Günlük arşivler: 20 Ağustos 2018

Fusûs’ül Hikem

indir_63.jpg

Klasik anlamıyla bir tasavvuf kitabı olmayan Fusûsu’l-Hikem, Batılıların teozofi, İslam filozoflarının ise ilm-i ilahi veya marifetullah dedikleri bir disiplini temellendirmeyi hedefleyen orijinal bir yapıttır. Fusûsu’l-Hikem’in Arabî’nin öğrencisi Sadreddin Konevî’nin kullandığı anlamda bir metafizik kitabı olduğunu, Tanrı’nın varlığını, O’nun âlemle ilişkisini konu edindiğini söyleyebiliriz.Fusûsu’l-Hikem düşünce tarihimizde en çok şerh edilmiş eserlerden birisidir. Onun tarih içindeki etkinliği öncelikle bu şerhler sayesinde mümkün olmuştur. Farklı fikrî coğrafyalara mensup kişilerce şerh edilmiş, dahası Fusûsu’l-Hikem şerhi yazmak bir düşünsel ustalık ölçüsü olmuştur.Fusûsu’l-Hikem çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Kimi zaman fakih ve kelamcılar tarafından eleştirilmiş, bu eleştirilere sûfilerce çeşitli cevaplar verilmiş ve böylece farklı bir literatür oluşmuştur.İslam düşünce tarihinin en önemli entelektüel geleneklerinden birisinin kurucusu olan İbnü’l-Arabî’nin başyapıtı Fusûsu’l-Hikem, şimdi yepyeni bir çeviri ve şerhle okurun karşısında. Bu yeni çeviride Arabî’nin çetrefil metninin çok daha kolay nüfuz edilebilir olduğunu göreceksiniz. Gerek bölüm sonlarındaki notlar, gerekse kitabın ikinci kısmını oluşturan şerhin rehberliğinde Arabî’nin karmaşık gibi görünen düşünsel sisteminin düğüm noktaları çözülüyor. Ekrem Demirli yalnızca metni şerh etmekle kalmıyor, belli başlı Fusûs yorumcularının görüşlerine de yer vererek, geçmişte bu metnin nasıl algılandığını aktarıyor.

ÂDEM KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ İLÂHİ

images (3)_0.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Hak Sübhanehu ve Teala, sonsuz sayıdaki Güzel İsimleri’nden dolayıdır ki, bu İsimleri’nin aynlarını görmeyi diledi, veya dilersen şöyle de diyebilirsin: (Varlığının küllî oluşundan dolayı) varlıkla niteleniyor olmaklığıyla, Emr’i (yani, vahidiyet mertebesinde, bütün İlahi İsimlerin aynlarının tecellisini) kendine içkin kılan toplayıcı-varoluşta [kevn-i cami] (yani, İnsan-ı Kâmil’de, İnsan-ı Kâmil’in hakikatinde) Kendi ayn’ını görmeyi ve bu toplayıcı-varoluş’la Kendi sırrını Kendine zahir kılmayı diledi. Çünkü bir şeyin kendini kendinde görmesiyle, kendini kendine ayna olabilecek bir başka şeyde görmesi aynı değildir: Kendini aynada görmek, bakılan yerden yansıyan bir suretin zahir olmasıyla olur. Bu (yansıyan) suretin kendisine zahir olması için, bu yerin (yani, aynanın) olması ve kendisinin bu yere tecelli etmesi gerekir.
Hak bütün bir alemi –yaradılışı kusursuz olmakla birlikte– ruhtan yoksun bir ceset olarak yarattı. Dolayısı ile alem, cilâsız bir ayna gibiydi. Ama, İlahi hükmünün şanı gereği, O hiçbir zaman, üflenen İlahi Nefes olan İlahi Ruh’u kabul etmeyecek bir mahal hazırlamamıştır [tesviye]. Ve Ruh’un kabulü, bu ruhtan yoksun alem suretindeki, daimi tecellinin bitimsiz feyzini kabul etme istidadının açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Böylece, (bu bitimsiz feyzi) kabul-edici [kabil] olan dışında bir şey kalmaz — ki, bu kabul-edici’nin (yani, ayn-ı sabitenin) ortaya çıkışı da Feyz-i Akdes’tendir (yani, ayan-ı sabite, Zat’ın tecellisi yoluyla –Zat’ın Kendine ilişkin ilminin suretleri olarak– ortaya çıktığı için Hak’tan başkası değildir). Ve başlangıçta ve sonda, her şey O’ndan olduğu gibi, yine her şey O’na döner. İmdi Emr, alem aynasının cilâlanmasını gerekli kılınca, Âdem bu alem aynasının cilâsı ve bu suretin ruhu oldu.
Öte yandan melekler de, bu suretteki, yani ehlullah’ın ıstılahında “Büyük İnsan” adı verilen alemin suretindeki bazı yetileri [kuvve] oluşturdular. İnsan oluşumu [neş’et-i insaniyye] için hissî ve ruhanî yetiler ne ise, alem sureti için de melekler odur. Bu yetilerin herbiri kendi nefsiyle örtülüdür ve böyle olunca da (İlahi Cem’iyet’in yalnızca kendilerine özgü olduğunu sandıklarından) kendilerinden üstün hiçbir şeyi göremezler (yani, kendi nefslerinde gördükleri kemal, başkalarında bulunan kemali görmelerine engel olur). Çünkü, kendilerince onlar Allah’ın indinde olan bütün

yüksek mertebeler ve yüce menziller için gereken yeterliliğe sahip oldukları zannı içerisindedirler — çünkü onların indinde; hem İlahi Taraf’a [cenab-ı ilahi], hem Hakikatlar Hakikatı [hakikatü’l hakaik] tarafına ve hem de bu sıfatları (yani halkiyyet ve hakkıyyet sıfatlarını) yüklenmiş olan oluşumda, alemin ulvi ve süfli bütün kabul-edebilirliklerini [kabiliyet] içeren Külli Tabiatın gerektirdiği şeye ilişkin olarak İlahi Cemiyyet sözkonusudur. Ama (Külli Tabiat’a ilişkin) bu ilme akılyürütme yoluyla ulaşılamaz, çünkü bu türden ilim ancak ilahi keşf yoluyla gelir; ve ancak ilahi keşf yoluyladır ki, ruhlarını (yani, İlahi İsimlerin kendilerindeki etkilerini) kabul-edici olan alem suretlerinin aslının ne olduğu (yani, Külli Tabiat olduğu) bilinebilir.
Yukarıda sözü edilene, “İnsan” ve “Halife” adı verildi. İnsan adı verilmesi, oluşumunun [neş’et] genel olmasından ve bütün hakikatları kendinde içkin kılmasından dolayıdır. Ve İnsan Hak için, gözdeki görmeyi mümkün kılan gözbebeği gibidir. Böylece ona (“gözbebeği” anlamına gelen) “İnsan” adı verilmiştir. Çünkü Hak, mahlukatına İnsan’dan doğru bakar ve mahlukatına yönelik rahmetini onunla ihsan eder. O ezelî olan sonradan olma insandır [insan-ı hâdis]; ve ebedî olan daimi-oluşumdur [neş’et-i dâimü’l ebedî]; ve ayrımsızlayıcı olan ayrımlayıcı-kelime’dir [kelime-i fasl-ı camî].
Alem insanın varlığıyla tamamlandı. Ve onun aleme nisbeti, mührün, üzerinde bulunduğu yüzük kaşına nisbeti gibidir — sultanın hazineleri üzerine nakşettiği mühür, yüzük kaşının üzerindedir. Ve insana “halife” denmesi bu nedenledir: Nasıl ki sultan hazinelerini mührüyle muhafaza ediyorsa, Allah da mahlukatını halifesiyle muhafaza eder. Üzerinde sultanın mührü oldukça hiç kimse, sultanın izni olmadan bu hazineleri açmaya cüret edemez. Böylece insanı, alemin muhafazasında Kendisine halife kıldı ve alem, içerisinde İnsan-ı Kâmil bulunduğu sürece muhafaza olunacaktır. Görmez misin ki, dünya hazinelerinin mührü olan İnsan-ı Kâmil’in bu dünyadan ayrılmasıyla bu dünyanın üzerindeki mühür parçalanacak olsa, Hakk’ın onda saklayacağı hiçbir şey kalmaz ve içinde olan ne varsa boşalır, herbir parçası (kendi asılları olan) diğer parçalara katışır. Ve her şeyin ahirete intikal etmesiyle, İnsan-ı Kâmil, ahiret hazinelerinin üzerine ebedî (mühür) olarak mühürlenir.
İlahi sureti oluşturan İsimler’in bütünü insanın ortaya çıkışıyla zahir oldu ve böylece insan bu mevcudiyetiyle bütün bir mevcudatı kapsama ve kendinde toplama [cem] ayrıcalığını elde etti. Ve bundandır ki, Allahu Teala’nın meleklere gösterdiği delili oldu. O halde sakın! Çünkü Allah seni, bir başkasından örnek vererek uyarmaktadır ve suçlanan kişinin ne ile suçlandığını dikkatlice düşün! Çünkü Melekler bu halifenin ortaya çıkışının ne anlama geldiğini anlayamadıkları gibi, Hazret-i Hakk’a zatî ibadet için neyin (yani, bütün İlahi İsimlerle ibadetin) gerekli olduğunu da anlayamadılar. Çünkü hiç kimse Hakk’a ilişkin olarak, kendi zatının verdiğinden başkaca hiçbir şey bilmez. Melekler Âdem’in toplayıcılığına [cem’iyet] sahip olmadıkları için, Hakk’ı hangi İlahi İsimler’le tesbih ve takdis ediyorlarsa, ancak bu

kendilerine mahsus İlahi İsimleri anlayabildiler. Melekler, Allahu Teala’nın, kendilerine bilgisi ulaşmamış başka İlahi İsimleri de olduğunu bilmediklerinden, bu İlahi İsimlerle Allah’ı tesbih ve takdis edemediler. Böylece, sözünü ettiğimiz şey (yani, anlayış yokluğu) onlara egemen oldu ve bu halin (yani, bilgisizliğin) hükmü altına girdiler. Oluşumları itibarıyla, “Yeryüzünde bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın?” [Bakara Suresi, 2/30] dediler. Ama bu, (Âdem’i) kötülemekten başka nedir? Ve kötüledikleri şey, bizatihi bu kötülemeleriyle onların kendisinde ortaya çıktı. Bu şekilde, Âdem’in yapacağını söyledikleri bozgunculuğu, Hakk’a karşı kendileri yapmış oldular. Eğer, oluşumları bunu gerektirmeseydi, Âdem hakkında söylemiş olduklarını söylemezlerdi — ama bu yaptıklarının bilincinde değildiler. Eğer kendilerini bilselerdi, (kendi sınırlılıklarını) bilirlerdi ve eğer bilselerdi bundan sakınırlardı. Âdem’i çekiştirmekle de kalmadılar. Takdis ve tesbih ettikleri şeyle davalarında ileri gittiler. Halbuki Âdem indinde, meleklerde bulunmayan İlahi İsimler vardır. Ve onlar, Rablerini bu isimlerle ne tesbih ne de takdis etmediler.
Allahu Teala, kendimizi sakındıralım ve O’na yönelik edebi öğrenelim ve kendimizde hakikatini gerçeklediğimiz ve kendimizde barındırdığımız şey üzerinde, kayıtlı oluşumuza bakmaksızın, dava gütmeyelim diye bize bunları bildirmektedir. Biz nasıl olur da mutlaklık davası güdebiliriz? Haliyle hallenmediğimiz ve kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şey hakkında kendimizi gülünç duruma düşürmeksizin nasıl genellemeler yapabiliriz? İşte bu ilahi bilgilendirme, Hakk’ın, edeb sahibi kullarını, iman sahibi kullarını ve halifelerini edeblendirme yoludur.
Ondan sonra, hikmete dönerek şöyle deriz: Bil ki, küllî şeyler [umur-u küllîye] –her ne kadar (duyumsal birer) ayn olarak var olmasalar da– hiç kuşku yok ki, zihinde akılla-kavranabilir ve bilinirdirler. Batın olmaları, onları (duyumsanabilir olan) aynî varlıktan [vücud-i aynî] ayrı kılmaz, tersine, kendilerine aynî varlık olan herşeye hükmeder ve etkide bulunurlar. Gerçekte küllî şeyler (duyumsanabilir olan) aynî varlıklardan ayrı değil, onların ta kendisidirler. Ve küllî şeyler, kendi içlerinde hiçbir zaman akılla-kavranabilir olmaklıktan çıkmazlar. Böylece, akılla-kavranabilir olmaklıkları itibarıyla batın ve (duyumsanabilir) mevcud aynlar [ayan-ı mevcudat] olmaklıkları itibarıyla zahirdirler. Aynî varlıkların herbiri –akıldan sökülüp atılamayan ve akılla-kavranabilir olmaklıktan çıkarlarsa (duyumsanabilir olan) ayn’daki varlıklarından söz edilemeyecek olan– küllî şeylere dayanır. Geçici olan veya geçici-olmayan her aynî varlık için bu durum geçerlidir: aynî varlığın küllî şeye nisbeti, her iki durumda da bir ve aynıdır. Ne var ki, küllî şey tarafından aynî varlıklara verilmiş olan dolayısıyladır ki, bir hükmün gerisingeri küllî şeye dönmesi sözkonusudur; tıpkı ilmin ilim sahibine, hayatın da hayat sahibine nisbetinde olduğu gibi. Şöyle ki:
Hayat akılla-kavranabilir olan bir hakikattir, ilim de öyle. Ve her ikisi de bir diğerinden ayrışıktır. İmdi, Hak Teala’ya ilişkin olarak, O’nda hayat ve ilim olduğunu söyleriz ve “O, Hayat ve İlim Sahibi’dir” deriz. Ve melekte de hayat ve

ilim olduğunu söyleriz ve onun için de “o, hayat ve ilim sahibidir” deriz. Aynı şekilde, insanda da hayat ve ilim olduğunu söyleriz ve onun için de yine “o, hayat ve ilim sahibidir” deriz. Herbirinde, ilmin hakikatı tektir (yani, ilim tek bir hakikata işaret eder), ve aynı şekilde hayatın hakikatı da tektir. Ve onların “ilim sahibi” ve “hayat sahibi” olmaklığa nisbeti de tektir. Ama, Hakk’ın ilmi sözkonusu olduğunda, bu ilmin “kadîm” olduğunu ve insanın ilmi sözkonusu olduğunda bu ilmin “hâdis” olduğunu söyleriz. O halde, bu (kadîm ve hâdis biçimindeki) vasıflandırmayla akılla-kavranabilir hakikatin nasıl görecelik kazandığına ve akılla-kavranabilir şeylerle (duyumsanabilir) aynî varlıklar arasındaki bu bağıntıya bak. İmdi ilim, kendisinde ilim olan kimseye hükmeder ve ona “alim” denir. Ve bu ilimle vasıflanan kimse de, ilmi hâdis ise ilmin hâdis olmaklığına ve ilmi kadîm ise ilmin kadîm olmaklığına hükmeder. Böylece (ilim ve alimin) her ikisi de (yani, akledilebilir tümel ile duyumsanabilir tikel ayn) hem hükmeden hem de hükmolunandır.
Şurası muhakkak ki, akılla-kavranabilir olan küllî şeyler, ayn olarak yok [madum] ve hüküm olarak vardırlar [mevcud]. Nitekim, (küllî şeyler) aynî varlığa nisbet olunduklarında hükmolunandırlar. Hükmolunmayı kabul ederler, ama ayrımlanmayı veya bölünmeyi kabul etmezler, çünkü böyle bir şey onlar için mümkün değildir. Çünkü küllî şeyler, niteledikleri her bir mevcud aynda zatî olarak zahirdirler. Tıpkı herbir insandaki “insanlık”ın, insanların sayısınca bölünmeye uğramaksızın veya çoğalmaksızın, akılla-kavranabilir olarak kalması gibi. Ve aynî varlığı olanla, aynî varlığı olmayan (küllî şey) arasında bağıntı kurulursa, bu varolmayan bir nisbettir [nisbet-i madumiyye]. Bir aynî varlıkla bir diğeri arasındaki bağıntı anlaşılmaya daha yatkındır. Çünkü, ne de olsa, bunların arasında bir birleyici [cami] vardır ki, o da aynî varlık olmaklıklarıdır. Ama, aynî varlığı olanla, aynî varlığı olmayan arasındaki bağıntıda birleyici yoktur ve bağıntı birleyicinin yokluğuyla kurulmuştur. Ve birleyicinin varlığı ile bağıntı daha sağlam ve daha yerincedir.
Ve hiç kuşkusuz, hâdis olanın hâdis olmaklığı, ve kendisini ortaya çıkaran ortaya çıkarıcıya varlık yönünden gereksinimi [iftikâr] olması, kendisinin mümkün olmaklığından dolayıdır. İmdi onun varlığı kendinden değil, başkasındandır. Böyle olduğu için de, gereksinim bağıntısıyla bağıntılanmıştır. Ve Kendisine dayanılıyor olunan; kendi Zat’ından varlığı zorunlu olan, Kendisiyle gani olup, başkasına gereksinimi olmayandır; bu zorunlu olarak böyledir. Böylece, hâdis olan, Kendi Zat’ıyla varlık verene bağıntılanmış oldu. Ve zorunlu varlığın [vacibü’l-vücud], Zat’ıyla onu gerektirmesinden dolayı da, zorunlu oldu. Ve zatıyla, Kendisinden zahir olduğu Zat’a dayanması da, kendisine bütün İsim ve Sıfatlardan nisbet olunan ne varsa –zatî zorunluluk dışında– O’nun suretinde olmasını gerektirdi. Çünkü, hâdis olan hakkında bu (yani, zatı itibarıyla zorunlu olmaklık) sözkonusu değildir ve zorunlu varlık haline gelmiş olsa bile, zorunlu olması, kendisiyle değil, kendisinden başkası yoluyladır.

Ondan sonra, bil ki, iş bizim dediğimiz gibi, yani, O’nun Kendi suretini hâdis olanda zahir kılması şeklinde olunca, Hak Teala, O’na ilişkin ilmi edinebilmemiz için bizi hâdis olan üzerine düşünmeye sevketti ve ayetlerini onda gösterdiğini söyledi. Böylece, O’nun yol gösterdiği şekilde, biz O’nu –Zat’ına özgü olan zorunlu olmaklığı dışında– ancak kendi sahip olduğumuz vasıflar ölçüsünde vasıflandırırız. Ve O’nu kendimizden ve kendimizle bildiğimiz için kendimize nisbet ettiğimiz herşeyi O’na nisbet ettik ve bundandır ki, İlahi haberler bize tercümanların (yani, nebilerin) dili üzere ulaştı ve O, Nefsini bize bizimle vasıflandırdı. Böylece, O’nu müşahede ettiğimizde, kendimizi müşahede ederiz. Ve bizi müşahede ettiğinde, O Kendini müşahede eder.
Her ne kadar bizi ayrımsız kılan [cem] tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] üzre olsak da, hiç kuşkusuz, kişi ve tür olarak çok sayıdayızdır. İmdi, biz kesinlikle biliriz ki, kişileri bir diğerinden ayıran bir ayırıcı vardır. Eğer bu olmasaydı, bir’de [vahid] çokluk olmazdı. Böylece, O, bütün vecihleriyle birlikte Kendini vasıflandırdığı vasıflarla bizi vasıflandırmış olsa da, bir ayırıcı olması kaçınılmazdır. Ve bu ayırıcı, mümkün varlığımız için O’na duyduğumuz gereksinimden dolayı, varlığımızın ona dayanması ve O’nun, bizim Kendisine duyduğumuza benzer bir gereksinimden Gani olmasıdır. Bundandır ki O’nun için, yokluktan [adem] varlığın açılması anlamında evveliyetin sözkonusu olmadığı önceden olmaklık ve öncesizlik sözkonusudur. Böylece O, Evvel olmakla birlikte, Kendisine hiçbir varoluşsal evveliyet nisbet olunmaz. Bundandır ki O’na Ahir denir. İmdi O’nun evveliyeti, kayıtlı varlığın evveliyeti olsaydı, bitimi olmayan mümkün şeylerin ahiri olmadığından, O’nun kayıtlı olanın Ahir’i olduğu söylenemezdi. O’nun Ahir olması, bütün herşeyin bize nisbet olunduktan sonra O’na dönmesinden dolayıdır. Böyle olunca o, Evvel olmaklığının kendisinde Ahir ve Ahir olmaklığının kendisinde de Evvel’dir.
Yine bil ki, gerçekte Hak Teala Kendini hem Zahir hem de Batın olarak vasıflandırdı: Ve, gaybımız ile batını idrak edebilmemiz için gayb alemini ve şehadetimizle zahiri idrak edebilmemiz için de şehadet alemini var etti. Ve Kendisini, aynı zamanda da, rıza ve gazabla vasıflandırdı: Ve O’nun gazabından korkalım ve O’nun rızasını umalım diye de alemi, korku ve ümit sahibi olarak var etti. Ve yine Kendisini “Cemîl” ve “Celal Sahibi” olarak vasıflandırdı. Ve bizleri de (celal tecellilerinin müşahede edilmesi olan) heybet ve (cemal tecellilerinin müşahede edilmesi olan) üns üzere var etti — ve O’na nisbet olunan ve O’nunla adlandırılan her şey için bu böyledir. İmdi Hak Teala, alemin hakikatlerini ve bireylerini cami olan İnsan-ı Kâmil’in yaratılışına yöneldiği bu iki sıfat (yani, “Celal” ve “Cemal” sıfatları) için “İki El” ibaresini kullandı. Böyle olunca, alem şehadettir ve (bir cesetten ibaret olan alemin ruhu olmaklığıyla) Halife gayb’dır. Ve bundan dolayıdır ki, Sultan örtünür.
Hak Teala Kendini, (Celal sıfatı olan) tabii cisimlerin oluşturduğu zulmanî perdelerle ve (Cemal sıfatı olan) latif ruhların oluşturduğu nuranî perdelerle vasıflandırdı.

Böyle olunca kesif ve latif olan şeylerden oluşan alem, (kesif, latif olana ve latif de kesif olana perde olduğundan) kendisi için perdenin ta kendisidir. İmdi alem, bu her iki vechinden dolayı, Hakk’ı, Hakk’ın Kendini idrak ettiği vech ile idrak edemez. Ve O’na duyduğu gereksinimle kendini var edenden ayrı olduğunu bilse bile, bu perde [hicab] hiçbir zaman kalkmaz. Çünkü alem, Hakk’ın varlığı olan Zatî varlığın zorunlu oluşunu tadamaz ve O’nu sonsuza dek idrak edemez. Bu demektir ki, Hak Teala; hâdis olanın onda (yani, zatî zorunlulukta) yeri olmamasından dolayı, deneyimleme [zevk] ve şuhud ilmiyle sonsuza dek bilinemez olarak kalır.
İmdi Allahu Teala’nın Âdem’i “İki Eli” arasında cem etmiş olması, onu şereflendirmek içindi. Bundandır ki, Hak Teala İblis’e, “İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?” [Sâd Suresi, 38/75] buyurdu — ki Âdem, Hak Teala’nın İki Eli’ne karşılık gelen iki suretin, yani alemin suretiyle Hakk’ın suretinin cem olmaklığından başka bir şey değildir. İblis ise ancak alemin bir parçası olduğundan, bu cem’iyet onda ortaya çıkmadı. Ve Âdem, bu vasfından dolayı halife oldu. Eğer halife kılındığı şeyde, kendisini halife kılanın suretiyle zahir olmasaydı, kendisine halifelik verilmezdi. Ve eğer, üzerlerine halife kılındığı ve (bundan dolayı) kendisine dayanıyor olan uyrukların bütün talebleri kendinde bulunmasaydı ve onların taleplerini karşılayacak durumda olmasaydı, onlar üzerine halife olmazdı. Böyle olunca kendisine muhtaç olanların tümünü birden kendinde barındırması kaçınılmazdır. Değilse, onların üzerine halife olamaz. Bu takdirde halifelik ancak İnsan-ı Kâmil için geçerlidir. Ve Hak Teala, İnsan-ı Kâmil’in zahirî suretini alemin hakikatlerinden ve suretlerinden ve batınını da Kendi suretinden inşa etti. Ve bunun için İnsan-ı Kâmil’e ilişkin olarak, “Ben onun görmesi ve işitmesi olurum” dedi; “gözü ve kulağı olurum” demedi ve böylece iki sureti birbirinden ayırdı.
Ve böylece o (yani, Halife), alemdeki her varlıkta, bu varlığın hakikatinin talep ettiğincedir. Ama, Halife’den başka (Hakk’ın suretiyle, alemin suretini) cem edici olan yoktur ve o da bu cem’iyete sahip olmaklığı ile üstün oldu. Eğer Hakk’ın mevcudatta (ilahi) suret yoluyla yayınımı olmasaydı, alemin varlığı sözkonusu olmaz ve aynı şekilde, küllî olan akılla-kavranabilir hakikatler için olmasaydı, aynî varlıklarda bir hüküm zahir olmazdı. Ve bu hakikat dolayısıyladır ki, alemin kendi varlığı için Hakk’a gereksinimi olduğu kesinlenmiş oldu.
Herşey müftekir; müstağni olan yok…
Durum budur, sözün gerçeği
Anarsam Tek, Müstağni olan diye
Anlarsın kimden söz ettiğimi
Herşey birbirine bağlı, kaçacak yer yok
Öyleyse anlayıver sözlerimi…
Artık Âdem’in, kendi zahirî sureti olan bedeninin ortaya çıkışındaki hikmeti (yani,
Âdem’in bedeninin alemin hakikatlerinden ve suretlerinden inşa olunmasının, bir
halife olarak, alemin muhtaç olduğu her şey ile kaim olması gerekliliğinden dolayı

olduğunu) öğrendiğin gibi; Âdem’in, kendi batınî sureti olan ruhunun ortaya çıkışındaki hikmeti de (yani, Âdem’in batınî suretinin Hakk’ın sureti üzre inşa olunup, O’nun işitmesi ve görmesi olduğunu) öğrenmiş oldun. Ve bildin ki o, hem halk hem de Hak’tır. Ve onun –kendisiyle Halifeliği hak ettiği– herşeyi birleyici [mecmu] olan rütbesini de bildin. Âdem kendisinden bütün bir insan türünün yaratıldığı bir-olan nefs’tir [nefs-i vahid]. Ki Hak Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar, sizi bir tek nefsten yaratıp, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkekler ve kadınlar çıkaran Rabbinizden sakının!” [Nisa Suresi, 14/1]. O’nun, “Rabbinizden sakının” sözü şu anlama gelir: “Sizden zahir olanı Rabbiniz için korunak [vikaye] kılın, ve sizin için batın olanı da, ki o Rabbinizdir, zahiriniz için korunak kılın.” Ve, gerçekte iş, yergi ve hamddır. Ve (senden zahir olan yerilesi fiillerini Hakk’a izafe etmeyerek) yergiye korunak ol ve hamd ile O’nu kendine korunak kıl ki, ilim ve edeb sahiplerinden olasın.
Sonra, Allahu Teala, Âdem’e ne verdiyse kendisine gösterdi. Ve Âdem’e verdikleri İki Eli arasındaydı. Bir elinde alem ve öbür elinde de Âdem ve herbiri kendi mertebesinde bulunan onun soyundan gelenler vardı. Ve Allahu Teala, ilk büyükbabamıza verdiği şeyi, bana kendi sırrımda gösterdi; ben de bu kitapta, bana getirilen sınırları gözeterek (bu gördüklerimi) yazdım, yoksa (gördüklerim) hakkında bütün bildiklerimi değil. Çünkü bunlar ne bu kitaba, ne de şu an varolan aleme sığar. Bu kitapta, müşahede ettiğim şeyleri, Resulallah’ın –salat ve selam onun üzerine olsun– bana getirdiği sınırlar içerisinde kaleme aldım. Ve kitabımı, ilki bu “Âdem Kelimesindeki İlahi Hikmet” bölümü olmak üzere, şu bölümlere ayırdım:
Şit Kelimesindeki Nefes Hikmeti, Nuh Kelimesindeki Subbuhiyye Hikmeti, İdris Kelimesindeki Kuddusiyye Hikmeti, İbrahim Kelimesindeki Müheyyemiyye Hikmeti, İshak Kelimesindeki Hakkiyye Hikmeti, İsmail Kelimesindeki Aliyye Hikmeti, Yakub Kelimesindeki Ruhiyye Hikmeti, Yusuf Kelimesindeki Nuriyye Hikmeti, Hud Kelimesindeki Ahadiyet Hikmeti, Salih Kelimesindeki Fütuhiyye Hikmeti, Şuayb Kelimesindeki Kalbiyye Hikmeti, Lut Kelimesindeki Melkiyye Hikmeti, Üzeyir Kelimesindeki Kaderiyye Hikmeti, İsa Kelimesindeki Nebeviyye Hikmeti, Süleyman Kelimesindeki Rahmaniyye Hikmeti, Davud Kelimesindeki Vücudiyye Hikmeti, Yunus Kelimesindeki Nefsiyye Hikmeti, Eyyub Kelimesindeki Gaybiyye Hikmeti, Yahya Kelimesindeki Celaliyye Hikmeti, Zekeriya Kelimesindeki Malikiyye Hikmeti, İlyas Kelimesindeki İnasiyye Hikmeti, Lokman Kelimesindeki İhsaniyye Hikmeti, Harun Kelimesindeki İmamiyye Hikmeti, Musa Kelimesindeki Ulviyye Hikmeti, Halid Kelimesindeki Samediyye Hikmeti ve Muhammed Kelimesindeki Ferdiyye Hikmeti..
Ve herbir hikmetin bulunduğu bölüm, bu hikmetin nisbet olunduğu Kelime’dir. Dolayısıyla bu kitapta, Ana Kitab’ın [ümmü’l kitab] getirdiği sınırlar içerisinde, kendimi bu bölümlerde yazmış olduklarımla sınırladım. Ve ancak bana gösterilene uydum ve bana çekilen sınırda durdum. Eğer daha fazlasını yapacak olsaydım buna

güç yetiremezdim çünkü Hazret bunu yapmaktan alıkoyar. Başarı Allah’ındır ve O’ndan başka Rabb yoktur.

ŞİT KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NEFESİYYE

indir (16)_0.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Bil ki, alemde kulların aracılığıyla olsun veya olmasın zahir olan hediyeler ve bağışlar iki kısma ayrılır: İlki Zattan gelen bağışlar [ataya-yı zatî], diğeri ise İsimlerden gelen bağışlardır [ataya-yı esmaî] ve bunlar zevk ehli indinde birbirinden farklıdır. Bu bağışlar, özgülenmiş veya özgülenmemiş bir dileyiş üzerine verildiği gibi, herhangi bir dileyiş olmaksızın verilen bağışlar da vardır ve gerek Zattan gelen [zatî] bağışlar ve gerekse İsimlerden gelen [esmaî] bağışlar için olsun, bu böyledir. Özgülenmiş bir şey isteyen kişi, hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle der: Ya Rabb bana şunu ver! Özgülenmemiş bir şey isteyen kişi ise, yine hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle der: Ya Rabb, varlığımın lâtif ve kesif herbir parçasına benim için hayırlı olduğunu bildiğin şeyi ver!

Ve dileyişte bulunanlar iki sınıftır: Bir sınıfı, insanın doğasında bulunan acelecilikle bir şey dilemeye davranır. Bu, insanın aceleci bir yaratılışta olmasındandır. Ve diğer sınıfı da, Allahın indinde, halihazırda İlahi İlimde bulunan ve istenmedikçe elde edilemeyecek olan pek çok şey olduğu yolundaki bilgileriyle bir şey dilemeye davranarak şöyle derler: Umulur ki, Haktan dileyişte bulunduğumuz şey bu türdendir. Böylelikle, bu kimse, dileğinin gerçeklenme imkanı konusunda ihtiyatlıdır. Allahın ilminde olanı ve (kendisinin bu ilimden) neyi kabul etmeye istidadı olduğunu bilmez. Çünkü, içinde bulunulan herbir anda, kişinin kendi istidadını bilmesi, bilgi olarak en zor bilgilerden biridir. (Ama her ne kadar istidadını bilmese de) eğer istidadı, dilemeye yöneltmeseydi, dilekte bulunmazdı.

Huzur Ehli olanlar da tıpkı onlar gibi bilmezler; bunu (yani, istidatlarını), olsa olsa bulundukları an içerisinde bilirler. Huzurda olmaklıklarıyla, Hakkın o anda kendilerine ne verdiğini ve verileni almalarının ancak buna istidatları olmalarından dolayı olduğunu bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabul ettiklerinden doğru istidatlarını bilirler; ve diğerleri de neyi kabul ettiklerini istidatlarından doğru bilirler. Bu da, bu sınıfta istidadın bilinmesinde, olabilecek olanın en eksiksizidir. Ve bu sınıftan kimileri vardır ki, acelecilikten ve dileyişin kabul edilebilir olmasından değil, ancak Allahu Tealanın, Bana dua edin, duanızı kabul edeyim [Mümin Suresi, 40/60] yolundaki emrine uymak için dileyişte bulunurlar. Ve böylesi bir kimse, katıksız kuldur. Ve bu şekilde dileyişte bulunan kimsede, dilediği şeye ilişkin bu şey ister özgülenmiş, ister özgülenmemiş olsun herhangi bir himmet yoktur. Onun himmeti ancak efendisinin buyruklarına uymaya yöneliktir. Eğer hali bir dileyişte bulunmayı gerektirirse, kulluğu diler; ve Allaha havale etmeyi ve sessizliği gerektirdiğinde de, Eyyub ve diğerlerinde olduğu gibi sessiz kalır ve Allahtan, başına getirdiği şeyi gidermesi yolunda bir dileyişte bulunmaz. Başka bir zamanda, (bulundukları hal) bu başlarına gelen şeyin giderilmesini gerektirdiğinde, dileyişte bulunurlar ve Allah bunu onların başından giderir.

Dilenen şeyin bir an önce yerine gelmesi veya gecikmesi, Allahın takdirine kalmış bir şeydir. Eğer zamanında dileyişte bulunulmuşsa, dilek hemen kabul olunur ve eğer zamanı henüz gelmemişse, ister bu dünyada olsun ister ahirette, dilenen şeyin kabul olunması gecikir; yoksa geciken Allahın lebbeyk biçimindeki icabeti değildir. Bunu anla.

Ve ikinci kısma (yani, Allahın bağışlarının ikinci kısmına) gelince, bunlar dediğimiz gibidir, bu bağışlar herhangi bir dileyişte bulunulmuş olmaksızın yani dile getirilmiş bir dilekte bulunmaksızın verilirler. Çünkü, aslına bakılırsa (bir bağışın verilebilmesi için) söz, hal veya istidat yoluyla dilenmiş olması kaçınılmazdır. Nitekim (sözle dileyişte bulunmaksızın verilmiş olan bağış nasıl ki sözle kayıtlanmamış olduğu halde, hal ve istidat ile kayıtlanmışsa, verilen bu bağışa karşılık olarak edilen) hamd, dile getirilmekliğinde kayıtlanmamıştır; ama manada bu hamdın halle kayıtlanmaması imkansızdır. Seni Allaha hamdetmeye yönelten şey; hamdını, ya Allahın fiillerine ilişkin bir İsim [ism-i fiil] ya da (Subbuh ve Kuddüs gibi bir) Allahın aşkınlığına ilişkin bir İsim [ism-i tenzih] yoluyla kayıtlar.

Kul kendi istidadının farkında değildir, ama halinin farkındadır, çünkü (kişi) kendini (bir şeyi dilemeye) neyin yönelttiğini bilir ve bu da (kendi bulunduğu) haldir. İstidat, dilemenin en gizli olanıdır.

Ve, Allahın kendileri hakkında öncel bir hükmü olduğuna ilişkin ilimleri, ancak bu, onları (yani, sözle dileyişte bulunmayanları) dileyişte bulunmaktan alıkoyar. Dolayısıyla onlar, Haktan gelen şeyin kabulü için mahallerini hazırladılar ve nefslerinden ve garazlarından geçtiler. Ve onlar arasında; Allahın, bütün hallerine ilişkin olarak kendileri hakkındaki bilgisinin, mevcudiyetlerinden önce değişmez aynlarında [ayan-ı sabite] bulunuyor oldukları hal üzre olduğunu ve Hakkın onlara, ancak kendi aynlarının Ona verdiği şeyi verdiğini bilenler vardır. Ve onlar Allahın ilminin kendilerinde nereden ortaya çıktığını bilirler. Ve Ehlullah arasında bu sınıftan daha üstün ve keşfi daha açık bir sınıf yoktur. Ve gerçekte bunlar kader sırrını kavramışlardır.

Bu (kader sırrını kavramış olan) sınıf da kendi arasında ikiye ayrılır: Bunlardan bir kısmı kader sırrını ayrıntılanımsız [mücmel] olarak bilirken, diğer kısmı da ayrıntılanımlı [tafsil] olarak bilir. Kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilenler, ayrıntılanımsız olarak bilenlerden daha üstün ve daha eksiksizdir. Çünkü kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilen kişi, Allahın ister ilim olarak kendisinin Allaha verdiği şeyi Allahu Tealanın kendisine bildirmesiyle olsun, isterse Allahu Tealanın, kendi aynını bütün sonsuz hallerinin birbirini izleyişi içerisinde kendisine açımlamasıyla [keşf] olsun kendisine ilişkin olarak ne bildiğini bilir. Bu kişi, daha üstündür. Böylesi bir kimse kendini, Allah onu nasıl biliyorsa, öyle bilir çünkü ilmin kaynağı birdir. Ne var ki, kul açısından kendine ilişkin ilmi Allahın bir lütfundan başka bir şey değildir ve bu lütuf da değişmez aynının halleri cümlesindendir. Böylesi bir keşf sahibi olan kişi, Allah ona kendi değişmez aynının hallerini gösterdiğinde bunun Allahın bir lütfu olduğunu bilir. Çünkü, Allah ona, kendisi üzerinden varlık suretinin ortaya çıktığı değişmez aynını gösterdiğinde; bunu, Hakkın değişmez aynları yokluk [adem] hallerinde görmesi gibi göremez. Çünkü bunlar (yani, yokluk halindeki değişmez olan aynlar) zatî nisbetlerdir ve zatî nisbetlerin sureti yoktur. Eğer bütün bunlar anlaşılacak olursa, diyebiliriz ki, (ayn-ı sabitenin gerek Hakka ve gerek kula aynı ilmi vermesiyle sözkonusu olan) ilimdeki bu denklik, Allahın kula yönelik lütfu sonucunda ortaya çıkar (yani, Hak ile kul arasındaki ilimdeki denklik, ancak ayan-ı sabite suretlerinin İlahi İlimde ortaya çıkmasından sonradır). Bundandır ki Allahu Teala, ..ta ki bilelim buyurmuştur [Muhammed Suresi, 47/31]. Ve bu, anlamı kesin bir sözdür ve bu meşrebden olmayanların (yani, gerçek tevhidi deneyimlememiş olanların) sandığından son derece farklıdır. Tenzih edicinin amacı, ilimdeki sonradan olmaklığı (ilmi Zattan ayırarak) ilme ilişkilendirmektir. Eğer ilmi Zata bir eklenti olarak ortaya koymasaydı, bu meselede kendi aklî gücünü en üst düzeyde kullanmış olurdu. Ama Zata değil, ilme ilişkilendirdi. Ve böyle yapmamış olmakla, keşf ve şuhud sahibi olan gerçekleyici [muhakkik] ehlullahtan ayrıldı.

Şimdi bağışlara dönelim: Bunlar, ya Zattan (yani, zat-ı uluhiyeden) veya İlahi İsimlerdendir. Zattan gelen bağış ve hediyeler ancak ilahi tecelli yoluyla gelir ve Zatî tecelli, ancak kendisine tecelli olunanın istidadı suretinde olur, bunun dışında Zatî tecellinin olması sözkonusu değildir. Kendisine tecelli olunan kişi, Hakkın aynasında kendi suretinden başkasını görmez; ve Hakkı görmez. Ve kendi suretini ancak Hakkın aynasında gördüğünü bilse bile, tıpkı zahirdeki ayna için sözkonusu olduğu gibi, Onu görmesi mümkün değildir. Aynaya baktığında, ve onda suretleri gördüğünde, kendi suretini ve başka suretleri onun vasıtasıyla gördüğünü bilsen bile, aynanın kendisini göremezsin. İmdi, Allahu Teala bu durumu, kendi Zatî tecellisi için bir misal olarak sundu, öyle ki kendisine tecelli olunan Onu bilsin diye. Ve görüm [rüyet] ve tecelliye bundan daha yakın olabilecek bir misal yoktur. Aynada kendine baktığında, aynanın kendisini görmeye çalış, hiç kuşkusuz onu hiçbir zaman göremezsin. Bu aynadaki suret misalini anlayan bazı kimseler, görülen suretin, görenin gözüyle ayna arasında olduğunu düşündüler. Bu onların ilim olarak varabildikleri şeyin son noktasıdır. Ve iş, bizim söylediğimiz gibidir ve biz bunu Fütühat-ı Mekkiyede açıklamıştık. Ve sen bunu deneyimlediğinde, yaratılmış olan için daha bir üstü olmayan amacı deneyimlemiş olursun. Böyle olduğundan dolayı, bu derecelerden daha yükseğine ilerlemeye tamah etme ve kendini yorma! Bundan ötesi hiç bir zaman olmuş değildir ve bundan sonrası katıksız yokluktur. İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır; ve sen de hiçbir şekilde Onun kendisinden başka bir şey olmayan İsimlerinin hükümlerinin zuhurunu müşahedesinde Ona bir aynasın.

Ve böylece, iş karışık ve içinden çıkılmaz hale gelir. İçimizden bazıları, bu konudaki bilgisizliklerini kabullenerek, İdrakı idrak etme konusundaki acz, idrakın kendisidir dediler. Ve aramızda bilenler ve böyle söylemeyenler vardır; ve bu, sözün en iyisidir. Bilgi, bu kimselere acz değil, sessizliği vermiştir. Ve bu, Allaha ilişkin en yüce bilgidir ve bu bilgi ancak Hatem-i Enbiya ve Hatem-i Evliya için sözkonusudur. Ve bu bilgiyi nebi ve resuller ancak Hatem-i Enbiyanın kandilinin nurundan görmüşlerdir. Hatta, hiç kuşkusuz, resuller bilgiyi ancak Hatem-i Velayetin kandilinin ışığından görürler, çünkü şeriat getirme risaleti ve nübüvveti sona ermiştir, öte yandan ise velayet hiçbir zaman sona ermez. Ve resuller (aynı zamanda) evliya olduklarından dolayı, sözkonusu bilgiyi Hatem-i Velayetin kandilinin ışığından görürler; böyleyken, nasıl olur da onlardan daha alt mertebede olan evliyalar başka bir yerden alabilirler? Her ne kadar Hatem-i Evliya, Hatem-i Enbiyanın şeriatına bağlı ise de, bu durum onun makamını alçaltmaz ve ona ilişkin inanışımızla da çelişmez. O, bir yanıyla aşağıda, bir yanıyla da üsttedir. Öne sürdüğümüz bu şeyler şeriatımızın zahiri tarafından, Ömerin Bedirde ele geçirilen esirler hakkındaki hükmünün üstünlüğünde ve hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde gösterildiği gibi, doğrulanır; o halde, kâmil kişinin her şeyde ve her mertebede en önde olması zorunlu değildir. Ricalullah, ancak Allahı bilme mertebelerinin yüceliğini dikkate alırlar; dünya hadiselerine gelince, bunlarla kendilerini meşgul etmezler. Bu şekilde, sözünü ettiğimiz şey doğrulanmış oldu.

Nebinin (sav) verdiği örneğe gelince, nübüvvet, tuğladan örülmüş ve bir tuğlası eksik olan bir duvar gibidir. Böylelikle Resul (sav), duvarı tamamlayan bu eksik tuğla oldu. Ve Resul (sav), kendi söylediği gibi, bütün bir duvarda sadece tek bir tuğlanın eksik olduğunu gördü. Ama Hatem-i Evliya için, Resulün gördüğünü görmesi ve duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu görmesi kaçınılmazdır. Tuğlalar altın ve gümüştendir ve Hatem-i Evliya duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu ve biri altın ve biri de gümüş olmak üzere iki tuğlayla bu duvarın tamamlandığını görür. Ve kendini bu iki tuğlanın boş yerini tastamam doldurduğu gördüğünden, bu iki eksik tuğla ve duvarı tamamlayan olur. İki tuğla görmesinin sebebi, kendisinin zahirde Hatem-i Enbiyanın şeriatına bağlı olmasıdır ve gümüş tuğlanın yeri bu bağlılığı simgeler ve (bu bağlılık) Hatem-i Evliyanın zahiridir. Ne var ki bu zahirî suret itibarıyla bağlı olsa bile, (bu zahirî olanın) sırrını doğrudan doğruya Allahtan alır. Çünkü işi, ne ise o olarak görür ve bu şekilde görmesi kaçınılmazdır. Ve bu durum (yani, ilahi emri doğrudan doğruya Allahtan alması) altın tuğlanın yerini simgeler resule vahiy getiren meleğin aldığı aynı kaynaktan almıştır. Eğer işaret ettiğim şeyi anlarsan, senin için faydalı olacak bir bilgi elde etmiş olursun.

Âdemden son Nebiye (sav) varıncaya dek bütün nebiler, ne almışlarsa, herhangi bir istisna olmaksızın Hatem-i Enbiyanın kandilinin nurundan almışlardır; yaratılmış bedeni sonradan gelse bile, hakikatı ile her zaman mevcuttur. Ve o şöyle demiştir: Âdem suyla balçık arasındayken, ben nebiydim. Diğer nebilere gelince, onlar ancak gönderildikleri zaman nebi oldular. Aynı şekilde Hatem-i Evliya da, Âdem suyla balçık arasındayken veliydi ve geri kalan evliyalara gelince, ancak İlahi ahlâka ilişkin olan velayet şartlarını yerine getirip bu ahlâk ile vasıflandıklarında, Allahu Tealanın onları Veli ve Hamid olarak adlandırmasıyla veli oldular.

Hatem-i Rusülün, velayeti yönünden, Hatem-i Velayete nisbeti, nebi ve resullerin Hatem-i Velayete nisbeti gibidir. Ve gerçekte Hatem-i Rusül hem veli, hem resul, hem de nebidir. Ve Hatem-i Evliya kaynaktan alan ve mertebeleri müşahede eden vâristir. Ve o, şefaat kapısı açıldığında Âdemoğlunun efendisi ve nebilerin önde geleni olan Muhammedin (sav) güzelliklerinden bir güzelliktir. Ve Resul (sav), efendi-olmaklığını (şefaat konusunda) özgülleştirdi ve bunu genellemedi. Ve, sadece bu özgül halde, (Rahman İsmine mazhar olmasından dolayı) İlahi İsimler üzerinde öne geçti. Ve gerçekte, Rahman İsmi, Müntakim İsminin mazharı olan bela ehli için, ancak (başka) şefaatçıların şefaatından sonra şefaat etti. Ve Muhammed (sav) bu özgül makamda efendi olmaklığıyla bütün hepsinin önüne geçti. Mertebe ve makamları anlayan kimseler için, burada söylenen sözleri kabul etmek zor değildir.

İlahi İsimlerden gelen hediyelere gelince: bil ki, Allahu Tealanın mahlukatına verdikleri, Ondan bir rahmettir ve bunların hepsi İlahi İsimlerden gelirler. Bunların kimisi saf rahmettir tıpkı bu dünyada temiz ve lezzetli olan ve Kıyamet Gününde ayıpla lekelenmeyecek olan nimetler gibi; ve bunlar Rahman İsminden gelirler. Kimisi de, (acıyla) karışık rahmettir tıpkı, içildikten sonra insanı rahatlatan acı bir ilacın içilmesinde olduğu gibi. Ve bunlar da ilahi bağıştır. Ve gerçekte, ilahi bağışın, İsimlerin yardımcılarından (yani, Allah ve Rahman İsimleri dışındaki bütün diğer İlahi İsimlerden) bir yardımcı eliyle olmaktan başka bir yolla verilmesi mümkün değildir.

Allahu Teala kimi zaman kuluna Rahmanın iki eliyle bağışta bulunur. Böyle olduğunda, bağış, o anda hoş gelmeyen veya istenen şeye uymayan veya buna benzer her türlü karışımdan arınıktır. Ve kimi zamanlar Allahu Teala, bağışı, Vasinin iki eliyle verir ve böyle olduğunda verilen bağış genel bir nitelik taşır. Veya Hakîmin iki eliyle verir ve böyle olduğunda O, en uygun düşeni verir. Veya Vahib İsminin iki eliyle vererek nimet verir ve bağışı alanın, bu verilen için şükretme veya amelde bulunma yükümlülüğü yoktur. Veya Cebbar İsminin iki eliyle verir ve böyle olduğunda da kulun bulunduğu yere ve hale bakarak verir. Eğer içerisinde bulunduğu hal cezayı gerektiriyorsa, onun bu halini örter veya eğer cezayı gerektirmiyorsa, onu, cezayı gerektirecek halden korur (ve cezayı gerektirecek halden korunmuş) böylesi bir kimseye masum, inayet olunmuş ve korunmuş ve benzeri isimler verilir. Veren, Kendindeki hazinelerin sahibi olmasından dolayı, Allahtır. Ve O, bağışı özgül İsminin [ism-i has] iki eliyle, bilinen kader [kader-i malum] üzre dağıtır. Adil İsmiyle ve benzeri İsimlerle, her şeye halkını verir.

Allahın İsimleri her ne kadar İsimlerin Anaları veya İsimlerin Hazretleri olan sonlu asıllara dönücü olsalar da sonsuz sayıdadır. Çünkü bu İsimler kendilerinden ortaya çıkan şeyle (yani, etkileriyle) bilinirler ve kendilerinden ortaya çıkan şeyler sonsuzdur. Ve gerçekte varlıkta, İlahi İsimler olarak işaret edilen bütün bu nisbetleri ve vasıflandırmaları kabul eden bir-olan-hakikatten [hakikat-ı vahid] başkası yoktur. Ne var ki hakikat, bitimsiz bir şekilde (etkileriyle) zahir olan bir İsmin diğer bir İsimden ayrışık olabilmesi için belirli bir hakikati olmasını getirir ve bir İsmi diğerlerinden ayrışık kılan bu hakikat, o İsmin aynı olup, (bütün İsimler için) kendisinde ortaklaşalık sözkonusu olan şeyin (yani, bir-olan-hakikatin) aynı değildir. Ve aynı şekilde, bir-olan-ayndan [ayn-ı vahid] olmalarına karşın, herbir (ilahi) bağış kendi özgül niteliğiyle bütün diğerlerinden ayrışır. Bir bağışın diğeriyle aynı olmadığı bilinen bir şeydir ve bunun nedeni İsimlerin birbirinden farklı olmasıdır. Genişliğinden dolayı, İlahi Hazrette hiçbir tekrar yoktur. Bu, kuşku götürmez bir hakikattir.

Bu, Şit aleyhisselamın sahip olduğu ilimdir ve onun ruhu, bu konuda söz söyleyen bütün (kâmil) ruhlara yardım eder. Sadece Hatem-i Evliyanın ruhu bunun dışındadır, çünkü Hatem-i Evliyaya gelen yardım diğer ruhlardan değil, doğrudan Allahtandır ve tersine, bütün ruhlara yardım onun kendisinden gelir. Ve Hatem-i Evliya bunun böyle olduğunu (yani, bütün ruhların maddesi olduğunu ve herhangi bir aracı olmaksızın Allahtan yardım ettiğini) unsurlardan oluşan bedeninin terkib olunması sırasında kendi nefsinden akletmiş değildir. Kendi hakikati ve mertebesi dolayısıyla bütün bunları kesinkes bilir, öte yandan unsursal terkibi yönünden bunları bilmez. Aynı anda hem bilir, hem bilmez ve zıt niteliklerle nitelenmeyi kabul eder, tıpkı aslın (yani, Huviyetin) aynı şekilde, Celâl ve Cemâl, Zahir ve Batın, Evvel ve Ahir olarak nitelenmeyi kabul ettiği gibi ve O (bütün bu zıt nitelikleri kabul etmekliğinde) Kendi varlığının ta kendisidir ve Kendisinden başkası değildir. İmdi, Hatem-i Evliya (zatının hakikati ve unsursal terkibi dolayısıyla) bilir ve bilmez, ariftir ve arif değildir, müşahede edicidir ve müşahede edici değildir.

Sahip olduğu bu ilimden dolayıdır ki Şit aleyhisselama bu isim verilmiştir ve Şit (İbranicede) Allahın armağanı anlamına gelir. Dolayısıyla, türleri ve nisbetleri birbirinden farklı olan (ilahi) bağışların anahtarı onun elindedir. Ve gerçekte Allahu Teala onu Âdeme bir bağış olarak vermiştir ve bağışladığı ilk şey odur ve bu bağış Âdemin kendisindendir; çünkü oğul, babanın sırrıdır, ondan çıkar ve ona döner. Ve anlayışını Allahtan alan kimse için, bu ilahi hediyede kendisine yabancı olan hiçbir şey yoktur. Ve varoluştaki bütün bağışlar bu mecra üzeredir.

Ve hiç kimsede Allahtan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar çeşitli olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur. Bunu herkes bilmez ve gerçekte iş böyledir. Bunu ancak ehlullahtan olan Bireyler [Efrad] bilir. Ve bunu bilen birini görürsen, ona bu konuda güven; böylesi bir kişi, ehlullahtan olanların seçkinlerinin en seçkinlerinin özüdür. Herhangi bir keşf sahibi, sahip olmadığı bir bilgiyi veren bir suret ve bu bilgiyle daha önceden elinde olmayan bir şeyi keşfederse, (üzerine tefekkür ettiği) bu suret kişinin kendisinden başkası değildir. Ve kendi nefsinin ağacından kendi bilgisinin meyvelerini devşirir.

Aynı şekilde, kişinin, cilalanmış bir yüzeyde gördüğü sureti, kendisinden başkası değildir. Her ne kadar kendi suretini gördüğü mahal veya düzlem [hazret], bu düzlemin hakikati doğrultusunda, suretin belli bir şekilde değişmesine neden olsa da durum böyledir. Tıpkı büyük olan bir şeyin küçük bir aynada küçük, uzun olan bir aynada uzun, hareket eden bir aynada hareketli görünmesi gibi ve bazen özel bir düzlemden (alttaki bir yüzeye yukarıdan bakıldığında) suretin tersini, bazen de kendisinden beliren şeyin aynısını verir. Ve bazen de suretin sağı, aynaya bakanın sağına düşer. Ve bazen de suretin sağı, bakanın sol tarafına düşer; ki bu, daha sık karşılaşılan bir durumdur. Bazen de alışıldığının tersine sağ sol tarafa düşer ve bu durumda hayal ters görünür. Ve bunun hepsi, suretin belirdiği düzlemin hakikatinin ihsanlarındandır ki, biz bu hakikatı ayna menzilesine indirerek, bu şekilde bir misal olarak verdik. Her kim kendi istidadının bilgisine sahipse, alacağı şeyin ne olduğunu da bilir, ama alacağı şeyin bilgisine sahip olan herkes, her ne kadar alacağı şeyi genel olarak bilse bile, istidadının ne olduğunu ancak alacağını aldıktan sonra bilebilir.

Kurgusal düşünce [nazar] ehli olan bazı zayıf akıllılar, Allahın dilediğini yapar olduğunu gördüklerinde, Allaha ilişkin olarak, hikmete aykırı olan şeyi (yani, var olanın yokedilmesi ve yok olanın varedilmesini) olabilir gördüler, halbuki iş böyle değildir. Ve işte bunun için, bazı düşünürler, imkanın değillenmesine ve kendinden ve bir dolayımla zorunlu olan varlığın kesinlenmesine saptılar.

Ve bizden tahkik ehli olanlar, gerçekte (katıksız varlık ile katıksız yokluk arasında olan) imkanı kesinlerler ve onun düzlemini [hazret] bilirler; mümkünün ne olduğunu, bir şeyin mümkün olmaklığının nereden olduğunu, ve mümkünün kendisinin ancak başkası yoluyla zorunlu olduğunu ve kendisini zorunlu kılana başkası isminin verilmesinin hangi bakımdan doğru olduğunu bilirler. Bunu ayrıntılanımlı olarak ancak Allaha ilişkin ilme sahip olanlar bilir.

İnsan türünden doğan son insan, Şitin izinde olacak ve onun sırlarını taşıyacaktır. Ve artık ondan sonra herhangi bir çocuk dünyaya gelmeyecektir. Ve gerçekte o çocukların sonuncusudur. Onunla birlikte dünyaya gelen kızkardeşi, ondan hemen önce doğar. O da başı, kızkardeşinin ayaklarına değiyor olarak, kızkardeşinin hemen ardından doğar. Bu çocuk Çinde doğacak ve bu ülkenin dilini konuşacaktır. Ve erkeklerde ve kadınlarda kısırlık yaygınlaşacak, çocuksuz evlilikler çoğalacaktır. Onları Allaha çağırır ama kendisine uyan olmaz. Ve Allahu Teala onun ve onun zamanındaki iman sahiplerinin canlarını aldığında, geri kalanlar gibi olacaktır. Bunlar helali helal ve haramı da haram olarak bilmezler. Akıldan ve şeriattan tümüyle yoksun olarak tabiatın hükümlerine göre şehvetin güdümünde hareket ederler. Ve Kıyamet onların üzerine kopar

NUH KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ SUBBUHİYYE

indir (15)_0.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Bil ki, hiç kuşkusuz, hakikat ehline göre, Cenab-ı İlâhinin tenzihi, sınırlama ve kayıtlamanın ta kendisidir. İmdi, tenzih eden kimse ya cahildir, ya da gereken edebden yoksundur. Ama, böylesi cahil ve gereken edebden yoksun kişiler, tenzihi mutlaklaştırıp bu şekilde konuşurlarken şeriatlar çerçevesinde tenzih edip, tenzihte kalan, ve tenzihten başka (bir şekilde) görmeyen iman sahibi (de) gerçekte bilincinde olmaksızın edebe aykırı davranır ve Hakkı ve Resulleri yalanlar. Yaklaşımında isabetli olduğunu sanır, halbuki uzağa düşmüştür ve bu kimse, bir kısmına iman edip bir kısmını inkar eden gibidir.

Gerçekte, ilahi şeriatların dilleri Haktan söylediklerinde, insanların geneli için kavramların ilk anlaşılan anlamı üzere söylediler; özelde ise bu aynı sözler hangi dilde söylenmiş olursa olsunlar o sözden çıkarılabilecek farklı anlamlar içerirler. Hak, yaratılmış olan her şeyde zuhur etmekte olduğundan, bütün kavramlarda zahir olan Odur. Her anlaşılandan batın olan da Odur ve ancak, Alem Hakkın sureti ve huviyeti, ve Onun Zahir İsmidir diyen kimsenin anlayışından batın değildir. Gerçekte Hak, mana yönünden, zahir olan şeyin ruhu olmasıyla batındır. Hakkın, alemin suretlerinden zahir olan şeye nisbeti, yönetici ruhun surete nisbeti gibidir.

İmdi, insanın tanımında [had] tanımı yapılan bütün diğer şeyler gibi onun hem zahiri hem de batını gözönüne alınır. Hakka gelince, O (bütün suretlerin zahiri ve batını olduğundan) bütün bu tanımlar ile tanımlıdır. Ne var ki, alemin suretleri (sonsuz sayıda olduklarından) zaptedilemedikleri gibi, kapsanamazlar da ve alemdeki herbir suretin tanımı, ancak bu suretlerden ortaya çıkan kadarınca bilinebilir. İşte bunun içindir ki, Hakkın tanımı bilinmiyor olarak kalır. Hakkın tanımı, ancak bütün suretlerin tanımının bilinmesiyle bilinebileceğinden ve bunun olması da olanaksız olduğundan, Hakkın tanımlanması olmayacak bir şeydir.

Ve Hakkı tenzih etmeksizin teşbih eden kimse de hiç kuşkusuz Hakkı kayıtlayıp sınırladı ve Onu bilmedi. Ve Hakkı bilmekliğinde tenzih ve teşbihi cem eden ve Hakkı bu iki vasıfla (yani, zahir ve batın ile) vasıflandıran kimse nasıl ki kendi nefsini ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık [icmal] yoluyla biliyorsa Hakkı da ayrıntılanmışlık yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık yoluyla bilir. Çünkü alemdeki suretlerin kapsanamamasından dolayı, Hakkı bu iki vasıfla (yani, zahir ve batın vasıflarıyla) ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla vasıflandırmak olanaksızdır. Ve bunun içindir ki, Nebi (sav) Hakkın bilinmesini nefsin bilinmesine bağlayarak, Nefsini bilen, hiç kuşkusuz Rabbini bildi buyurdu. Ve Hak Teala da şöyle buyurdu: Yakında, Onun Hak olduğu onlara apaçık olana kadar, ayetlerimizi ufuklarda.. ve ufuklar senin dışında olanlardır ..ve nefslerinde.. ve bu da senin kendindir ..onlara gösteririz [Fussılet Suresi, 41/53]. Bu, senin Hakkın sureti olman ve Onun senin ruhun olması dolayısıyla böyledir. İmdi sen, Onun için cismani bir suret gibisin; ve O, senin için cesedinin suretini yöneten ruh gibidir. Ve tanım, senin hem zahirini hem de batınını kapsar. Çünkü geri kalan suret, kendisini yöneten ruh kendisinden ayrıldığında, insan olarak baki kalmaz; fakat bu suret hakkında, o, insan suretine benzer bir surettir denilir. Dolayısıyla bu suret ile, ağaçtan ve taştan yontulmuş olan insan sureti arasında fark yoktur; ve bu surete insan ismi genellemesi hakikat ile değil, mecaz iledir.

Ve Hakkın (batın olmaklığıyla) alemin suretinden z*******i asla mümkün değildir. Böyle olunca, Hak için uluhiyet tanımlaması diri olduğundaki insanın tanımı gibi hakikat iledir, mecaz ile değil. Ve insanın suretinin zahiri, kendisini yöneten ruhuna ve nefsine, kendi diliyle nasıl senâsını dile getirirse; aynı şekilde Allahu Teala da alemin suretini Hakkı hamdetmekle tesbih edici kıldı. Ne var ki biz, alemdeki suretleri kuşatamadığımızdan, onların tesbihini idrak edemeyiz. Böyle olunca, alemin suretlerinin hepsi Hakkın dilleri olup, Hakkın hamdını dile getirirler. Ve işte bunun içindir ki, Hamd alemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur [Fatiha Suresi, 1/1] dediler. Ki bu, hamdın sonuçları Ona döner, demektir. Dolayısıyla, senâ eden ve senâ edilen ancak Odur.

Yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
Yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
Hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
Dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.

İmdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
Ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, birleyici oldu.

Eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
Ve eğer birleyici isen, tenzihten sakın!

İmdi, sen O değilsin ve sen Osun;
Ve sen Onu şeylerin aynında
Kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu Teala, Onun benzeri hiç bir şey yoktur [Şura Suresi, 42/11] diyerek tenzih etti; O, Semi ve Basirdir [Şura Suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu Teala, Onun benzeri gibi bir şey yoktur diyerek teşbih ederek ikiledi [tesniye]; O, Semi ve Basirdir diyerek tenzih etti ve tek kıldı [ifrad].

Eğer Nuh, kavmi için (bu) iki daveti birleştirseydi, elbette kavmi kendisine icabet ederdi. Böyle olunca, onları apaçık olarak davet etti ve sonra gizleyerek [israren] davet etti. Sonra onlara, Rabbinize tövbe edin ki, muhakkak O bağışlayıcıdır [Nuh Suresi, 71/10] dedi. Ve Nuh, Ya Rabb, ben kavmimi gece-gündüz davet ettim, bu davetim onları kaçırmaktan başka bir işe yaramadı [Nuh Suresi, 71/6] dedi.

Nuh, kavmi hakkında; kendi davetine uymalarının neyi gerektirdiğini bildiklerinden, yaptığı daveti duymazlıktan geldiklerini söyledi. Böyle olunca Allahı bilenler, Nuhun kendi kavmini yergi diliyle övmekle neye işaret ettiğini bildiler; ve Nuhta Furkan olduğu için, onun davetine uymadıklarını da bildiler. Çünkü emr (yani, varlığın kendisi) Kurandır, Furkan değil. Ve Kuranda bulunan kimse, Kuran içinde olduğundandır ki Furkana yönelmez; çünkü Kuran, Furkanı içerir. Bundandır ki, Kuran ancak Muhammede (sav) ve ümmetlerin en hayırlısı olan onun ümmetine özgü kılındı. Ve Muhammed (sav), Onun benzeri yoktur diyerek, tenzih ve teşbihi tek bir şeyde cem etti. İmdi, eğer Nuh, kavmine böylesi bir ayet getirseydi, ona uyarlardı. Çünkü tek ayette, hatta belki ayetin yarısında teşbih ve tenzih etti. Nuh aleyhisselam ise, gayb olan akılları ve ruhaniyetleri dolayısıyla kavmini geceleyin (batına) davet etti; ve aynı şekilde, zahir olan suretleri ve bedenleri dolayısıyla onları gündüzün (zahire) davet etti ve davette, Onun benzeri yoktur gibi cem etmedi. Böyle olunca, onların batınları bu Furkandan nefret etti ve onların kaçıp uzaklaşmalarını artırdı.

Sonra Nuh (Hakka hitaben) kavmini, Hakkın Kendini onlara açımlamaklığına [keşf] değil, Hakkın onları Kendisiyle örtmekliğine [gafr ve setr] davet etmiş olduğunu kendinden bildirdi. Ve onlar, Nuhtan bunu anladılar. Bunun için, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine büründüler bütün bunlar, davet olundukları örtmenin [setr] suretidir. İmdi, onlar Nuhun davetine söz ile değil, fiil ile uydular.

Halbuki, Onun benzeri yoktur ayet-i kerimesinde benzerin hem kesinlenmesi [isbat], hem de değillenmesi [nefy] vardır. Ve işte bunun için (yani, fark ve cemi, tenzih ve teşbihi birleyici olduğundan) Resulallah Efendimiz (sav) kendisine bütün kelimelerin verildiğini bildirdi. İmdi, Muhammed (sav) kavmini geceleyin ve gündüzün davet etmedi. Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze davet etti.

İmdi Nuh, (istiğfar ile maksud olan) hikmetinde kavmine şöyle dedi: (eğer siz, aklî tenzihin gereği üzere bana uyarsanız) Hak Teala, üzerinize gökten yağmur gönderir.. ve (bu yağmurlar) manalara ilişkin aklî marifet ve varsayımsal kurgulamadır [nazar-ı itibarî] ..ve size mallar ile.. yani sizi Ona meylettiren şey ile ..yardım eder [Nuh Suresi, 71/12]. İmdi, sizi Kendisine meylettirdiği zaman, Onda suretinizi görürsünüz. Böyle olunca, içinizden, hiç kuşkusuz Onu gördüğünü tahayyül eden kimse, arif değildir, olmamıştır; ve sizden hiç kuşkusuz nefsini gördüğünü bilen kimse ariftir. İşte bunun için, insanlar Allahı bilenler ve Allahı bilmeyenler olarak iki kısma ayrıldı. Ve çocuğu [Nuh Suresi, 71/21], (Allahı bilmeyenlerin) düşünsel kurgulamasının vardığı sonuçtur; ve iş, (ilahi) ilmin müşahedesine dayandığı için, düşünsel kurgulamanın sonuçlarından uzaktır, olsa olsa ziyandır [Nuh Suresi, 71/21]. İmdi, onların ticaretleri kazanç getirmedi ve onlar doğru yola dönmediler [Bakara Suresi, 2/16].

İmdi, kendi mülkleri (yani, kendi düşünsel kurgulamaları sonucunda elde ettikleri ilimleri) olduğunu tahayyül ettikleri herşeyi yitirdiler. Ve Hak Teala (mülke ilişkin olarak) Muhammedî olanlara, Allahın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin [Hadîd Suresi, 57/7] dedi. Ve Nuha ve Nuh ümmetinden olanlara, Benden başka vekil tutmayın [İsra Suresi, 17/2] dedi. Dolayısıyla, Nuh ümmetinden olanlar için mülke sahip olmaklığı ve Allahın bu mülke vekil olmaklığını kesinledi. Muhammedîler ise, mülk üzerinde halife kılınmışlardır, dolayısıyla Allah hem mülkün sahibi hem de onların vekilidir ve onlar mülke ancak halife olmaklıkları bakımından sahiptirler. Böylelikle Tirmizinin dediği gibi Hak, Mülkün Melikidir.

(Ve, Nuhun davetine karşı,) büyük hileyle aldattılar [Nuh Suresi, 71/22]. Çünkü Allaha davet, davet edilene hiledir. Çünkü O, (davet olunanın) bir öncesinde yok değildir ki, (davet olunan,) bir sonraya davet edilsin. Allaha davet ediyorum! [Yusuf Suresi, 12/108] işte bu, hilenin ta kendisidir. Ama Nebi (sav) bunun basiret üzerine [Yusuf Suresi, 12/108] bir davet olduğunu söyleyerek bütün her şeyin (yani, davet eden kişinin gözünde; davet eden, davet edilen, kendisine davet olunan ve kendisinden davet edilenin tek olup, bütün bunların) Allaha mahsus olduğunu tenbih etti (böylelikle, Muhammedî davet Furkana/farka değil, Kurana/ceme olduğundan dolayı bir hile değildir). Böyle olunca, Nuh onları hileyle davet ettiği gibi, onlar da (bu davete) hileyle uydular. Ve Muhammedî olan geldiğinde, bildi ki hiç kuşkusuz Allaha davet, Onun Huviyeti dolayısıyla değil, ancak İsimleri dolayısıyladır (yani, davet Celal İsminden Cemal İsmine doğrudur). Bundandır ki Hak Teala, Biz o gün itaat edenleri güruhlar halinde Rahmana doğru bir araya toplarız [Meryem Suresi, 19/85] buyurarak, (ayetin Arapça yazılışındaki) bir şeye doğru olmaklık anlamına gelen ila ön-ekini, İsime (yani, Rahman İsmine) bitiştirdi. Öyleyse, biz bildik ki, alem (rububiyet yönünden) itaat edenlerin itaatkar olmalarını gerektiren bir İlahi İsmin (yani, Cebbar İsminin) kuşatması altındadır.

İmdi, hilelerinde, İlahlarınızı terk etmeyin; ve Veddi ve Süvayı ve Yeğusu ve Yauku ve Nesri de terk etmeyin [Nuh Suresi, 71/23] dediler. Eğer ilahlarını terketmiş olsalardı, ilahlarını terk ettikleri ölçüde Haktan cahil olurlardı çünkü Hakkın herbir ibadet olunanda bir vechi vardır. Bunun böyle olduğunu, bilen bilir ve bilmeyen bilmez. Ve Hak Teala Muhammedî olanlara şöyle buyurdu: Senin Rabbin ancak Ona ibadet etmenize hükmetti [İsra Suresi, 17/23].

İmdi, ilim sahibi olan, ibadet olunanın kim olduğunu ve hangi surette zahir olduğu için kendisine ibadet olunduğunu bilir. Ve, hiç kuşkusuz ayrımlama [tefrik] ve çokluk [kesret] beşerin duyumsanabilir suretindeki uzuvların ve ruhani suretindeki manevi yetilerin çokluğu gibidir. Böyle olunca, herbir ibadet olunanda Allahtan başkasına ibadet olunmadı. Dolayısıyla kulun aşağı düzeyde olanı, onda uluhiyet tahayyül eden kimsedir. Eğer bu tahayyül olmasaydı, taşa ve ondan başkasına ibadet olunmazdı. Ve işte bunun için Hak Teala şöyle buyurdu: De ki: tapındıklarınızı isimlendirin [Rad Suresi, 13/33]. Bunu yapacak olsalardı, ibadet ettikleri şeyleri taş, ağaç ve yıldız olarak isimlendirirlerdi. Ve eğer onlara, Kime ibadet ettiniz? denilse, bir ilaha derlerdi Allaha ve İlaha demezlerdi.

Ve kulun yücesi, onda uluhiyet tahayyül etmeyip, buna (diğer her şey gibi) bir ilahi tecelli mahalli olmaklığıyla hürmet edilmesi gerektiğini söyleyerek, uluhiyeti ona özgü kılmaz. Tahayyül sahibi olan aşağı düzeydeki kul ise, Biz bunlara Allaha yakınlığımızı artırsınlar diye taparız [Zümer Suresi, 39/3] der. Ve yüce olan kul şöyle der: Sizin ilahınız ancak tek ilahtır.. dolayısıyla, nerede zahir olursa ..Ona boyun eğin. O alçakgönüllü kimselere.. yani, tabiat ateşi sönmüş olanlara …müjdele! [Hac Suresi, 22/34]. İmdi onlar (yani, tabiat ateşi sönmüş olanlar), ilah dediler ve tabiat demediler. Nuh kavminden olanlar ise birçoğunu dalalete düşürdüler [Nuh Suresi, 71/25], yani, onları, Bir [vahid] olanın vecihleri ve nisbetlerinin çokluğu yoluyla hayrete düşürdüler. Ve Kitaba vâris kılınıp seçilmişlerden olan, nefslerine zulmedenler çoğaltmadılar. Ve böylesi bir kimse, üçün ilkidir ve Hak onu, orta yolu tutan ve öne geçenden önce andı [Fâtır Suresi, 35/32]. Ancak şaşırmış olarak [dalalen] yani hayret içerisinde çoğalttılar. Nitekim Muhammedî olan, Sana olan hayretimi artır! dedi. Her ne vakit onlara aydınlık olsa (yani, Hak ahadiyet nuru ile tecelli edip aydınlatsa), onun içinde yürürler; ve üzerlerine karanlık basınca (yani, çokluksal taayyünat perdelerinin karanlığı çöktüğünde, hayret içerisinde) dururlar [Bakara Suresi, 2/20]. İmdi, hayret ehli için devr vardır ve devrî hareket daire merkezinin çevresinde olup, ondan ayrılmaz.

Ve uzayıp giden yolda olanlar, amacın dışına yönelirler. Böylesi bir kimse, hayal ettiği şeye taliptir ve amacı da o hayaldir dolayısıyla onun için bir yerden doğru olmaklık ve bir yere doğru olmaklık ve o ikisinin arasındaki şey vardır. Ve devrî hareket sahibi için başlangıç yoktur ki, ona, bir yerden doğru olmaklık gereksin. Ve onun için amaç yoktur ki, ona, bir yere doğru olmaklık hükmetsin. Böyle olunca onun varlığı en eksiksiz ve en kâmil olandır. Ve ona kelimelerin ve hikmetlerin toplamı verildi. Günahları (yani, kendilerini Haktan ayrı varlıklar olarak görme günahları) dolayısıyladır ki, bu günahlarından geçerek Allah�ın ilim deryalarına garkoldular ve bu da hayret denilen şeydir.

İmdi onlar suyun kendisinde (yani, ilm-i billahta) ateşin içine (yani, vahdete) daldırıldılar (ve zatî tecelli, çokluksal taayyünatı yaktı). Ve denizler tutuştuğu zaman [Tekvir Suresi, 81/6] ayeti, Muhammedî olanlar için gelmiştir ve (denizlerin tutuşması), fırını yaktığın zaman, fırın tutuştu dendiğindekiyle aynı anlamdadır. Böyle olunca onlar, (zatî tecelli, zuhur mahallerinin izafi varlıklarını yaktığı ve varlığı olmayan şeyden yardım sözkonusu olmadığı için) kendilerine Allahtan başka yardımcı bulamadılar. Dolayısıyla, Allah onlar için yardımcının ta kendisi oldu. Onlar, sonsuza dek Onda helak oldular. Eğer Allahu Teala onları sahile, tabiat sahiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi � her ne kadar bütün her şey Allah için ve Allah ile ve gerçekte Allah ise de, bu böyledir.

Cenab-ı Nuh, Rabbî.. dedi, İlahî.. demedi. Çünkü Rab için (haceti kaza hususunda) değişmezlik [sübut] olduğu halde, İlah İsimler ile çeşitlenir ve O her an bir şendedir. İmdi, Nuh Rab (ismi) ile, çeşitlenmekliğin sabit kılınmasını [sübut-u telvin] (yani, hacetine uygun düşen suret ne ise, Hakkın o sıfat ile zuhurunu) diledi; çünkü (rububiyet mertebesinde) bundan başkası sözkonusu değildir. Ve Nuh, (Rabbî seslenişinden sonra) ..Yeryüzünde bırakma! [Nuh Suresi, 71/26] diyerek, kavmi için, arzın içinde olmaları yönünde dua etti (ki bu, kendilerini Zahir İsminin örtüsünde bırakan varlıksal taayyünlerinden kurtulup batn-ı ahadi ve cemiye dahil olmaları için, beddua şeklinde hayır duası idi). Ve Muhammedî olan, Eğer ipi sarkıtacak olursanız, Allahın üzerine düşerdi dedi ve, göklerde ve yerde olanlar Onundur. İmdi sen, yerin içine gömüldüğün zaman, onun içindesin ve o senin örtündür; ve Sizi onun içinden.. vecihlerin benzeşmezliğinden (yani, İlahi Hazretin, farklı İsimlerin vecihleriyle zuhuru gerektirmesinden) dolayı ..tekrar ortaya çıkaracağız [Taha Suresi, 20/55]. (Bu durumda Nuh, şöyle dua etmiş olur ) Örtünme [setr] talebiyle giysilerine bürünen ve parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kafirlerden kimseyi bırakma ki, davet genel olduğu gibi, fayda da genel olsun. Eğer Sen onları bırakırsan.. yani Sen onları terkedersen ..kullarını şaşırtırlar.. [Nuh Suresi, 71/27] yani onları hayrete düşürürler; ve onları kulluktan, kendilerinde rububiyet sırlarından bulunan şeye geçirirler. Böyle olunca onlar nefsleri indinde kul olduktan sonra, nefslerini rabblar olarak görürler; ve onlar hem kul hem de rabblardır. Ve onlar ..ancak faciri.. yani kendilerindeki örtülmesi zorunlu olan rububiyeti ..doğururlar [Nuh Suresi, 71/27] ve açığa çıkarırlar; ve facir olanlar, sımsıkı örtücüdürler [keffar], yani zahir olan şeyi (yani, kendi suretlerinde zahir olan ilahi hakikatı), zahir olduktan sonra (enaniyetleri ve izafi varlıklarıyla) örterler. İmdi, örtülmüş olan şeyi (yani, rububiyet sırrını) açığa çıkarırlar. Onun açığa çıkışından sonra da (zahirî enaniyetleriyle) örterler. Böyle olunca gören kişi (onun hangi haline uyacağını bilemediğinden) hayrete düşer. Ve ortaya çıkarıcının [facir] ortaya çıkarışındaki ve örtücünün [kafir] örtüşündeki maksadını bilmez halbuki, her ikisini yapan da (rububiyeti sözle açığa çıkaran ve fiilen örten) aynı kişidir.

Ya Rabb, beni bağışla [gafr]!.. Yani, beni ört; ve benden dolayı ört! Ve senin, Allahın kadrini hakkıyla bilmediler [Enam Suresi, 6/91] sözünde kadrin bilinmediği gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin! ..Ve ana-babamı da ört.. ki ben onların sonucuyum; ve onlar akıl ve tabiattır ..Ve benim evime.. yani kalbime ..giren kimseyi de mümin olarak ört.. yani nefslerin içeriden söyledikleri olan kalbime gelen ilahi haberleri tasdik edici olarak gireni ört. Ve akıllar olan ..mümin erkekleri.. ve nefsler olan ..mümin kadınları.. da ört. Ve karanlık örtülerin arkasında gizlenen ve gayb ehli olan ..zalimlerin ancak helakını artır [Nuh Suresi, 71/28]. İmdi onlar (yani, nefslerine zalim olan Muhammediler), nefsleri olmaksızın Hakkın vechini müşahede ettikleri için, nefslerini bilmezler. Muhammedî olanlar için, Onun vechi dışında herşey helak olucudur [Kasas Suresi, 28/88].

Ve bir kimse Nuh aleyhisselamın sırlarına vakıf olmak isterse, güneş feleğine yükselmesi gerekir. Ve güneş feleğine yükselme konusundan Tenezzülat-ı Mevsiliyye adlı kitabımızda sözettik.

İDRİS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KUDDUSİYYE

indir (14)_0.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Yüceliğin [ulüvv] iki nisbeti vardır: mekân yüceliği [ulüvv-i mekân] ve mekânda-olmaklık yüceliği [ulüvv-i mekânet]… Mekân yüceliğine, Onu yüce mekâna yükselttik [Meryem Suresi, 19/57] sözüyle işaret edilmiştir ve mekânların en yücesi, üzerinde felekler aleminin bir değirmen gibi devr-i daim ettiği mekândır, yani Güneş Feleğidir ve İdrisin ruhani makamı işte buradadır.

Güneş Feleğinin altında yedi felek, üzerinde de yine yedi felek vardır ve kendisi onbeşincidir. Üzerindekiler şunlardır: Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin bulunduğu felek), Müşteri (Jüpiter) Feleği, Zühal (Satürn) Feleği, Menziller Feleği (Yıldızsız Felek, yani Felek-i Atlas), Burçlar Feleği, Kürsî Feleği ve Arş Feleği… Ve aşağısında olanlar da şunlardır: Zühre (Venüs) Feleği, Utarid (Merkür) Feleği, Ay Feleği, Esîr Feleği, Hava Küresi, Su Küresi ve Toprak Küresi… Ve Güneş Feleği, feleklerin kutbu olması itibarıyla en yüce mekândır.

Mekânda-olmaklık yüceliğine [ulüvv-i mekânet] gelince; bu, bizim için, yani Muhammedî olanlar içindir. Allahu Teala şöyle buyurdu: Sizler yüce olanlarsınız ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.. [Muhammed Suresi, 47/35] Çünkü O, mekândan aşkın olsa da, mekânda-olmaklıktan [mekânet] değildir. Böyle olmasından dolayı, aramızdaki amel-edici nefsler korkunca, Hak Teala, birlikteliği şu sözlerle sürdürdü: ..Ve O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz [Muhammed Suresi, 47/35]. Amel mekânı, ilim ise mekânda-olmaklığı [mekânet] talep eder. Ve Allah, bizim için bu iki yüceliği; yani, amelden dolayı mekân yüceliğiyle, ilimden dolayı mekânda-olmaklık yüceliğini, ayrımsızlaştırdı [cem]. Ve bundan sonra bu birliktelikten herhangi bir biçimde ortaklaşalık anlaşılmasın diye Kendini ortaklaşalıktan tenzih ederek, Yüce Rabbinin Adını tesbih et [Alâ Suresi, 87/11] buyurdu.

İnsanın, yani İnsan-ı Kâmilin varlıkların en yücesi olması şaşılası şeylerdendir. Ama ona yüceliğin nisbet olunması, ancak tabi olduğu mekân ve mekânda-olmaklık dolayısıyladır. Yani o, zatından dolayı bir yüceliğe sahip değildir. Onun yüceliği, içerisinde bulunduğu mekânın veya mekânda-olmaklığın yüceliğinden dolayıdır. Dolayısıyla yücelik, mekân ve mekânda-olmaklık için sözkonusudur.

Mekân yüceliği şunun gibidir: Rahman Arşa oturdu [Taha Suresi, 20/5] ve bu (Arş), mekânların en yücesidir. Mekânda-olmaklık yüceliği de şudur: Onun vechi dışında herşey helak olucudur [Kasas Suresi, 28/88], Her şey Ona dönücüdür [Hud Suresi, 11/123] ve Allahın yanısıra bir ilah var mıdır? [Neml Suresi, 27/63]. Ve Allah (İdris hakkında), Onu yüce bir mekâna yükselttik dediğinde, yüce kelimesini, mekânı niteleyen övücü bir vasıf olarak dile getirdi. Ve Rabbin meleklere, yeryüzünde bir Halife yaratacağım dediğinde.. [Bakara Suresi, 19/57] işte bu da mekânda-olmaklık yüceliğidir.

Ve melekler hakkında (İblise hitaben) söylediği, İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın? [Sâd Suresi, 38/75] sözleriyle de, yüceliği meleklere özgü kıldı. Eğer bu yücelik yakıştırması kendilerine melek olmalarından dolayı yapılmış olsaydı, bütün melekler bu yücelik içre olurdu. Ama, bu yücelik yakıştırmasının bütün melekleri içine alacak şekilde genelleştirilmemiş olmasından anlıyoruz ki, burada sözü edilen yücelik, Allah indinde mekânda-olmaklık yüceliğidir. Ve, insanlar arasındaki Halifeler için de durum böyledir. Halife olmakla elde ettikleri yücelik, zatlarından dolayı bir yücelik olsaydı, (diğer) bütün insanların (da aynı şekilde) yüce olması gerekirdi. Ama bu yücelik genel olmadığı için, anlıyoruz ki bu, mekânda-olmaklık yüceliğidir.

Yüce [Âli] İsmi, Onun Güzel İsimlerindendir. Onunla birlikte Ondan başkası olmadığından, neye itibarla Yücedir? Demek ki, O gerçekte Kendi Zatı itibarıyla Yücedir. Ya da hangi şeyden Yücedir? Ancak O var olduğundan, Onun bu yüceliği Kendiliğindedir. Ve O, varlık itibarıyla, bütün varlıkların aynı olduğundan, sonradan olma diye adlandırılan şeyler, kendi zatı itibarıyla Yücedir. Dolayısıyla Hak, Kendinden başkası olmadığından, izafî yücelik olmaksızın Yücedir. Ve bu aynlara gelince, onlar için yokluk [adem] sözkonusudur ve onlar yoklukta yerleşiktirler [sabit] ve varlığın kokusunu koklamamışlardır. İmdi varlıklardaki çok sayıdaki suretleriyle birlikte, bu aynlar hep kendi hallerinde kalırlar. Öte yandan, ayrımlaşmamışlıkta [cemiyet] ayrımsız [cem] olan herşeyin aynı Birdir ve çokluğun [kesret] varlığı İsimlerdedir. Ve İsimler nisbetlerdir. Ve nisbetler, var olmayan şeylerdir [umur-u ademiyye]; ve ayndan, yani Zattan başkası yoktur. Ve O, izafet yoluyla değil, kendi Nefsiyle Yücedir. Bundan dolayı, alemde izafi yücelik yoktur; ne var ki, varlığın vecihleri arasında üstünlük farklılığı vardır. İzafi yücelik ancak Kendi çoğul vecihleriyle Bir-olan-aynda [ayn-ı vahid] vardır. Bu nedenle, bu konuda (hakikat itibarıyla) Odur ve (taayyün itibarıyla) O-değildir, (suret itibarıyla) sensin ve (hakikat itibarıyla) sen-değilsin denmiştir.

El-Harraz ve o Hakkın vecihlerinden bir vecih ve kendi nefsinden konuşan, diller arasında bir dildir ancak Onun üzerine kendileriyle hükmedilen zıtların (yani, zıt İsimlerin) birlenmesiyle Allahın bilinebileceğini söylemiştir. O Evveldir ve Ahirdir ve Zahirdir ve Batındır. O, zahir olanın ta kendisidir ve batın olanın ta kendisidir. Ve zuhurunu, Kendinden başka görebilecek olan olmadığı gibi, Kendisinden gizlenebilecek [batın] olan da yoktur. O Kendisiyle zahirdir ve Kendisinden gizlenmiştir. Ve O, Ebu Said el-Harraz ve benzeri diğerlerinin sonradan olma isimleridir.

Zahir Ben dediğinde, Batın Hayır der ve Batın Ben dediğinde Zahir Hayır der. Bu, her zıt olan için böyledir (yani, zıtların herbiri kendi zatının gereğini olumlar ve kendisine aykırı gelen zıttın gereğini olumsuzlar). Ama (bunların her ikisini) söyleyen birdir ve (bunların her ikisini) işiten de söyleyenin ta kendisidir. (Bu duruma bir örnek vermek gerekirse) Nebi, sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle demiştir: Allah, söz ve eylemle ortaya çıkmadıkça, ümmetimden olanların içlerinden geçenleri (nefslerinde olup bitenleri) bağışladı. Ve nefs, kendi içinden geçirdiklerini kendisi oluşturur; içinden geçenleri işittiği gibi, bunların ne sebeble oluştuğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da, ayn birdir; ve durumun böyle olduğunun bilinmemesi sözkonusu değildir, çünkü Hakkın sureti olan insan, kendi nefsinden durumun böyle olduğunu (yani, söyleyen ve işitenin bir olduğunu) bilir.

Böylece, (bir-olan-aynın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu. Ve sayılar, bilinen basamaklar (10, 100, …) doğrultusunda birden [vahid] türedi. Böylece nasıl ki bir sayıları varettiyse, sayılar da bire açılım kazandırdı. Öte yandan, sayının [aded] hükmü de ancak sayılan [madûd] ile zahir oldu. Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [madum] ve kimisi de vardır. Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var olabilir. İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır. Böyle olunca birin üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur. (Şu halde) bir (sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır. Ve sayıların herbiri örneğin dokuz, on gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar gidenler tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü kendinde toplamaz. Ve hiçbiri birlerin toplamı adıyla anılmaktan kurtulamaz. Çünkü (birlerin toplamından oluşan) iki tek başına bir gerçekliktir; (ve yine birlerin toplamından oluşan) üç de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar için de durum böyledir. Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları bakımından) bir ise de, hiçbir sayının birin kendisini barındırması, diğerininkiyle aynı değildir. Böyle olunca toplam [cem], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini tutar. Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir. Ve onlara, onların kendileriyle hükmeder. Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000). Dolayısıyla bu basamaklar (birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir. Böyle olunca, senin indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta kendisini müsbet kılmaktan (yani, sayıların sayı olmayan birlerin toplamından oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın.

Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani birin sayı olmaklığının değillenmesinin, birin sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa; gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve halk, Hâlikten ayrışık olsa da, bu böyledir. İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur. Ve yine iş odur ki, mahluk Hâliktir. Her ikisi de bir-olan-ayndandır. Belki de, tersine (hakikat itibarıyla) bir ayndır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi görüyor olduğuna bak!

(İsmail, babasına dedi ki) Ey babacığım, sana emredileni yap! [Saffât Suresi, 37/102]. Oğul babasının ta kendisidir. Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını boğazlıyor olduğunu görmedi. Ve O, İbrahime fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve (rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde göründü. Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü ve oğul, babasının aynısı olan kişidir. Ve O, ondan eşini halk etti [Nisa Suresi, 4/1]. Bu demektir ki, Âdemin nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi ve oğlu kendi nefsindendir. Ve varlık, sayısal çoklukta birdir.

Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik. Ve Tabiattan zuhur eden, ondan (yani, Tabiatın kendisinden) başkası değildir. Ve o, kendisinden zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir. Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri (yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır. Tabiat (bu hükümleri) biraraya toplayıcıdır [camî]. Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiatın ta kendisidir. Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir. Ya da, tersine, birbirinden farklı aynalardaki bir surettir. Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak hayret vardır.

Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez. Ve böylesi bir kimse ilimde ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir. Ve mahal, değişmez aynın [ayn-ı sabite] ta kendisidir. Ve Hak, değişmez aynla tecelli mahallerinde çeşitlenir. Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir. Ve O, her hükmü kabul eder. Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder. Böyle olunca da, (aynın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir şey yoktur.

Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse…
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi…

İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy Birdir ayn.
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan…
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır. Ve bu kemal, Onun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve Onun bu vasıflardan başkası olmaması sayesindedir. Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şerî olarak övülesi veya yerilesi vasıflar olması bir şey değiştirmez. Ve böylesi bir kemal, ancak Allah İsmiyle adlandırılana özgüdür.

Ama Allah ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya Onun için (duyumsal varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, ilahi ilimde) birer surettirler. Eğer Onun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar. Ve eğer bu (Allahtan başka olan), Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret (yani, İlahi İlimde ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir. Ve, Allah olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur. Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, Ondan başka olduğu da söylenemez.

Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Halün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi İsmin, bütün İlahi İsimlerle isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret etti. Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zata ve kendisi için sözkonusu edilen ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder. Ve bu İsim, Zata delalet etmesinden dolayı, İlahi İsimlerin hepsini kendinde toplar. Ve tekilleştirdiği [infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri gibi, diğerlerinden ayrışır. Ve İsim, Zattan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir. Ve İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı, adlandırılandan başkadır.

Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun, mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın. Çünkü, mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve bu mevki için yeterliliği bulunsun bulunmasın amir olan herbir mevki sahibine özgüdür. Ama sıfat yoluyla yücelik böyle değildir. Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse tarafından hükmedilebilir. Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklıktan dolayı yüceliktir. Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir. Dolayısıyla, bulunduğu mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar. Ama, alim için durum böyle değildir.

İBRAHİM KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ MÜHEYYEMİYYE

images_48.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

İbrahim aleyhisselamın Halil olarak adlandırılması, zat-ı Halilin, Zat-ı İlahiyenin vasıflandığı Sıfatların tümüne birden bürünmesi [duhul] ve onlara nüfuz etmesinden dolayıdır. Şair şöyle der: Ruhum, bedenimin uzuvlarına nasıl nüfuz etmişse, Sen de aynı şekilde uzuvlarımın bütününe nüfuz ettin; Halilin Halil olması işte böylece oldu. Bu tıpkı rengin, renge boyanana nüfuz etmesi gibidir: araz, cevherin bulunduğu mahaldedir, ona ulanmıştır ama bununla birlikte, arazın (yani, rengin) bu nüfuz edişi cevherin (yani, renge boyanan şeyin) yer tutmaklığı gibi değildir. Veya İbrahime Halil adının verilmesi Hakkın onun suretinin varlığına nüfuz etmiş olmasından [tahallül] dolayıdır. Her iki yaklaşım da geçerlidir çünkü her hükmün, kendi sınırlarını aşmayan kendine özgü bir yerindeliği vardır.

Görmez misin ki, Hak, sonradan olma [hâdis] şeylerin sıfatlarıyla ve hatta kusurlu ve yerilesi sıfatlarla zahir olduğunu Kendinden haber vermiştir. Ve görmez misin ki, yaratılmış olan (İnsan-ı Kâmil) başından sonuna dek Hakkın sıfatlarıyla zahir olmuştur. Ve nasıl ki, Hakkın bütün sıfatları yaratılmış olanın (yani, İnsan-ı Kâmilin) sıfatlarıysa, sonradan olmaklık sıfatları da Hakkın sıfatlarından başka bir şey değildir. Hamd Allaha mahsustur [Fatiha Suresi, 1/1] sözü, her övenin [hamid] yüceltmesinin ve her övülenin [mahmud] yüceltilmesinin sonuçta Allaha dönmesi anlamına gelir. Ve, her şey Ona döner. İmdi, bu geri dönüş hükmü yerilesi ve övülesi şeyleri içine alır ve varlıkta övülesi veya yerilesi olandan başkası yoktur.

Bil ki, herhangi bir şey ancak bir başkasına yüklenmiş olduğunda ona nüfuz edebilir. Nüfuz eden yani etkin olan nüfuz edilenle örtülmüştür. Hal böyle olunca, edilgin olmaklığıyla nüfuz edilen zahir ve etkin olmaklığıyla nüfuz eden de batındır. Ve batın olan eyleyici, zahir olan için gıdadır; tıpkı, bir yün parçasının, kendisine nüfuz eden suyla şişmesi ve genişlemesinde olduğu gibi.

Eğer, Hak Zahir ve mahluk Onda batın ise, mahluk Hakkın bütün İsimlerini, Onun işitmesini, görmesini, Onun bütün nisbetlerini ve Onun ilmini yüklenmiştir. Ama eğer mahluk zahir ve Hak onda Batın ise, o halde Hak kudsî hadiste belirtildiği gibi mahlukun işitmesindedir, onun görmesinde, elinde, ayağında ve onun bütün yetilerindedir.

Eğer Zat-ı ilahiye bu nisbetlerden arınık olsaydı, bir ilah olmazdı ve bu nisbetler bizim aynlarımızla sonradan ortaya çıktılar, öyle ki ilah kılmaklığımızla, Onu ilah kılan bizleriz. Bundandır ki, bizler bilinmedikçe ilah da bilinmez. Resulallah (sav), Nefsini bilen, Rabbini bilir demiştir ve o yaratılış içerisinde hiç kuşkusuz Allahı en iyi bilen kimsedir. Ebu Hamid gibi bazı alimler, Allahın, aleme bakılmaksızın bilinebileceğini söylemişlerdir ama bu doğru değildir. Evet, Zatın kadîm ve ezelî olduğu (aleme bakılmaksızın) bilinebilir, ama ilah-kılan [meluh] bilinmeyince, Zatın ilah olduğu bilinemez; o halde, ilah-kılan, ilahın delilidir.

Ardından, ikinci halde (yani, cem makamında) gelen keşf, gerçekte Hakkın Kendisine ve Uluhiyetine ilişkin delilin, yine Kendisi olduğunu ve gerçekte alemin, (bu alem içerisinde yer alan) bireylerin değişmez aynları [ayan-ı sabite] suretlerinde (diğer deyişle, aynların aynasında) Hakkın tecellisinden başka bir şey olmadığını ve öte yandan da Hakkın tecellisi olmaksızın bu değişmez aynların var olmasının mümkün olmadığını açığa vurur. Bu keşf aynı zamanda, Onun Kendisini, bu aynların hakikatlerine ve hallerine göre çeşitlendirdiğini ve birbirinden farklı suretlerde zahir kıldığını ve dolayısıyla farklı suretlerde tasavvur olunduğunu da açığa vurur. Ve bu (haldeki) keşf, Hakkın bizim ilahımız olduğuna ilişkin ilmin oluşmasından sonradır.

Bundan sonra (cemden-sonra-fark makamında) son bir keşf daha gelir ki, suretlerimizi (yani, değişmez aynlarımızın suretlerini) sana Hakta (Hakkın aynasında) zahir kılar, ve Hakta (ayna mesabesinde olan Hakkın varlığında) bazımız (yani, bazı aynlar) diğer bazılarına zahir olur, bazımız diğer bazılarını bilir ve bazımız diğer bazılarından (ilim sahibi olma yönünden) ayrışırlar. Bizden bazımız bu marifetin bize (aynlarımızın Hakka verdiğince) Hakta bizden geldiğini bilir, ve bazımız da bu marifetin bize bizden geldiği İlahi İlim Hazreti konusunda cahildirler. Cahillerden olmaktan Allaha sığınırım!

Bu iki keşf ile birlikte, O, bizim üzerimize ancak bizimle hükmeder; belki de daha doğrusu biz kendi üzerimize hükmederiz ama Onda. İşte bu nedenledir ki, Allahu Teala, perdelenmiş olanlar neden başlarına kendi arzularına aykırı şeyler geldiğini sorduklarında, buna karşılık olarak, Apaçık delil Allahındır [Enam Suresi, 6/149] buyurdu. Ve Hak onlar için sakı (yani, kendi hakikatleri olan değişmez aynlarını) gösterir ve bu, aramızdan arif olanların keşfetmiş olduğu şeydir. Ve bu arifler, perdeli olanların Hakkın yaptığını iddia ettikleri şeyi Hakkın yapmadığını, ama bunun kendilerinden olduğunu görürler. Ve gerçekte Hak onları, İlim Hazretindeki değişmezlikleri üzre bilir. Böylelikle perdelenmiş olanların delili geçersiz kılınır ve geriye Allahın apaçık delili kalır.

Eğer, Dileseydi, hepinizi hidayete erdirirdi [Enam Suresi, 6/149] sözü ne anlama gelir diye soracak olursan, deriz ki: ..seydi takısı varsa, bu sakınma içindir ve Hakkın meşiyyeti, şey ne üzre ise onu dilemektir. Ama aklî delil, mümkün bir şeyin aynının bir şeyi ya da o şeyin karşıtını kabul edebilir olduğuna hükmeder. Bu iki akılla-kavranabilir olan hükümden biri vaki olduğunda, bu vaki olan hüküm, bu mümkün şeyin kendi değişmezliği [sübut] halinde kendisi üzre bulunduğu şeydir. Hidayet ederdi sözü, apaçık gösterirdi anlamına gelir. Hak, şeyin, kendisinde ne üzre değişmez olduğunu anlaması yönünde bütün mümkün şeylerin basiret gözünü açmış değildir. Sonuçta bazısı ilim sahibi, bazısı ise cahildir. Ve Allah dilemedi, ve herkese hidayet etmedi ve dileyecek de, hidayet edecek de değildir. Ve dilerse sözü için de aynı durum geçerlidir. Allah, olmayacak şeyi hiç diler mi?

Böylece, Hakkın meşiyyeti tek bir şeye bağlıdır, yani meşiyyet ilme tâbi bir nisbettir ve malum olan, sen ve senin hallerindir. Ve ilmin malum üzerinde hiçbir etkisi yoktur, tersine malumun alim üzerinde bir etkisi vardır aynında her ne üzre ise, kendinden onu verir.

İlahi hitap, ancak muhatapların üzerinde anlaştıkları şey üzre ve aklî kurgulamanın verdiği şey üzre geldi. Ve bu ilahi hitap, keşfin verdiği şey üzre gelmedi. Bundandır ki, müminler çok sayıda oldukları halde, keşf ehli arifler az sayıdadır.

Bizim aramızdan (ilahi ilimde) bilinen bir makamı [makam-ı malum] olmayan ve bu makamda bulunmayan yoktur. Ve bilinen makam, değişmezliği içerisinde kendisiyle olduğun ve varlığında kendisiyle zahir bulunduğun şeydir ve bu, senin için varlık sözkonusu olduğunda böyledir. Eğer (birinci keşfin verdiği marifetle) varlığın sana değil de Hakka ait olduğu kesinlenirse, hüküm Hakkın varlığında hiç kuşkusuz senin hükmündür. Ve eğer (ikinci keşfin verdiği marifetle) senin varolmaklığın kesinlenecek olursa, o zaman hüküm hiç kuşkusuz (senin Hakka vermiş olduğun hüküm doğrultusunda) senin üzerinedir. Ve hüküm verici olan Hak olsa bile, Hakkın hüküm vermekliği, senin üzerine varlık saçmaktan [feyz] ibarettir ve kendin üzerine hükmeden ancak kendinsindir. O halde, ancak kendi nefsini öv ve kendi nefsini yer.

Artık geriye varlık saçtığı için Hakka hamd etmekten başka bir şey kalmaz çünkü bu (yani, varlık saçıcı olmaklık) gerçekte Ondandır, senden değil Ve sen hükümlerle Onun gıdasısın ve O, varlıkla senin gıdandır. İmdi, sende kendini gösteren (hüküm vermeklik), Hakta kendini gösterdi. Hüküm vermeklik, Ondan sana ve senden Onadır. Aradaki fark şudur ki, sen yükümlü olarak adlandırılırsın ve Hak seni ancak kendi haline ve istidadına göre, beni yükümlü kıl dediğin şeyle yükümlü kıldı. Ama Hak, yükümlü olarak adlandırılmaz.

O (bütün İsimlerine mazhar oluşumdan dolayı) beni över, ben de Onu,
O (taleplerime icabet etmekle) bana kulluktadır, ben de Ona.
Belli bir halde (cem makamında) Onu isbat eder,
Ve (kesretteki) aynlarda Onu nefy ederim.
O beni bilir, ben (suretlerde zahir olmaklığında) Onu inkar ederim,
Onu (ceman ve tafsilen) bilir ve Onu müşahede ederim.
O bizden nasıl gani olabilir ki,
Ben Ona (zuhura gelişinde) yardım eder ve Ona varoluş veririm.
İşte bundandır ki Onu bileyim diye beni varetti
Ve Onu (kendi ilmimde) varettim.
Ve (Bilinmek istedim şeklindeki) hadis bize bu mana ile geldi
Ve Onun amacı bende gerçekleşti.

Ve İbrahim aleyhisselam (Hak Tealanın zahir olduğu bütün ilahi makamlara zuhur mahalli olma mertebesinde, bu makamlara nüfuz ederek Hakkın gıdası olmasıyla ve Hak da, İbrahimin bütün hakikatlerine ve yetilerine nüfuz ederek Varlığı ile İbrahimin gıdası olmasıyla), kendisine Halil denildiği bu mertebeye eriştiğinden, konuklarını doyurmak kendisi için bir adet haline geldi. İbn Meserre, onun Mikail ile birlikte, bir rızk kaynağı olduğunu söyledi. Ki rızıklar rızıklandırılanların gıdasıdır. Gıda, her parçaya nüfuz ederek, beslenen kişinin zatına nüfuz eder. Ne var ki burada (yani, ilahi cemiyette) parçalar yoktur İbrahim aleyhisselam İlahi İsimler denilen bütün ilahi makamlara nüfuz etmiş ve Hak celle ve alanın Zatı da onda zahir olmuştur.

Kanıtlandığı üzre bizler Onunuz
Tıpkı aynı zamanda kendimize ait olduğumuz gibi.
Ve O bana ancak varlık verir
Ve (O bizimle zahir olduğundan) biz Onun içiniz
Ve (kendi aynlarımızla zahir olduğumuzdan) kendimiz içiniz.

Benim için iki vecih vardır: O ve ben
Ve Onun Ben-liğinin zuhurunda Ben yoktur.
Ama ben Onun zuhur mahalliyim
Ve bizler onun için bir kap gibiyiz.
Ve Allahu Teala hak olanı söyler ve doğru yola iletir .

İSHAK KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ HAKKİYYE

indir_68

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Nebiyi kurtaran, bir kurbanın kesilmesi oldu
Ama koçun bağırtısıyla, insanın konuşması nasıl bir olur?
Halbuki Yüce Allah bizim için veya kendisi için koçu yüceltti
Bilmem ki bu yüceltme nedendir?

Kuşku yok, diğer kurbanlıklar ağırlığınca daha değerlidir
Ne var ki, kurban olarak kesilen koçtan daha aşağı oldular.
Bilmek isterdim, küçücük bedeninden ibaret bir koçun
Rahmanın Halifesinin yerini nasıl tutabildiğini.
Bilmez misin ki, bu kurban işinde bir düzenleniş vardır:
Kârda çoğalma ve kayıpta azalmadır o.
İmdi, cansızlardan daha yüce yaratılışta olan yoktur
Ondan sonra değerce yüksek olan bitkilerdir.
Bitkilerden sonra, his sahibiler gelir,
Yaratıcılarını bildikleri keşf ve açık delil ile sabittir.
Ve Âdem denilen yaratılışa gelince:
O, akıl, fikir ve imanıyla kayıtlıdır.

Sehl el-Tusteri ve benzerimiz olan tahkik ehli böyle dedi,
Çünkü biz ve onlar ihsan makamındayız.
İmdi, işi benim müşahede ettiğim gibi müşahede eden
Gizlide ve açıkta benim söylediğim gibi söyler
Ve bizim sözümüze aykırı olan söze bakma
Ve buğdayı çorak yere ekme!
Onlar, Masum Olanın, Kuranda söz ettiği sağırlar, dilsizlerdir.

Bil ki Allah bizi de seni de güçlendirsin Halil İbrahim aleyhisselam oğluna (İshaka) şöyle dedi: Rüyada seni kurban ettiğimi gördüm [Saffat Suresi, 37/102]. Ve rüya alemi hayal hazretidir. İbrahim, gördüğü bu rüyayı tabir etmedi. Halbuki, rüyasında kendisine oğlu (İshak) suretinde görünen (ve dolayısıyla asıl kurban edilmesi gereken) koçtan başkası değildi. Ama İbrahimin, gördüğü rüyayı (tabir etmeksizin) olduğu gibi kabul etmesi (ve İshakı gerçekten de kurban etmeye yeltenmesi) üzerine, İbrahimin bu vehminden dolayı, Rabbi, İshaka koçu [zibh-i azim] feda etti; ki bu (koçu kurban etmesi) İbrahimin gördüğü rüyanın her ne kadar kendisi bundan haberdar olmasa da Allah katındaki tabiriydi.

Demek ki, hayal hazretinde görülen suretlerden Allahın murad ettiği şeyin ne olduğunu anlamak için bir başka ilme ihtiyaç vardır. Görmez misin ki, Ebubekir (ra) rüyayı tabir ettiğinde Resulallah (sav), Bir kısmını doğru, bir kısmını da yanlış tabir ettin buyurdu. Ebubekir, nerede yanlışlık yaptığını sorduysa da Resulallah Efendimiz bunun hangisi olduğunu söylemedi.

Hak Teala İbrahim aleyhisselama seslendiğinde, ona, Ey İbrahim! Sen rüyada gördüğünü doğruladın [Saffat Suresi, 37/104] dedi; yoksa, rüyada gördüğün doğruydu, yani, rüyanda gördüğün gerçekten de oğlundu demedi. Çünkü İbrahim, rüyasını tabir etmeyip, gördüğü şeyi kendisine göründüğü şekilde aldı. Halbuki rüyanın tabir edilmesi gerekir. Ve bundandır ki (Mısır firavunu) Aziz, yanındakilere, Eğer rüya tabir etmeyi biliyorsanız.. [Yunus Suresi, 12/43] demişti. Tabir, rüyada görülen suretten başka bir şeye izin [cevaz] demektir. Ve (Azizin rüyasında gördüğü) öküzler, kıtlık ve bolluk yıllarıydı.

İbrahimin rüyasında gördüğü doğru olsaydı, oğlunu kurban etmesi kaçınılmaz olurdu. Ama o, sadece rüyada gördüğünün oğlu olduğunu doğruladı ve Allah indinde ise oğlu suretinde görünen şey gerçekte koçtan [zibh-i azim] başkası değildi. Bundandır ki, İbrahimin zihninde oğlunu kurban etme düşüncesi doğunca, koçu İshak için feda etti. Ama (gerçekte kurban edilmesi emrolunan İshak olmadığından) bu koç Allah indinde (İshaka karşılık olarak) feda edilen bir şey değildi (çünkü kurban edilmesi gereken zaten koçun kendisiydi). İmdi, his (kurbanı) koç olarak biçimlerken, hayal de İbrahimin oğlu olarak biçimledi. Eğer hayalde bir koç görmüş olsaydı, onu oğlu olarak veya bir başka şey olarak tabir ederdi.

Ve sonra Hak Teala şöyle buyurdu: Bu, apaçık bir imtihandır [Saffat Suresi, 37/106]. Yani bu, İbrahimin, rüya durağının [mevtın] tabir gerektirdiğini bilip bilmediği konusunda bir imtihandır; çünkü O, rüya durağının [mevtın] tabir gerektirdiğini bilir. Ama İbrahim, gördüğü rüyayı tabir etmesi gerektiğini düşünemedi [gaflet] ve (bu şekilde) rüya durağının [mevtın] gereğini yerine getiremediğinden dolayı da, rüyasında gördüğünü doğruladı.

Aynı şekilde, Müsned (yani, Hadis derleme kitabı) sahibi bir imam olan Taki bin Mahled de düşüncesizlik etti [gaflet]. Resulün (sav) şöyle dediğini işitmişti: Her kim rüyasında beni görürse, uyanıklıkta beni görmüştür; çünkü şeytan benim suretime giremez. Ve Taki bin Mahled rüyasında Resulü gördü; ve bu rüyada Resul kendisine süt içiriyordu. (Uyandığında) rüyada gördüğünü doğruladı; (ve bunu kendisine kanıtlamak için de) kusarak, içmiş olduğu sütü çıkardı. Eğer rüyasını tabir edecek olsaydı, içtiği süt kendisinin sahip olacağı birçok ilim olacaktı. (Böyle yaptığı için,) içtiği süt kadar ilimden Allah onu mahrum kıldı.

Görmez misin ki, Resul (sav) rüyasında kendisine bir kap dolusu süt verildiğini söyleyerek şöyle buyurdu: İyice kanıncaya kadar içtim ve kalanını Ömere verdim. Kendisine, Ya Resulallah, içtiğiniz sütü ne olarak yorumladınız? diye sorulduğunda ise, İlim diyerek karşılık verdi. Ve rüya durağının [mevtın] tabir edilmeyi gerektirdiğini bildiğinden, gördüğü bu sureti süt olmaklığında bırakmadı.

Ve hiç kuşkusuz Nebinin (sav) duyularla müşahede edilen sureti Medineye defnedilmiştir. Ve onun ruhunu ve latifesini hiçbir kimse ne başkasında ne de kendisinde müşahede etmemiştir. Diğer bütün ruhlar için de bu böyledir. İmdi, Nebinin (sav) ruhu, rüyada kendisini gören bir kimseye, toprağa defnedilen bedeninin suretinde görünür. Ve rüyada görülen sureti, onun bedeninin aynısıdır, herhangi bir eksiklik sözkonusu değildir. Ve Allahın rüya gören kişiyi korumasından dolayı, şeytanın onun suretine girmesi mümkün değildir. Bundandır ki, her kim onu bu şekilde görecek olursa; kendisine emrettiği, sakındırdığı veya bildirdiği ne varsa, bunların hepsini onun kendisinden almış olur. Tıpkı, Nebi (sav) hayattayken onu görseydi anlamı ister açık ister örtük olsun, veya hangi şekilde olursa olsun söylediklerini nasıl ki ondan almış olacaktıysa, öyle. Ve eğer Nebi (sav), ona bir şey verecek olsa, bu şeyin hiç kuşkusuz tabir edilmesi gerekir. Ama eğer hayaldeki şeyin aynısı duyumsal olarak da görülecek olursa, böylesi bir rüyanın tabir edilmesi gerekmez işte Halil İbrahim ve Taki bin Mahled bu şekilde, gördükleri surete, gördükleri kadarınca güvendiler.

Rüya için bu iki yön (yani, tabir etmek ve etmemek) sözkonusu olduğundan, nübüvvet makamını verdiği İbrahime yaptığı ve söyledikleriyle bize edebi öğretti. Ve bizler de (öğrendiğimiz bu edeb sayesinde) Hakkı aklî delilin kabul etmediği bir surete bürünmüş olarak gördüğümüzde, görülen sureti ya gören kişinin hali ve Hakkın görüldüğü mekân açısından veya her ikisi açısından şeriata uygun olan Hak (anlayışı) doğrultusunda tabir etmemiz gerektiğini bildik. Ve eğer aklî delil, gördüğümüz şeyi reddetmezse, onu gördüğümüz suret ne ise, o şekilde alıkoyarız tıpkı ahirette Hakkı gördüğümüzde, Onu gördüğümüz suret üzre kabul etmemizde olduğu gibi.

Her bir mevtında Rahman olan Birin suretleri vardır gizli ve açık
Eğer bu Haktır dersen doğruyu söylemiş olursun
Yok eğer, bu Haktan başka bir şeydir dersen
Öbür yana (yani, yaratılışa) geçmiş olursun.
Onun hükmü bir mevtını içerip, diğerini dışlamak değildir
Ve O, kendi hakikatıyla yaratılışta seyrini sürdürür.
Kendini gözler önüne serdiğinde, akıllar
Alışageldikleri aklî delillerle Onu reddederler
Ama gerçek akıl sahipleri, akıl hazretinde
ve hayal denilen şeyde, Onu kabul ederler.
Ebu Yezid Bistamî bu makamda (yani, keşf-i tam ve şuhud-i âmm makamında) şöyle demiştir: Eğer Arş ve onun içerisinde olan her şey, yüzbinlerce kez daha büyük olsaydı, arifin kalbinin bir köşeciğinde olurdu ve onun farkına bile varmazdı ve bu Ebu Yezidin (kalbinin) cisimler alemindeki genişliğidir. Ne var ki ben şöyle diyorum: Varlığı bitimli olmayan şeyin (yani, varoluşsal taayyünatın) bitimli olduğu varsayılarak, kendisini var eden ayn (ayn-ı vahid) ile birlikte arifin kalbinin bir köşeciğinde ortaya çıksaydı onun farkına bile varmazdı. Çünkü kalbin, Hakkı kendisine sığdıracak genişlikte olduğu (kudsî hadisle) ortaya konmuş ama kanmaklıkla nitelenmemiştir. Eğer dolacak olsaydı, kanardı. Nitekim Ebu Yezid de böyle dedi. (Muhabbet şarabını kadeh kadeh içtim; ne şarap tükendi, ne de ben kandım.) Biz de sözümüzle hiç kuşkusuz bu makama dikkat çektik.

Ey eşyayı Kendi nefsinde yaratan
Yarattığın her şeyi Kendinde toplarsın
Varlığı bitimli olmayan şeyi, Kendi varlığında yaratırsın
Ve Sen hem genişsin, hem de darsın
Eğer Allahın yarattığı şey benim kalbimde olaydı
Bütün bu şeyler kalbimde sönük kalırdı
Eğer kalbim Hakkı sığdıracak kadar genişse,
Yaratılış onu nasıl daraltsın
Ey bana kulak veren, bu nasıl bir iştir?
İnsan, hayal gücünde, varlığı olmayan ve yalnız hayal gücünde varlık kazanan şeyi vehimle yaratır. Ve arif, himmetiyle, himmet mahallinin dışında varlığı ortaya çıkan şeyi yaratır. Ama arifin himmeti, onu korumaktan geri kalmaz. Ve onun yarattığı şeyi koruması, himmete bir yük oluşturmaz. Arif yarattığı şeyi korumaktan gaflete düşecek olduğunda, eğer bütün hazretleri zaptetmiş değilse, yarattığı bu şey yok olur. Bütün hazretleri zaptettiği durumda, böylesi bir gaflet sözkonusu değildir, yarattığı şeyi hiç kuşkusuz (herhangi) bir hazretten müşahede eder. İmdi, arif bütün hazretleri kuşatmış olarak, himmetiyle bir şey yaratacak olsa, o yaratılan şeyin sureti herbir hazrette zahir olur. Bu durumda, (herbiri başka bir hazrette bulunan) suretleri (belli bir hazretteki) diğer suretlerle korur. Arif, bir hazretten veya birkaç hazretten gaflete düşse ve fakat yarattığı sureti koruduğu hazretlerden birini müşahede etmeyi sürdürse, gaflete düşmediği hazretteki bu bir suretin korunmasıyla, bütün suretler korunmuş olur. Çünkü gerçekte gaflet ister bütün alemler için, isterse bazı alemler için olsun hiçbir zaman genel değildir.

Ve hiç kuşkusuz, burada öyle bir sır açıkladım ki, ehlullahtan olanlar böylesi bir sırrı açığa vurmaktan kaçınırlar. Burada, kendilerinin Hak oldukları yolundaki davalarının reddi vardır. Çünkü, Hakkın hiçbir zaman hiçbir şeyden gafil olması sözkonusu olmadığı halde, kulun bir şeyden gafil değilken, başka bir şeyden gafil olması kaçınılmazdır. İmdi, yarattığı şeyi korumasından dolayı ben Hakkım demesi sözkonusudur. Ne var ki, o şeyin suretini koruması, Hakkın koruması gibi değildir. Ve işte biz bu farkı ortaya koyduk. Ve herhangi bir suretten ve bu suretin bulunduğu hazretten gafleti dolayısıyla, kul hiç kuşkusuz Haktan ayrılır. Ve suretlerin tümünü korumayı sürdürmesine sürdürür de, bunu, bu hazretlerin tümü içerisinde gafil olmadığı hazrette bu sureti koruyarak yapması nedeniyle, kulun Haktan ayrılması kaçınılmazdır. Çünkü kulun yarattığı sureti gafil olduğu hazretlerde koruması zımnen sözkonusudur. Ama Hakkın yarattığı şeyi koruması böyle değildir. Çünkü O, yarattığı her sureti alet-tayin korur.

Ve bu mesele bana bildirildi. Bu meseleyi, bu kitaptan başka hiçbir yerde hiçbir kimse yazmamıştı; ne ben, ne de bir başkası. Dolayısıyla bu mesele vaktin benzersiz incisidir. İmdi, sakın ola ki bundan gafil olma! Çünkü, bir suret ile huzur üzre olduğun hazret, Hak Tealanın Ben Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadım [Enam Suresi, 6/38] dediği, olmuş ve olmamış olan herşeyi kendinde toplayan Kitabın (yani, levh-i mahfuzun) benzeridir.

Bizim söylediklerimizi ancak nefsinde Kuran olan kimse (yani, bütün hazretleri kendinde toplamış olan İnsan-ı Kâmil) bilir. Çünkü, takva sahibi bir kimse için Allahu Teala bir furkan kılar [Enfal Suresi, 8/29] (yani, Hak ve batılı, ve dolayısıyla da Hak ile halkı ayrımlama yeteneği kazandırır). Ve (İnsan-ı Kâmile ait olan) bu furkan da, kendisiyle kulun Rabbinden ayrışık oluşuna ilişkin olarak bu meselede sözünü ettiğimiz furkan gibidir. Ve bu, en büyük ayrımdır [furkan].

İmdi bir zaman olur ki kul, hiç kuşkusuz Rabb olur
Ve bir zaman olur ki kul, kesinkes kul olur

Ve kul olduğunda Hakla geniştir
Ve Rabb olduğunda ise darlıktadır
Kul olarak nefsinin gerçekte ne olduğunu görür
Ve Haktan istedikleri çoğalır, genişler.
Rabb olarak, mülk ve melekut hazretlerinde

Bütün yaratılışın kendisinden taleplerde bulunduklarını görür
Ama o, zatı itibarıyla, onların isteklerini karşılayamaz
Bundandır ki, bazı arifleri ağlar görürsün

İmdi sen Rabbin kulu ol; Onun kulunun Rabbi olma
Yoksa ateşe ve erimeye düşersin.

İSMAİL KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ ALİYYE

indir_67.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Bil ki, Allah olarak adlandırılan, Zatıyla Tek [Ahad] ve İsimleriyle bütündür [küll]. Herbir varlığın kendi özgül Rabbi [rabb-i has] vardır ve bu Rabbin bütünün kendisi olması olanaksızdır. Ama ilahi ahadiyette, hiç kimse için yer yoktur. Çünkü, bir şeyde ilahi ahadiyetten bir şey vardır; ve diğerinde de ondan bir şey vardır denilemez; çünkü O, bölünme kabul etmez. İmdi, Onun ahadiyeti açığa çıkmamış olan İsimlerin tümünün toplamıdır.

Said, Rabbi (terbiye edicisi) indinde razı-olunandır. Ve varlık hazretinde, Rabbi indinde razı olunmayan yoktur. Çünkü o Rabb, onun üzerinde rabb-olmaklığını [rububiyet] sürdürür. Böyle olunca da razı olunandır ve dolayısıyla saiddir.

Bu konuda Sehl (Sehl bin Abdullah Tusterî) şöyle der: Rububiyetin bir sırrı vardır bu sır sensin. Sehl, sen sözüyle herbir ayna (yani, herbir varolan-ayna) seslenir. Ve şöyle sürdürür: Eğer o sır ortadan kalkabilecek olsaydı, elbetteki rububiyet geçersiz hale gelirdi. Sehl, ortadan kalkabilecek olsaydı sözüyle söylediği şeyin olanaksızlığına işaret etmiştir. Çünkü bu sır ortadan kalkmayacağı gibi, rububiyet de geçersizleşmez. Çünkü aynın varlığı ancak Rabbi ile sözkonusudur ve ayn her zaman için varolduğundan, rububiyet hiçbir zaman geçersiz hale gelmez.

Ve her razı olunan sevgilidir; ve sevgilinin her yaptığı şey sevgilidir. Çünkü aynın bir fiili yoktur; olsa olsa bu fiil o ayndaki, Rabbinin fiilidir. Böylelikle, ayn, işlediği fiilin kendisine dayandırılmasından kurtuldu. Bu durumda, ayn, Rabbinin fiillerinden ve kendisinde olan ve kendisinden zahir olan şeyden razı oldu. Bu fiiller razı olunmuştur. Çünkü her fiil işleyen ve sanatçı kimse, kendi fiilinden ve sanatından razıdır. Çünkü her fiil işleyen ve sanatçı kimse, kendi fiilinin ve sanatının hakkını kusursuz bir şekilde verdi. O, her şeye halkını verdi ve ona doğru yolu gösterdi [Taha Suresi, 20/50]. Böylece her şeye halkını verdiğini beyan etti ve (yaratılmış olan her şey, kendi istidadıyla talep ettiği şeyde) eksiklik veya fazlalık kabul etmez.

İsmail, sözünü ettiğimiz şeyi keşfetmesinden dolayı Rabbinin indinde razı-olunan oldu. Bunun gibi, herbir varlık Rabbinin indinde razı-olunandır. Ve herbir varlığın, söylediğimiz gibi, Rabbi tarafından razı olunması, başka bir kulun Rabbi tarafından razı olunması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü (varolan-aynların herbiri) rububiyeti birden [vahid] (yani, tek bir İlahi İsimden) değil, olsa olsa bütünden (yani, bütün İsimleri kendisinde toplayan uluhiyet mertebesinden) almıştır. Böylelikle ona bütünden ancak kendisine uygun olan şey tayin olundu, ki bu da o şeyin Rabbidir. Ve hiçbir kimse rububiyeti, Hakkın ahadiyeti dolayısıyla almaz; ve bunun içindir ki, Ehlullahtan olanlar, ahadiyette tecellinin sözkonusu olmadığını söylediler.

İmdi sen (fenâ makamında) Ona, Ondan doğru bakarsan, O, Kendi nefsine bakar ve böylece O, (zuhurun sözkonusu olmadığı ahadiyette) Kendi nefsine, Kendi nefsiyle bakıyor olmaktan hiçbir zaman geri kalmaz. Ve eğer sen Ona seninle (kendi nefsin ve kayıtlı varlığınla) bakarsan, ahadiyet ortadan kalkar (ve Hak, vahidiyet ile tecelli eder). Ve eğer sen (Muhammedî vârisler gibi) Ona Onunla ve seninle (Hak halka ve halk da Hakka örtü olmaksızın) bakarsan yine ahadiyet ortadan kalkar. Çünkü sen bakıyorsun sözündeki sen zamiri bakılanın kendisi değil, ondan başkasıdır. Burada, bakan ve bakılan olarak iki şeyin gerektirdiği bir ilişkinin varlığından dolayı, ahadiyet ortadan kalkar. Ama (Ona seninle bakışında ve Ona Onunla ve seninle bakışında) yine de, O Kendi nefsiyle Kendi nefsine bakmaktadır ve bu vasıfta (yani, senin varlığın ile ve Kendi varlığı ile bakmada), bakan da Odur, bakılan da.

İmdi, bir kimsenin mutlak olarak razı-olunan olması, ancak o kimsede zahir olan fiilin, Razı-olanın onun yoluyla olan fiili olmasıyla sözkonusu olabilir (ve bu durum ancak İnsan-ı Kâmil için geçerlidir). İmdi, Hak Tealanın İsmaili Rabbi indinde razı-olunmaklıkla nitelemesiyle İsmail, diğer aynlardan üstün oldu. Ve, kendisine, Ey nefs, Rabbine dön!.. denilen her mutmain nefsin durumu da böyledir. İmdi, Hak Teala, mutmain nefse, kendisini davet eden Rabbine dönmeyi emretti. Ve ..razı olmuş olarak kullarım arasına katıl.. ki bu makam bu kullarımın mülküdür. Şu halde, burada sözü edilen kullar, Rabbini bilen ve Onunla yetinen ve ondan başka bir Rabbe bakmayan kullardır. ..Ve gir cennetime [Fecr Suresi, 89/27-30] ki, Ben Kendimi onunla örterim [setr]. Ama Benim cennetim senden başkası değildir. Çünkü sen, zatın ile Beni örtersin. İmdi, Benim bilinmem ancak seninledir ve sen de ancak Benimle varsındır. Böylece seni bilen Beni bilir. Ve Ben (hakikatimle) bilinmem, sen de (hakikatinle) bilinemezsin.

Ve Rabbinin cennetine girdiğinde, kendi nefsine girmiş olursun. O zaman, kendini bildiğinde Rabbini bildiğin marifetten başka bir marifetle kendini bilirsin. Böylelikle iki tür marifete sahip olursun: öncelikle Onu, kendini biliyor olarak, bu sayede bilirsin ve ikinci olarak, nefsinden dolayı değil ama Rabbinden dolayı ve Rabbini biliyor olman nedeniyle nefsini bilirsin.

Sen (kendi özgül Rabbin için) kulsun
Ve sen (istidadınla hükmettiğin özgül İsim için) Rabbsin
O kimse ki, Onun için ve Onda kulsun
Sen (sende zahir olan huviyet itibarıyla) Rabbsin
Ve sen (Elestü bi Rabbikum? seslenişindeBeli Evet diyerek)
Sözleşme yaptığın Rabb için (taayyünün ve kayıtlanmışlığın itibarıyla) kulsun

Herbir belirli Rabb-kul sözleşmesi
Başka bir Rabb-kul sözleşmesi karşısında geçersizleşir
Böyle olunca, Allah kullarından razı oldu, kulları da razı olunanlar oldu. Ve kulların hepsi Ondan razı oldu ve O da böylece razı olunan oldu.

İmdi, iki hazret (yani, rabb-olmaklık hazreti ve kul-olmaklık hazreti), benzerlerin birbirine karşılık gelmesi gibi birbirine karşılık geldi. Ve benzer olanlar, birbirlerine karşıttırlar. Çünkü iki benzer birlenemez, aksi halde aralarında bir ayrım kalmazdı. Varlıkta ise diğerlerinden ayrışık olmayan bir şey yoktur. İmdi, bir-olan-hakikatte [hakikat-ı vahid] benzer yoktur. Böyle olunca varlıkta benzer yoktur ve varlıkta karşıt da yoktur. Çünkü varlık bir-olan-hakikattır ve bir şey kendisine karşıt değildir.

Haktan başkası baki değildir, yaratılmış olan baki değil
Ulaşma diye bir şey yoktur, ayrı olma diye bir şey yok
Apaçık delil bununla geldi
Böylece ben gözlerimle gördüğüm ve incelediğim zaman
Onun aynından başka bir şey görüyor değilim
Bu, (yani, Hakkın kulundan ve kulun da Rabbinden razı olması) ancak, kendini Rabbin varlığı olarak görme konusunda Rabbinden korkan kimselere özgüdür, çünkü onlar (rabb-olmaklık hazreti ve kul-olmaklık hazreti arasındaki) ayrışmayı bilirler. Bazılarının cehaleti, bizi, bilenlerin yaptığı bu ayrımı yapmaya yöneltti. Gerçekte kullar arasında ayrım vardır ve Rabbler arasında ayrım vardır. Herhangi bir ayrım olmasaydı, o zaman hiç kuşkusuz İlahi İsimlerin herbiri, tıpkı diğerleri gibi bütün vecheleriyle yorumlanırdı. Ama Muiz (Aziz-kılıcı) İsmi, Muzill (Zelil-kılıcı) İsminin yorumlandığı gibi yorumlanmaz ve diğerleri için de bu böyledir. Ne var ki, ahadiyet yönünden bakıldığında durum başkadır. Bütün İsimlere ilişkin olarak diyebilirsin ki, her İsim, kendi huviyeti yönünden hem Zata, hem de kendi hakikatine götürür, çünkü adlandırılan Birdir. Böylelikle Muiz, adlandırılan Bir yönünden Muzillle aynıdır ve öte yandan Muiz, kendine özgü hakikati yönünden Muzillden farklıdır, çünkü her ikisinden farklı kavramlar anlaşılır.

Halktan ayrı tutarak Hakka bakma!
Ve Haktan başka olmaklık giysisine büründürerek halka bakma!

Ve Hakkı tehzih ve teşbih et;
Ve dosdoğru olmaklık [sıdk] makamında dikil.
Ve ister cem makamında, istersen fark makamında ol!
Eğer sana bunlardan biri zahir olursa, diğerine yönel ki,
İkisiyle birden zafere eresin!
Sen ne (hakikat yönüyle) fani olur, ne de (halkiyet yönüyle) baki kalırsın,
Ne yokedebilir ne de baki kılabilirsin.
Ve vahiy (ilham) senin üzerine
(sen Hakkın sureti olduğundandır ki) başkasından verilmez;
ve sen de onu (gayr olmadığından) başkasına vermezsin.
Yüceltme [senâ], verilen söze sadık olunmasına yapılır. Ve ilahi hazret övülen [mahmud] yüceltmeyi talep eder. Dolayısıyla O, verdiği sözde sadık olması [sıdk-ı vad] yönünden yüceltilir, tehdidinde sadık olması [sıdk-ı vaîd] yönünden değil. Allahu Teala, Allahın resullerine verdiği sözde sadık olmayacağını sanma [İbrahim Suresi, 14/47] dedi (söz yerine) tehdit demedi. Hatta, onları (işledikleri suçlardan dolayı) tehdit etmiş olmasına rağmen, şöyle dedi: Biz onların günahlarından geçeriz [Ahkaf Suresi, 46/16]. Ve Allah, İsmaili, sözüne sadık olmasından dolayı övdü ve böylece, gerçekte Hak için tehdidin gerçekleşmesi imkanı ortadan kalktı.

İmdi geriye yalnızca Sözüne Sadık Olan kaldı
Ve Hakkın tehdidi açısından incelenebilecek tek bir ayn yoktur
Ve her ne kadar şeka yurduna girseler de onlar
Şeka yurdundan bir tat alırlar; o da farklı bir nimettir
Yani ebedilik (huld) cennetlerindekinden farklı bir nimet
Halbuki alınan lezzet birdir
Ve aralarında (istidadların farklılığıyla) tecelli bakımından farklılık vardır
Çekilen azab, (lezzet anlamına gelmesi yönünden)
Tadının tatlılığından dolayı azab olarak adlandırılır.
Ve (eziyet anlamına gelmesi yönünden) azab sözü,
(Azabın gerçek anlamı olan) lezzete kabuk gibidir ve kabuk
(Azabın hakikatini, örtülü olan gafillerden) koruyucudur.

YAKUB KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ RUHİYYE

hz-yakup.png

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Dinin iki türü vardır: İlki; Allahın indinde, Hakkın bildirdiği kimse (yani, nebiler) indinde ve Hakkın bildirdiği kimsenin bildirdiği kimse (yani, nebinin ümmetinden olan) indinde olan dindir. İkincisi ise, halkın indinde olan dindir ki, Allah onu geçerli kılmıştır.

Allah indinde olan din, Onun seçtiği ve halkın dini üzerinde yüce kıldığı dindir. Hak Teala şöyle buyurur: İbrahim ve Yakub, oğullarına şöyle vasiyet ettiler: Allah sizin için dini seçti, o halde ancak Ona teslim olmuş bir halde ölün [Bakara Suresi, 2/132]. (Bu ayette sözü edilen) din, harf-i tarifle birlikte kullanılmıştır, dolayısıyla bu, bilinen ve belirli bir dindir. Ve Hak Teala şöyle buyurur: Allahın indinde din İslamdır [Âl-i İmran Suresi, 3/19] yani, teslimiyettir. Dolayısıyla din, senin teslimiyetinden ibarettir ve Allah indinde olan din, senin hükümlere teslimiyet göstermekliğindir. İmdi din teslimiyet ve nâmus da Allahu Tealanın koyduğu hükümlerdir. Dolayısıyla, Allahu Tealanın kendisi için ortaya koyduğu hükümlere teslimiyet göstererek bunlarla nitelenen kimse, dini uygulayan ve onu kıldığı namazla yerleşik kılandır, yani onu inşa edendir. Böylece kul, dini inşa eden ve Hak da, şeri hükümleri ortaya koyandır. O halde, teslimiyet senin fiillerinin ta kendisidir ve din senin fiillerinden ortaya çıkar. Böyle olunca, sen ancak kendinden olanla (yani, kendi fiillerinle) mutlu olursun. Ve nasıl ki senin mutluluğunu ortaya çıkaran senin kendi fiillerinse, İlahi İsimleri de ortaya çıkaran ancak Allahın fiilleridir. Ve sen Allahın fiillerisin ve bunlar sonradan olmadırlar. Allah, ortaya koyduklarıyla İlah olarak adlandırılır ve sen de ortaya koyduklarınla said olarak adlandırılırsın. Ve sen dini yerleşik kılıp Allahın koyduğu hükümlere teslimiyet gösterdiğinde, Allahu Teala, seni Kendi nefsi menzilesine indirir.

Bu konu hakkında faydalı olacak şeyleri, inşaallah, Allahu Tealanın geçerli kabul ettiği halk indinde olan dini açıkladıktan sonra ortaya koyacağım. İmdi, (Hak ve halk indinde olan) her iki din de (fillerin yaratıcısının O olması bakımından) Allahındır. Ve (din, teslimiyet olduğundan ve teslimiyet senin fiillerinle ortaya çıktığından dolayı) ikisi de Allahtan değil sendendir. Dinin Allahtan olması, ancak işin aslı itibarıyladır.

Allahu Teala şöyle buyurdu: ..onların başlattıkları ruhbaniyeti var kıldık.. Ve bu hikmetli kanunlar herkesin bildiği resul tarafından ve bildik özel yoldan (yani, vahiy yoluyla) Allah katından getirilmiş değildir. Ama, içerdiği hikmet ve zahirdeki faydadan dolayı konulmuş şeriatın [vaz-ı meşru] amacına uygun bir şekilde ilahi hükümlere uyarlılık gösterdikleri için, Allahu Teala bu hikmetli kanunları ..onlar üzerine farz kılmadığı halde.. tıpkı Kendi koyduğu hükümleri geçerli kıldığı gibi geçerli kıldı. Ve Allahu Teala, Kendisiyle onların kalpleri arasında yardım ve rahmet kapısını açarak, onların kalplerine kendileri bunun farkında olmaksızın koydukları bu hükümleri yüceltmekliği yerleştirdi. Bu şekilde onlar ilahi öğretimle bilinen nebevî yoldan başka bir yolla Allahın rızasını isterler. İmdi, bu kanunları kendileri için bir hüküm olarak koyanlar ve kendileri için bu hükümler konmuş olanlar, ..ancak Allah rızasını istediklerinden dolayı, onları hakkıyla yerine getirdiler.. ve bu şekilde itikat ettiler ..böylece, onlar arasından iman edenlere ödüllerini verdik; ve onların bir çoğu sapmıştır [Hadîd Suresi, 57/27] yani, bu hükümlere teslimiyetten ve bunları yerine getirmekten uzaktırlar. Ve bu hükümlere teslimiyet göstermeyenlere, bu hükümleri (onların kalplerine ilham ederek) koymuş olan (Hak), kendilerini hoşnut edecek şeyleri onlara vermeyerek, teslimiyet göstermez [münkad]. Ama, emr (yani, uluhiyet ve rububiyet, Hak tarafından) teslim olmaklığı gerektirir. Ve bu, şu demeye gelir:

Yükümlü olan, ya uymak suretiyle teslimiyet gösterir [münkad] veya karşı gelir. Kendi isteğiyle itaat edenin [muvafık-ı muti] durumu açık olduğundan, onun hakkında söze gerek yoktur. Karşı çıkan kimseye gelince; bu kişi, kendisine egemen olan karşı geliş nedeniyle Allahtan, şu iki şeyden birini ister: bağışlanmak veya cezalandırılmak. Ve, kendi nefsinde bunlardan birini hakettiği için bunlardan biri olmak zorundadır. İmdi, kulun fiillerine ve bulunduğu haline göre, Hakkın teslimiyet gösterdiği doğrulanmış [sahih] oldu. Böylece, etkiyici [müessir] olan, kulun halidir.

Bu şekilde bakıldığında, din, verilen karşılık, yani hoş olan ve hoş olmayan bedel olur. Hoş olan şeyle verilen bedel şudur: Allah onlardan razı, onlar da Allahtan razıdırlar [Mâide Suresi, 5/19]. İşte bu sevinç veren şeyle bir karşılıktır [ceza]. Sevinç vermeyecek şeyle karşılık ise şudur: Sizden zulmeden kimseye Biz büyük azabı tattırırız [Furkan Suresi, 25/19]. Ve Biz, onların günahlarından geçeriz [Ahkaf Suresi, 46/16] de bir karşılıktır. Böylelikle, dinin bir karşılık olduğu ortaya çıkmış oldu. Çünkü, din İslamdır ve bu da teslimiyet demektir. Ve Hakkın kula teslimiyeti, kulun halinin gerektirdiği karşılığı vermektir. Bu, o halde, dinin ne olduğunun zahirî açıklamasıdır.

Bu söylenenlerin sırrına ve batınına gelince: din, Hakkın varlık aynasında bir tecellidir. Böyle olunca, mümkün varlıklardaki Hakka ait olan şey, bu mümkün varlıkların bulundukları hal içerisinde kendi zatlarının Hakka verdiği şeydir. Çünkü mümkün varlıkların bulundukları her halde, birer sureti vardır. Bundan dolayı, mümkün varlıkların hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, suretleri de birbirinden farklıdır. Ve hallerinin birbirinden farklı olmasından dolayı da, Hakkın tecellisi farklı farklıdır. Sonuçta Hakkın kuldaki etkisi [eser], kulun içinde bulunduğu hal üzre ortaya çıkar. İmdi, kula hayrı veren kulun kendisinden başkası değildir. Ve kendisine hayrın karşıtını veren de kendisinden başkası değildir o, kendi zatını nimetlendirir ve azaplandırır. Yerecekse sadece kendi nefsini yersin ve övecekse sadece kendi nefsini övsün! O halde, Hakkın onlara ilişkin ilminde apaçık delil [hüccetül-baliğa] vardır çünkü ilim, maluma tabidir.

Şimdi, meselenin biraz daha derinine inip, daha bir ötedeki şu sırrı ortaya koyalım: mümkün varlıkların asılları yokluktur ve bu değişmez. Ve mümkün varlıkların nefslerinde ve aynlarında, içinde bulundukları hallerin suretine bürünen Hakkın varlığından başka bir varlık yoktur. İmdi sen haz ve acı duyanın kim olduğunu ve hallerden herbir hali izleyenin ne olduğunu bildin ve bundandır ki, bir hali izleyen bir sonraki hal (yani, karşılık), (takip kökünden gelen) ukubet ve ikab olarak adlandırılmıştır. İyi olsun, kötü olsun her durum için bu geçerlidir; ama toplumsal uylaşım, bu sonucu, iyi olan şeyler için sevap ve kötü şeyler içinse ikab olarak adlandırdı. İşte, bundandır ki, din âdet (yani, tekrarlama) olarak adlandırıldı veya bu şekilde yorumlandı. Çünkü (mümkün varlığın veya kulun) halinin gerektirdiği veya talep ettiği şey geri döner. Böyle olunca, din âdettir. Şair şöyle der: Ümm el-Huvarisin önünde böyle yapmak senin dinindi, yani, âdetindi. Ve âdet denince anlaşılan, bir şeyin kendi özgün haline dönmesidir; ama bir şeyin önceki haline, öncekinin aynısı olarak dönmesi olabilir bir şey değildir. Ve âdet denince de, bir şeyin kendini tekrarlaması düşünülür.

Ama âdet, akılla-kavranabilir olan bir hakikattir ve birbirine benzeyen suretlerde vardır. Biliriz ki, Zeyd insanlık itibarıyla Amrın aynısıdır. Ama burada insanlık tekrarlanmış değildir; eğer öyle olsaydı, çoğalırdı. Ne var ki, insanlık tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] olduğundan çoğalmaz. Yine biliriz ki, Zeydin birey olmaklığı, Amrın birey olmaklığının aynısı değildir. İmdi, her ikisi de birey olmakla birlikte, birey olarak Zeyd, birey olarak Amrın aynısı değildir. Dolayısıyla biz, bu benzerlikten dolayı his olarak insanlığın yinelendiğini, hüküm olarak da yinelenmediğini söyleriz dolayısıyla bir yönden tekrarlama [âdet] varken, bir yönden de tekrarlama yoktur. Aynı şekilde, bir yönden bakıldığında karşılık [ceza] vardır ve bir diğer yönden bakıldığında da karşılık yoktur çünkü karşılık da mümkün varlıktaki bu mümkün varlığın hallerinden bir haldir.

Bu meseleyi bilenler, bu meseleyi gereğince açıklığa kavuşturmadılar. Bu konuda cahil olduklarından değil; bu mesele, yaratılanlar üzerinde egemen olan kader sırrına ilişkin olduğundan, bu meseleyi açıklamaktan kaçındılar.

Bil ki, hekimlerin tabiata hizmet ettiği söylendiği gibi, resul ve vârislerinin de genel olarak ilahi emre hizmet ettikleri söylenir. Halbuki onlar, işin aslına bakılırsa mümkün varlıkların hallerine hizmet ederler. Ve yaptıkları hizmet, bu mümkün varlıkların değişmez aynlarının içerisinde bulunduğu hale göredir. Bunun ne şaşılası bir şey olduğuna bak!

Burada istenir olan hizmet edici, hizmet ettiği kişi için yazılmış olanı (yani, değişmez aynını) hal ve söz ile bilen hizmet edicidir. Çünkü hekim için, ancak tabiatın suyuna gittiği ölçüde tabiata hizmet edici denebilir. Tabiat, hastanın bedeninde özel bir mizaç oluşturmuştur ki, bu kimse bu nedenle hasta olarak adlandırılır. Ve eğer hekim (bu durumda) yardım edecek olsaydı, sadece hastalığı artırmış olurdu. Böylelikle, hastanın bedenini iyileştirmek için tabiatı hastalıktan alıkoyar. Ne var ki, sağlık da, hastalığa neden olan mizaca karşı olan başka bir mizaç oluşturulmasıyla elde edilebileceği için, sağlık da yine tabiattandır. İmdi, bu durumda, tabiata hizmet edici değildir ve tabiata ancak hastanın bedenini iyileştirmeyerek hizmet edebilir. Ve o hasta mizacı değiştirmesi de yine tabiat iledir. Tabiata genel yönden [vech-i amm] değil, özel yönden [vech-i has] hizmet ederek, bu yönde çaba harcar. Çünkü böylesi bir meselede, geneli kapsayacak bir yaklaşım yoktur. O halde hekim, tabiata hem hizmet eder, hem de etmez.

Resullerin ve vârislerinin Hakka hizmetleri de bunun gibidir. Hak (ilahi emir ile) yükümlü olanların hallerine iki yönden hükmeder. Kul üzerindeki emir, Hakkın iradesinin gerektirdiği şekilde ortaya çıkar. Ve Hakkın iradesi de, Hakkın ilminin gerektirdiği şeye ilişkilenir. Ve Hakkın ilmi de, bilinenin (yani, ayn-ı sabitenin) kendi zatından Hakka verdiği şeye ilişkilenir. Dolayısıyla kul, ancak kendi (ayn-ı sabitesinin) suretiyle zahir olur.

Böyle olunca, resul ile vâris olan, Allahın iradesine değil, Allahın iradesiyle olan ilahi emre hizmet eder. Resul ve vâris olan, yükümlü olan kişinin mutluluğunu istediğinden dolayı, ona ilahi emir ile gelir. Eğer ilahi iradeyle gelseydi, öğüt vermezdi. Halbuki resul ve vâris ancak ilahi irade ile öğüt verir. İmdi, resul ve vâris, nefsler için uhrevî (yani, ahlakî ve manevî) hekimdir. Allah emrettiğinde, Onun bu emrine uyar. Allahu Tealanın emrini gözetir ve Onun iradesini gözetir ve Hakkın, Kendi iradesine aykırı şeyle kendisine emrettiğini görür. Halbuki yalnızca Hakkın irade ettiği şey olur. Ve böyle olduğundan (yani, Allah irade ettiğinden) dolayıdır ki, emir ortaya çıktı. İmdi, emri diledi, ortaya çıktı; ve emrolunana emredip de, ortaya çıkışını dilemediği şey de, emrolunandan ortaya çıkmadı. Bu durum, karşı gelme ve isyankarlık olarak adlandırılır. Durum böyle olunca, resul tebliğ edicidir, başka bir şey değil.

İşte bunun için Resul (sav), içerisindeki ..emrolunduğun gibi dosdoğru ol [Hud Suresi, 11/112] sözünden dolayı, Hud suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı buyurdu. İmdi, onu emrolunduğun gibi sözü ihtiyarlattı. Çünkü, Allahın iradesine uygun olan ve dolayısıyla gerçekleşebilecek bir şeyle mi, yoksa Allahın iradesine aykırı olan ve dolayısıyla da gerçekleşmeyecek olan bir şeyle mi emrolunduğunu bilmiyordu. Ve hiç kimse, Allahın iradesinin neye hükmettiğini bilemez. Bunu ancak irade ettiği şeyin gerçekleşmesinden sonra bilir. Ama Allahın basiret gözünü açtığı kimse bunun dışındadır. Bu kimse, mümkün varlıkların aynlarını değişmez oldukları hal üzre idrak ederek, gördüğü şey doğrultusunda hüküm verir. Ve bu durum, insanların bazılarında (yani, nebiler ve kâmil velilerde) zaman zaman olur, ama her zaman olmaz. Nitekim, Hak Teala, De ki: Benim ile ve sizin ile ne işlenir, bilmem [Ahkaf Suresi, 46/9] buyurarak, örtüyü [hicab] apaçık kıldı ve istenen, ancak kimi özgül şeylerden haberdar olmaktır, başka değil.

YUSUF KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NURİYYE

image006_7.jpg

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

Bu, nur hikmetidir. Bu nur hikmetinin yayılması Hayal Hazreti üzerindedir. Ve inayet ehli (yani, nebiler) için, Hayal Hazreti, vahyin ilk başlangıcıdır [mebde]. Hz. Ayşe, Allah ondan razı olsun, şöyle dedi: Resulallaha vahyin gelişi rüya [rüya-yı sadıka] ile başladı. Ve gördüğü rüya, içerisinde herhangi bir gizli saklılık olmaksızın, gün ışıması gibi apaçık olurdu. Hz. Ayşenin bilgisi bundan öteye geçmedi. Ve bu rüyalar altı ay sürdü, sonra (şehadet mertebesinde) Melek geldi. Bilmedi ki, Resulallah (sav), İnsan uykudadır, öldüğünde uyanır buyurmuştu. Ve her ne kadar (uyurken görülen suretlerle, uyanıkken görülen suretlerin) halleri birbirinden farklıysa da, Resulallahın (sav) uyanıklık halinde gördüğü her şey, rüyada görülen gibidir. Hz. Ayşe, altı ay sürdüğünü söyledi, halbuki onun bütün yaşamı rüyadan farksızdı. Ve sözünü ettiği altı aylık dönem, olsa olsa uyku içinde uykudur. Ve uykuda görülen şey türünden gelen [varid] ne varsa, Hayaldendir; bundan dolayı da tabir edilmesi gerekir. Bu demektir ki, asıl suretinden başka bir surette beliren bir şey tabir edilir. Böylece tabir eden kişi, rüyada görülen suretten, o şeyin kendi içinde ne ise o olan suretine geçer; tabii eğer bunu gereğince yapabilirse [isabet]. Resulallaha ilim süt suretinde göründü ve o bunu yorumlarken, süt suretinden, ilim suretine geçti. Ve bu süt suretinin anlamının [meal] ilim sureti olduğunu söyledi.

Sonra, kendisine vahiy geldiği zaman Resulallah (sav), duyumsanan bildik şeylerden uzaklaşır [ahz] ve yanında bulunanlardan örtülenirdi. Ve örtü kaldırılınca, önceki haline dönerdi. Dolayısıyla vahyi ancak hayal hazretinde idrak etmiştir ama onun bu haldeyken uykuda olduğu söylenemez. Ve yine, melek kendisine adam suretinde göründüğünde, bu da hayal hazretindendir. Çünkü o adam değil, insan suretine bürünmüş bir melektir. İmdi bu adam suretine bakan arif (yani, Resulallah), bu adam suretinden geçerek, onun gerçek suretine ulaştı. Böylece, Bu Cebraildi, size dininizi öğretmeye geldi dedi. Halbuki, orada bulunanlara daha önce, O adamı bana getirin demişti. Orada bulunanlara göründüğü suret dolayısıyla, Cebraili adam olarak adlandırdı. Ama daha sonra, adam olarak tahayyül edilenin gerçek suretini gözönüne alarak Bu, Cebraildir dedi. Her iki durumda da doğruyu söyledi: Gözün gördüğü suretine bakarak adam demekle doğru söylemiş olduğu gibi, Bu, Cebraildir demekle de doğruyu söyledi çünkü o, hiç kuşkusuz Cebraildir.

Yusuf, babasına (yani, Yakub aleyhisselama) şöyle dedi: Onbir yıldız ve güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm [Yusuf Suresi, 12/4]. İmdi, kardeşlerini yıldızlar suretinde, babasını güneş ve teyzesini de ay suretinde gördü. Onları bu şekilde görmesi, kendisinin onları bu şekilde hayal etmesinden dolayıdır. Eğer, gördüğü kimselerden dolayı olsaydı, kardeşlerini yıldızlar, babasını güneş ve teyzesini ay olarak görmesi, onların istedikleri bir şey olurdu. Ama, gördüğü şeyi bilmediklerinden, Yusufun gördüğü şey kendi hayal hazinesinden ortaya çıktı. Yusuf bunu anlattığında, Yakub bunun böyle olduğunu bildi ve şöyle dedi: Oğlum bunu kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar [Yusuf Suresi, 12/5]. Sonra da, hile yapmaklığı oğullarından geri tutarak, hile yapmayı şeytana özgü kıldı; ki o hilenin ta kendisidir. Ve Yakub şöyle dedi: Gerçekte şeytan insanın apaçık düşmanıdır [Yusuf Suresi, 12/5] yani, düşmanlığı apaçık ortadadır.

Çok sonraları (kardeşleri, babası ve teyzesi Mısırda kendi önünde saygıyla eğildiklerinde) Yusuf şöyle dedi: Bu önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim bu rüyayı doğru kıldı [Yusuf Suresi, 12/100] yani, önceden hayal suretinde görünen şeyi, duyumsal olarak da apaçık kıldı. (Hayal ve his arasında yapılan ayrımdan dolayıdır ki) Kerem Sahibi Nebi (sav), İnsanlar uykudadır.. buyurdu (ve böylece, his ve hayali ayrımsızladı). Böyle olunca, Rabbim bu rüyayı doğru kıldı sözü; rüyasında uykudan uyandığını görüp, gördüğü rüyayı tabir eden kimsenin sözünden farklı değildir. Bu kimse bilmez ki, hala uykudadır ve uykudan uyanmamıştır. Ve gerçekten uyandığında ise, Böyle böyle bir rüya gördüm; rüyamda, gördüğüm rüyadan uyanıp, bu rüyayı yorumladım der.

İmdi, Muhammedin (sav) idrakiyle, Yusufun idraki arasındaki farkı gör! Bu önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim bu rüyayı doğru kıldı [Yusuf Suresi, 12/100] derken Yusufun kastettiği şey histir (yani, rüyasında gördüğü hayal suretinin duyumsal olarak apaçık hale gelmesidir). Halbuki rüyada görülen şey, duyumsanandan başkası değildir (çünkü, eğer duyumsanır olmasaydı idrak edilemezdi). Çünkü hayal, hiçbir zaman duyumsanandan başka bir şey vermez. Hayal için bundan (yani, histen) başkası yoktur.

İmdi, (bu gerçeği bilen) Muhammedî vârislerin ilminin ne kadar şerefli olduğuna bir bak! Ve ben birazdan bu hayal hazreti hakkında söylenenleri, Muhammedî Yusufun diliyle açıklığa kavuşturacağım. Cenab-ı Hak dilerse, bunu anlarsın.

Bil ki, Haktan başka olan veya alem olarak adlandırılanın Hakka nisbeti, gölgenin kişiye nisbeti gibidir. Böyle olunca alem, Allahın gölgesidir. Ve bu, varlığın aleme nisbetinin aynısıdır. Çünkü gölge hiç kuşkusuz duyumsanan bir şeydir. Ama gölgenin görünmesi, ancak gölgenin üzerine düştüğü mahal varolduğu sürece sözkonusudur. Eğer bu gölgenin görünmesini sağlayan mahallin yokluğunu varsayacak olsaydın, bu gölge aklî bir şey olarak kalır ve duyumsal olarak varolamazdı. Olsa olsa, gölgenin sahibi olan kişide açığa çıkmamış olarak [bil-kuvve] kalırdı.

O halde, Allahın, alem olarak adlandırılan gölgesinin düştüğü yer, mümkün varlıkların aynlarıdır ve gölge bunların üzerine düşer. Dolayısıyla, zatın varlığına işaret eden bu gölge, üzerine düştüğü şey yoluyla idrak edilir. Ama idrak, Nur ismiyle ortaya çıktı. Ve bu gölge, mümkün varlıkların aynları üzerine, (ilim mertebesinde) bilinmez gayb suretinde (yani, yokluğun karanlığı üzere) düştü.

Görmez misin ki, gölge, siyahlığa meyillidir. Ve bu siyahlık, kişi ile gölge arasındaki ilişkinin uzaklığından dolayı, gölgedeki gizlenmişliğe işaret eder. Ve kişi beyaz bile olsa, gölgesi yine de bu şekilde siyahtır. Dağları görmez misin ki, bakan kişiden uzakta olduklarında kara gözükürler. Halbuki renkleri göze görülenden farklıdır. Ve böyle görülmelerinin tek nedeni aradaki uzaklıktır. Ve gökyüzünün maviliği de bunun gibidir. Gökyüzünün mavi oluşu, uzaklığın ışık vermeyen cisimlerde duyulara etkisidir.

Ve yine, mümkün varlıkların aynları da ışık vermezler, çünkü yokturlar [madum]. Ve her ne kadar (ilahi ilimde) değişmezlik [sübut] ile nitelenseler de varlık ile nitelenmezler çünkü varlık nurdur. Işıklı cisimlere uzaktan bakıldıklarında ise, (ışık vermeyen cisimlerin tersine, siyah görünmeyip) göze küçük görünürler. Bu da uzaklığın bir diğer etkisidir. Böylesi cisimler, duyulara küçük hacimli görünseler bile, aslında göze göründüğünden daha büyüktürler. Örneğin, güneşin dünyadan çok daha büyük olduğu kanıtlanmış olduğu halde, gözle bakıldığında bir kalkandan daha büyük değildir. Bu da uzaklığın bir etkisidir.

Böyle olunca, Hak, bir şeyin gölgesinden bilindiği ölçüde bilinir. Ve Hak, bir şeyin gölgesinden bilinmediği ölçüde bilinmezdir. İmdi alemin Kendi gölgesi olmasından dolayıdır ki Hak, (aleme bakılarak, ayrıntılanımsız olarak) bilinir. Ve gölgesi düşen kişinin suretinin, o gölgenin kendisine bakılarak bilinememesinden dolayıdır ki, Hak (aleme bakılarak) bilinmez. İşte bundan dolayı biz deriz ki: Gerçekte Hak bizim için bir yönüyle bilinir ve bir yönüyle de bilinmezdir.

Sen Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Dileseydi, onu sakin kılardı.. [Furkan Suresi, 25/45] yani, açığa çıkmamış olarak Onda olurdu. Ve bu, şu demeye gelir: Hak Teala gölgeyi zahir kılmadan önce, mümkün varlıklara tecelli etmeseydi, bu gölge, varlıkta aynı zahir olmayan mümkün varlıklar gibi (yoklukta) kalırdı. ..Sonra, güneşi gölgeye delil kıldık.. Ve güneş, daha önce sözünü ettiğimiz, Allahın Nur İsmidir. Ve his, gölgenin varlığının güneş yoluyla olduğuna tanıklık eder. ..Ondan sonra, gölgeyi Kendimize kolaylıkla çektik [Furkan Suresi, 25/46]. Onu Kendisine çekmesi, Kendi gölgesi olmasından dolayıdır. Nasıl ki Ondan zahir olduysa, bütün her şey yine Ona döner.

İmdi gölge, Odur; Ondan başkası değildir. Böyle olunca, senin idrak ettiğin ne varsa, mümkün varlıkların aynlarında (tecelli ediyor) olan Hakkın varlığıdır. Hakkın huviyeti yönünden, idrak edilen şey Onun varlığıdır; öte yandan, içerisindeki suretlerin birbirinden farklılığı yönünden, bu idrak edilen şey mümkün varlıkların aynlarıdır. Şu halde, mümkün varlıkların aynlarının birbirinden farklı suretlerde olmasından dolayı, idrak edilen şey her zaman için gölge olarak adlandırılır ve yine aynı nedenden dolayı alem ve Allahtan başka olarak adlandırılır. Gölge olmaklığının tekliğinden [ahadiyet] dolayı, o (idrak edilen şey) Haktır çünkü Hak, Bir [Vahid] ve Tek [Ahad] olan varlıktır. Ama suretlerinin çokluğundan dolayı (bu idrak edilen şey) alemdir. Öyleyse, senin için açıklığa kavuşturduğum şeyi anla ve uyanık ol!

Ve iş benim söylediğim gibi olunca; alem vehmolunmuş bir şeydir, gerçek bir varlığı yoktur ve hayal bu demektir. Yani sen alemin zaid bir şey olduğunu, kendi başına durduğunu ve Hakkın dışında olduğunu hayal ettin ama aslında öyle değildir. Gölgenin, gölgesi düşen kişiye ilişik olduğunu ve gölge için bu ilişikliğin ortadan kalkmasının olmayacak bir şey olduğunu görmez misin? O halde aynını bil: Sen kimsin? Huviyetin nedir? Hakka nisbetin nedir? Ve sen ne yönden Haksın ve ne yönden alemsin, Haktan başkasın? Bu ve benzeri şeyler konusundaki bilgileriyle alimler arasında, bilenler ve çok bilenler olarak üstünlük dereceleri vardır.

Hak, gölgenin düştüğü belli bir yerin durumuna göre, küçük veya büyük, saf veya daha saftır. Hak, bakan kimseye camın (yani, ayan-ı sabitenin) rengiyle renklenmiş olarak görünen, ama aslında rengi olmayan kandildeki nur gibidir. Ve sen bu misalin, Rabbin ile kendi hakikatin arasındaki ilişkiyi betimlediğini görürsün. Ve eğer sen, camın yeşilliğinden dolayı nur yeşildir dersen, doğru söylemiş olursun his bu konuda sana tanıklık eder. Ve eğer sen, aklî delilden yola çıkarak nur yeşil değildir dersen, yine doğru söylemiş olursun bu konuda sana tanıklık eden ise, doğru [sahih] olan aklî kurgulamandır [nazar-ı aklî]. Ve cam ile renklenen bu nur, camdan yani, gölgeden yansıyan nurdur. Ve saf olmasından dolayı da, bu gölge, ışıltılı bir gölgedir. Ve içimizden Hak ile gerçeklenmiş [mütehakkık] bazılarımızda Hakkın sureti, saflıklarından dolayı, başkalarında zahir olandan daha çok zahir olur. Ve bizden öylesi (yani, Hakkın sıfatlarında kendi sıfatlarından fani olmuş olanlar) vardır ki, Haktan haber veren şeriat getiricinin (yani, Resulallah Efendimizin) verdiği işaretlerle Hak bu kimsenin işitmesi, görmesi ve bütün yetileri ve uzuvları olmuştur.

Buna rağmen (Hakkın Zatında değil ama yalnızca sıfatlarında fani olan bu kulda) gölgenin aynı (hala) vardır. Çünkü, (kudsi hadiste geçen) onun işitmesi sözündeki o zamiri, o kula ilişkindir. Ve diğer kullar onun eriştiği bu noktaya erişmemişlerdir. Bu kulun Hakkın varlığına yakınlığı, diğer kullara nisbetle daha fazladır.

İş sana anlattığım gibi olunca, bil ki, sen bir hayalsin. İdrak edip, başkadır ben değilim dediğin ne varsa hayaldir. Bütün bir varlık (Hakkın gölgesi olan ayan-ı sabitenin gölgesi olduğundan), hayal içinde hayaldir. Ve gerçek varlık [vücud-i hak] Zatı ve aynı dolayısıyla ancak Allahın varlığıdır. Ve zat-ı ahadiyye olarak adlandırılan Hakkın hakikati, belirmemişlik [la taayyün] ve belirmişlik [taayyün] koşuluna bağlı olmaksızın bir varlık olduğundan dolayı, katıksız varlıktan ibarettir. Ve O, bundan (yani, tek olan zatıyla katıksız varlık olmasından) dolayı, sıfatlar ve isimlerden arınıktır. Ve Onun sıfatı, ismi ve şekli yoktur. Ve kendindeki çokluğa hiçbir yönden itibar yoktur. Ne var ki, çokluğa itibar olmaması, İsimler yönünden değildir (yani, Kendindeki çokluğa itibar, İsimler ile adlandırılması dolayısıyladır). Ve Onun İsimleri iki şeye delalet eder: İsmin delalet ettiği ilk şey, (bu İsimle) adlandırılanın ta kendisidir (yani, Zattır). Ve delalet ettiği diğer şey de, bu İsmin kendisini, diğer İsimlerden ayıran şeydir. Böylece Gafûr (yani, Bağışlayıcı), Zahir ve Batın olmadığı gibi, Evvel de Ahir değildir. Artık, herbir İsmin hangi itibarla diğer İsimlerin aynısı olduğunu ve bir İsmin hangi itibarla diğer İsimlerden başka ve onlardan ayrışık olduğunu anladın. O İsim, diğer İsimlerin aynısı olması itibarıyla Haktır ve o İsim, diğer İsimlerden başka olması itibarıyla da ele aldığımız bağlamda hayal olunan Haktır [Hakk-ı mütehayyel] (yani, zat-ı ilahinin gölgeleri olan İsimler, ayan-ı sabite ve onların hariçte varolan zuhur mahalleridir).

Kendine delili yine ancak Kendisi olanı tenzih ederim, ki Onun varlığı ancak Kendi aynı iledir. İmdi, varoluşta Onun ahadiyetine delalet etmeyen hiç bir şey yoktur. Ve hayalde de her şey çokluğa delalet eder. Anlayışı çokluk yoluyla olan kimse, alem ile ve İlahi İsimler ile ve alemin isimleri ile olur. Ve anlayışı ahadiyet yoluyla olan kimse, Hakkın sureti (yani, sıfatları) dolayısıyla değil, alemlerden gani olan Zatı dolayısıyla Hakla olur. Ve Allahın alemlerden gani olması, İsimlerin Kendisine nisbet olunmasından gani olmasının ta kendisidir. Çünkü İsimler Onun Kendisine delalet ettikleri gibi, bu İsimlerin etkilerini [eser] gerçekleyen adlandırılanlara da delalet ederler.

De ki: O Allah, Tektir. O aynı dolayısıyla Tektir [ahad]. Bizim Ona dayanıyor olmamız dolayısıyla Allah Sameddir. Kendi huviyetinde ve bizimle ilişkisinde O doğurmamıştır ve aynı şekilde doğurulmuş da değildir. Ve yine, Ona denk olan tek bir şey yoktur. Böylece bu (İhlas Suresi) Onun, Kendini nitelemesidir ve O, kendi Zatını Allah, Tektir sözü ile tek kılmıştır. Ve Hakkın bu bilinen nitelenişi sayesinde çokluk, bizde zahir oldu

biz doğururuz ve doğuruluruz, Hakka dayanırız, ve kimimiz kimimize denk oluruz. Halbuki Bir [Vahid] olan, bu nitelemelerden münezzehtir ve O, bizlerden gani olduğu gibi, bu nitelemelerden de ganidir. Ve Hakkın, (bu nitelemelerden gani olmaklığıyla) bu İhlas Suresinden başka bir sıfatı yoktur. İhlas Suresi, bu ahadiyeti nitelendirmek için indi.

İmdi, Allahın ahadiyeti bizi talep eden İsimlerden dolayı çokluğun ahadiyetidir [ahadiyet-i kesret]. Ve bizden ve İsimlerden gani olması dolayısıyla da, Allahın ahadiyeti, aynın ahadiyetidir [ahadiyyet-i ayn]. Her ikisi de ahadiyet olarak adlandırılır, (ama aralarında bir fark olduğunu) bil!

İmdi Hak, sağa ve sola dönerek secde eden gölgeyi senin kendine ve Onun kendisine bir delil olarak senin için varetti sen kendini bilesin; senin Hakka nisbetin nedir, Hakkın sana nisbeti nedir, anlayasın diye. Allahtan başka olanların hangi itibarla ve hangi ilahi hakikatten Allaha karşı tümüyle yoksunluk içerisinde olduğunu ve kimisinin kimisine gereksinimi nedeniyle nisbî yoksunluk ile nitelendiğini bilesin diye. Ve, nasıl ve hangi ilahi hakikat ile, Hakkın insanlardan ve alemlerden gani olduğunu ve alemin nasıl gani olmaklık ile nitelendiğini, yani insanların kimisinin kimisine bir yönden gereksinim duymazken, kimisinin de onların gani oldukları bu aynı yönden başkalarına nasıl muhtaç olduklarını bilesin diye.

Hiç kuşkusuz alem (aslî varlığı olmayıp, yokluk üzere olduğundan) tümüyle sebeplere muhtaçtır. Ve alemin muhtaç olduğu sebebiyet, Hakkın İlahi İsimlerinden başkası değildir ve muhtaç olunan İlahi İsimler ister muhtaç olanın, alemdeki benzeri olan İsim olsun, isterse Hakkın aynından bir İsim olsun alemin muhtaç olduğu herbir İsimdir. Ve muhtaç olunan İsim, Allahtır, ondan başkası değildir. Bundandır ki Allahu Teala şöyle buyurur: Ey insanlar, siz Allaha muhtaçsınız; O ise Gani ve Hamiddir [Fâtır Suresi, 35/15].