sıfatlar gidip sâdece nûr olmuştur. Ve kendi sıfâtından fânî olup Hakk’ın sıfâtıyla bakâ bulmuştur. Bu fassın başlangıcında bahsedildiği üzere onun hâli budur.

 

 

 

Mesnevi:

Tercüme: “Kanat başkası ve baş benim içindir. İşitme ve görme hâne­si tenin sütûnudur. Başka şeyler avlamak için can fedâ etmeği mut­lak küfür ve hayırdan ümitsizlik bil! Sakın papağanlar önünde şeker gibi olma; belki bir zehir ol ve zarar ve ziyandan emîn ol! Yâhut hitâbın beğenilmesi ve âferîni için, köpekler önünde kendini leş gibi kıl! Hızır (a.s.) onun için gemiyi deldi; tâ ki bu gemi gasptan kurtuldu.”

Şerh: Benim tâvûs kuşunun kanadı gibi renkli olan hünerlerim ve bilgilerim ve tenim, başkalarının faydalanması içindir. Fakat canım ve başım benim içindir. Çünkü işitme ve görmenin hânesi olan baş, tenin di­reğidir. Bundan dolayı ben başka şeyler için kanadımı fedâ edersem de ba­şımı, canımı fedâ edemem. Çünkü başka şey avlamak ve dünyâ devletine nâil olmak için can fedâ etmek mûtlak küfürdür ve hayırdan ümitsiz­liktir.

Hind şârihlerinden Abdülfettâh hazretleri: “Ser”den kasıt, “Allâh’ın zâtı”dır. Çünkü sûbuti sıfatlar Allah’ın zâtı için sâbittir ki, onlar da: Hayat, ilim, sem’ yânî işitme, basar yâni görme, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn yâni var etmedir. Ve “kanat”tan kasıt dahi, “beşeriyyetin kendisi” veyâ “be­şeriyyet sıfatları”dır ki, beşeriyyetin veyâ beşeriyyet sıfatlarının fenâsından son­ra fânî olur, demiştir. Bir kimse Allah’ın zâtını “gayr” yânî “başka şey” dediğimiz dünyâya fedâ etse, elbette mutlak küfür ve hayırdan ümitsizlik olacağına şüphe yoktur.

Ey Hak yolunun yolcusu, çok güzel ve aldatıcı konuşma sâhibi ve papağan sîretinde olan dünyâ ehlinin önünde sakın şeker gibi tatlı olma; belki bir zehir ve suratsız ol, ol da onların zararlarından kurtul: Çünkü sen eğer böyle olmaz ve onlarla görüşürsen, o ahmaklar sendeki feyzleri azar azar çalarlar. Sonuçta kalp bulanıklığının oluştuğunu görürsün. Bir sâlik için bundan büyük zarar olmaz.

Yâhut bu dünyâ ehlinin seni beğenmelerini ve sana âferîn de­melerini istersen: “Dünyâ bir cîfedir, tâlibi köpeklerdir” hadîs-i şerîfi îcâbınca, köpeklerden ibâret olan o dünyâ ehlinin önünde kendini leş kıl ve sana verecekleri mânevî zararı kâle almayıp rızâlarını tahsîl et! İşte sana iki şık, hangisi işine gelirse onu yap!

Hızır (a.s) iki yetîm çocuğun gemisini, gaspçıların elinden kurtarmak için deldi. Sen de vücût gemini gaspedici olan dün­yâ ehlinin elinden kurtulmak için yarıl da, beyân olunan tarzda ayıplanıp, zararlardan emîn ol!

 

 

 

 

 Mesnevî:

Tercüme: “El-fakru fahrî” ondan dolayı âlî geldi, tâ ki açgözlülerden ganîye firâr edeyim. Hazîneleri ondan dolayı bir vîrâneye koyarlar; tâ ki imâr ehlinin hırsından kurtulalar. Mâdem ki kana­dını koparmaya gücün yetmiyor, git halvette otur; tâ ki hep onun ve bunun harcı olmayasın!”

Şerh: (S.a.v.) Efendimizin “Fakr benim fahrımdır” hadîs-i ş erîfi, açgözlülerden mutlak Ganî hazretlerine ilticâ etmem için âlî geldi. Ben ve emsâlim olan Hak ehli, fakrı seçtik ve dünyâ ehline bir harâbe şeklinde gözüktük. Çünkü imâr ehlinin hır­sından kurtarmak için defineleri harâbelere gömerler. Biz de vîrâne­ler gibi olan vücûdumuzdaki irfân hazînelerini bu harâbe şekli altında dünyâ ehlinden gizledik. Eğer sen kanat gibi olan hünerlerini, mülk ve malını ve ziynet ve ­ikbâlini kendinden söküp atmaya ve zelil etmeye gücü yetici değilsen, bâri git halvette otur da dünyâ ehli ile görüşmeyi kes; tâ ki kıymetli zamanlarını şunun bunun ma’nâsız sohbetlerine, dalkavukluk ve yaltaklanmalarına sarfedip hüsrân içinde kalmayasın.

 

 Mesnevî:

Tercüme: “Çünkü sen hem lokmasın ve hem de lokma yiyicisin. Ey cân, sen yiyen ve yenilensin! İdrâk et !”

Şerh: Bilinsin ki, insan madde olarak ve ma’nâ olarak hem yiyen ve hem de yenilendir. Madde olarak yemeklik ve yenilmeklik budur ki, doğdu­ğu günden öleceği güne kadar, yediği içtiği hesâp olunsa, binlerce ok­kaya ulaşır. Fakat hangi yaşında olursa olsun ağırlığı, yedi­ği içtiği maddelerin ağırlığıyla kıyas kabûl etmez. Bundan dolayı kendi­si yediği gibi, çevresinde kendisini de an be an yiyenler vardır ve aynı zamanda da yenilendir.

Mânevî yönü budur ki, insan bir düşünceden ibârettir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar:

 

Ey kardeş! Sen ancak bir düşünceden ibaretsin. Ondan başka neyin varsa, kemiktir, ettir.”

 

Ve her insanın irfân derecesine ve zekâsına göre düşüncesi vardır; bundan hariç değildir. Fakat hiç ara vermeden akan bu fikirlerin gelip gitmesinde insanın aslâ tasarrufu yoktur. Eğer tasarrufu olsa idi, herhangi bir fikri gelmeden önce menedebilirdi. Oysa buna gücü yetmez. Şimdi gelen bir fikir, kendisinden önce gelen bir fikri ortadan kaldırıp onun yerine geçer. Ve ondan sonra gelen bir fikir de onu ortadan kaldırır. İnsan bu şekilde fikren ve mânen de yiyen ve yenilen olur. Yiyen ve yenilen olmaktan münezzeh olan “ve hüve yut’ımu ve lâ yut’am“ yâni “ve O yediren ancak yedirilemeyendir” (En’am, 6/14) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üze­re ancak Zât-ı Hak (celle ve alâ) hazretleridir.

Şimdi bir kimse “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadîs-i şerîfinde şeref ulaştırı olan emir îcâbınca, ilâhi ahlâk ile ahlâklanıp cismâniyyeti onun aşk şarâbında fânî ve Hakk’ın bâkâsıyla bâkî olmak mertebesine ulaşsa ve ilâhi sıfatlar ve isimler o kimse ile ve o kimse de, isimler ve sıfatlar görünme yerlerinin tamâmen hakkıyla kâim bulunsa, yiyen ve yenilen olmaktan kurtulur. “V’Allâhü’l-hâdî”.

 

 

  22 Şubat 1916, Salı gecesi sâat 04:00

Yorum bırakın