Günlük arşivler: 25 Ağustos 2018

İştiyak

76-3

İştiyakın kalbgâhımı sardı,

Birdenbire aşk-ı şevkim arttı,

Dilhanemi deldi, geçti yaktı,

Mâsivalar yandı, ömrüm arttı.

 

Gecem gündüz oldu Nûr doğunca,

Aklım kaçtı, gönlüm aşk dolunca,

Her can Mevlâ oldu (ben) yok olunca,

Gölge kalırmı, şems doğunca?.

 

Ne dağ, tepe kaldı, ne ben ve ne sen,

O zuhur edince kalır mı, sen ben?,,

Rüzgâr esmeyince, olur mu, esen?,,

Neş’e-i zât-î de yok olunca sen.

 

Ten cânın, cân ise ALLAH’ın Nûru,

Anla cümle âlem, Hakk’ın zuhuru,

Sağımda solumda Ahmet’le Nâzân,

Nusret o zaman buldu sürûru.

 

 

Şimdi, aynı şiirler içerisinde bulunan Nusret Efendi Babamın aşıkane yazılmış küçük bir sohbetini de sizlere aktarayım.    

Bismillâhirrahmânirrahiym:

Ey kardeşim: Nerededir bu dertlilerin devası, âşıkların sefası, hastaların şifası, gönüllerin ziyası, meyhane ibtilâsı olan âhır zaman velileri?..  

Bulun ve bana gösterin; hepimiz nûrundan,ilim ve irfanından istifade edelim. Diyojen feneri yakmış, güpegündüz, (insân arıyorum) demiş. Ben de “beni olduğum gibi gören, bir göz sahibi” arıyorum. Kalbimin Allah, Allah diye çarptığını duyan bir kulak sahibi arıyorum.

Zât güneşinin (huzmeleri – ışıklarını) taş gibi kalplere aks ettiren ve onları eriten bir (pertavsız – büyüteç) arıyorum.

Ben içi dışına çevrilmiş de her tarafı gönül olmuş bir vücûd, bir nûr deryası arıyorum.

Ben herkesin aklının varabileceği en yüksek bir mevkî’i bile ayağı altında bulunduran, Hakk’ın kelâmını orada duyan ve âlemi seyr eden bir idrak sahibi arıyorum.

Ben Arş üstünde namaz kılanları arıyorum.

Ben vücûdları coşturan, (caz) havalarını değil; gönülleri coşturan, hâlden hâle sürükleyen, harfsiz, sessiz, konuşmalarıyla gönülleri coşturan bir ehli hâl arıyorum.

Ben cihân büyüklüğünde bir duvar saati gibiyim, söz yelkovanım gâh ileri gider, gâh geri kalır. Âyârlayacak bir el arıyorum.

Bir akıl hastahanesinde hastaları bir sıraya dizmişler. Doktor birer, birer herkese derdini soruyor, cevaplarını alıyor. Sıra bir hastaya gelmiş. (Ben Hakk aşıkıyım. Bana bir ilâç verin, veyâ bir tavsiyede bulunun,) demiş. O zaman sıra bekleyen hastalardan biri:

Gel azîzim; senin ilâcın bendedir. Bu doktorlar  “aşk” hastalığına devâ bulamazlar. Eline kâğıt kalem al, söylediğim “aşk” mâcununu yaz, öğren, ona devam et demiş.

(Gönül havanında gözyaşı, sabır kökü, Ârif sözü tohumu, hep beraber karıştırılıp, tevhid tokmağı ile dövülecek, seherden bir saat kadar evvel uyanıp bunları teenni ve tefekkür kaşığı ile her sabah birer kaşık ye, namazını kıl yat. Birebirdir. Biiznillâhi Teâlâ bir şeyin kalmaz) demiş.

Bir akıl hastası dedikleri kişi, doktora sormuş:     – Cânânım aklımı, fikrimi, Rûhumu aldı, sohbet ediyor.!.. “Sen de git, namaz kıl, oruç tut,” diyor bana. Ne yapayım?.

Onun dediğini yap, sonra da aklının, fikrinin, Rûhunun peşine takıl onların sohbetine devam et.

Esâsen kitaplarımı incelerseniz görürsünüz ki;

Birkaç zaman “sathi – yüzeysel” fikirler beyan etsem de derhal hareket noktam olan aslıma – özüme yâni hepinizin de aslınıza – özünüze, avdet ederim – dönerim. Sizi de farkında olmadan gönül âleminize götürürüm ki, en küçük ve en büyük maddenin de “yaradılışından – zuhurundan” maksat bu yolu bularak öz insâna, mânâ-yı Âdem’e ve oradan Hakk’a ulaşmaktır ve ulaştırmaktır. Kitaplarımızın inceliği burada dır.

Nitekim Kûr’ân-ı Keriym’in de inceliği hikâyeler arasında ibretler, cehennem korkuları, cennet vaadları ve nihayet  vuslat müjdeleridir.         (Sohbet burada bitmekte)

 

Beni kaldır

6736.jpg

Bahar içre baharım ben, heyulâyı cihanım ben,

Aşk derdine devayım ben, beni kaldır gör Allah-ı.

Zaman içre zamanım ben, mekân içre mekânım ben,

Vücûd içinde cânım ben, beni kaldır gör Allah-ı.

Gözünde nokta-i nûrum, özünde inleyen rûhum,

Günün her vakti sarhoşum, beni kaldır gör Allah-ı.

Cehennem de yanan da ben, cennetinde gezen de ben,

Hakk ile Hakk olan da ben, beni kaldır gör Allah-ı.

Gönülde Mustafa’yım ben, gözünde Murtaza’yım ben,

Bebek te Nûsrata’yım ben, beni kaldır gör Allah-ı.

Göklerinde tek nûrum ben, gönüllerde huzurum ben,

Anla serapa rûhum ben, beni kaldır gör Allah-ı.

Asıl adım Muhammed’dir, dünya mülkünde Nûsret’tir,

Cismim âleme rahmettir, beni kaldır gör Allah-ı.

Kâinatta bir taneyim, seher vakti üryaneyim,

Dost elinde şehzadeyim, beni kaldır gör Allah-ı.

Senin ağzından ben dedim, onun ağzıyla sen dedim,

Sen ben yokuz, hep O dedim, bizi kaldır gör Allah-ı.

Beytullah’ta habib oldum, İstanbul’da fakir oldum,

Nûsret’te pür safa oldum, bizi kaldır gör Allah-ı.

Göklerinde uçan da ben, arz üstünde gezen de ben,

Denizlerde yüzen de ben’ bizi kaldır gör Allah-ı.

Rabbimle oldum pür safa, ayrı düştüm çektim cefa,

Gafillere verdim salâ, seni kaldır gör Allah-ı.

Tek seda oldu son sözüm, hû dedim feth oldu özüm,

Beni dinle a iki gözüm, bizi kaldır gör Allah-ı.

Cezbe-i Aşk

25b.png

Cezbe-i aşk-ı Hudâ kim şu’le-i cândır bize

Lâ-mekândan nâzil olmuş dilde mihmândır bize

Bâdiye peymâ-yı aşkız hânumândan geçmişiz

Yekke-tâz-ı vahdetiz bu arz meydândır bize

     

Hüsn-i mutlak âşıkıyız her ne ki manzûrumuz

Pertev-i nûr-ı Hudâ’dır vech-i Rahmân’dır bize

Zâhidâ her zerrede bir şems-i tâbân gizlidir

Sûretâ her gördüğün bir katre ummândır bize

Sırr-ı mi’râc-ı hakîkat her zamânda cilve-ger

Kâbe kavseyni ev ednâdan nümâyândır bize

Biz kemer-bend-i tevellâ vü teberrâ olmuşuz

Hamse-i âl-i abânın hubbu îmândır bize

Yok hücûm-ı leşker-i gamdan cihânda bâkimiz

Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî ki sultândır bize

Hazmiyâ ifşâ-yı râz et âşıkâna kıl salâ

Feyz-i Sâfî neş’e-bahş-ı sırr-ı Yezdân’dır bize

Hakîkat-ı Âdem ve Havvâ

vav2.jpg

Ma’lûm olsun ki, “vücûd” hakikat-i insâniyye olan mertebe-i Vâhidiyyet’ten, merte-be-i Rûh’a tenezzül ettiği vakit üç ma’rifet hasıl oldu ki, birisi ma’rifet-i nefs, yani kendi zatını ve hakikatini bilmek; diğeri ma’rifet-i mübdi, yani kendisinin mûcidini bilmek; üçüncüsü mucidine karşı fakr ve ihtiyacını bilmektir. Bu ma’rifet, gayriliği içine alan ve kabul edendir. Ve bu rûh, rûh-u Muhammedi (s.a.v.)’dir. Nitekim buyururlar:

 

– evvelü ma halâkallahül kalemü verrûhî.  “Allah evvelâ kalemi ve benim rûhumu halk etti.” (Hadîs)  Ve bir rivayette:

 

– evvelü ma halâkallahül aklî vennefsî. “ Allah evvelâ benim aklımı ve nefsimi halk etti.” (Hadîs) Diğer rûhlar onun rûh-u şerifinin cüz’iyyatıdır. Onun için (s.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l Ervah” dahi derler. Bu rûh / sûret-i akl-ı küldür ki “ Âdem-i hakki”dir.

 

“Vücûd” akl-ı küllün sağ tarafı ve “imkân” sol tarafıdır. Ve Havvâ nefs-i küllün sûretidir ki, akl-ı evvelindıl’-ı eyserinden “kaburga kemiği” hasıl oldu.Ve bu meydana çıkan muhtelif zuhurlar ve çeşitli sûretlerin doğuşları akl-ı kül ile nefs-i küllün izdivacından hasıl oldu. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri Kûr’ân-ı Keriym Nisâ sûresi (4/1) şöyle buyurur:

 

            “Ya eyyühennâsütteku rabbüküm ellezi halâkaküm min nefsin vahidetin ve halâka minhe zevcehe ve besse minhüma ricalen ve nisâen.”

 

            Meâlen: “1. Ey insânlar!. O Rabbinizden korkunuz ki, sizi bir nefsten yaratmıştır ve ondan da eşini yaratmıştır. Ve o ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türetmiştir.”

 

            Ve bu (taayyünat) “meydana çıkma” içinde pek çok “fâile ve münfaile” (etken ve edilgen) zuhura geldi. Ve fâile “etken” sûretler “rical” er, ve münfaile “edilgen” sûretler “nisâ” kadın’dır.

 

Ve insân fertlerinin sûretteki fâilesi olan “rical” er ve sûret-i münfailesi olan “nisâ” kadın her yönden kemalde ve en güzel kıvamda zahir oldu. İnsân fertlerinin ebeveyni Âdem-i hakiki olan “akl-ı kül” ile, Havvâ-yı hakiki olan “nefs-i kül” dür. Bunlar cennet-i zâtta, yani mertebe-i Ulûhiyyet’te mestûr “örtülü” idiler.

 

            Kûr’ân ki cemi’-i esmâ ve sıfata câmi’ olan zâttır ve bu taayyünât ki, zât-ı Ulûhiyyet’in varlığında hayâlât ve rû’yâdan ibarettir; bu keserat “çokluk” taayyünât-ı
hayaliyye ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfiline doğru uzamıştır ve mertebe-i zâttan uzaktır. İşte bu şecere “ağaç” Kûr’ân’da zikredilen mel’ûn ve matrûd “uzaklaştırılan” şecere “ağaç”tır.

 

Akl-ı kül ile nefs-i kül bu çekirdeğe yaklaşmadıkça, “ihbitû” (ininiz) Bakara, (2/36,38) emriyle cennet-i zâttan, sûret ve taayyünâta nüzül “inmediler”. Ve onların bu uzaklaştırılan ağaca yaklaşmaları iblis-i vehmin nefs-i külle ve nefs-i küllün de akl-ı külle galebesi ile vâki oldu ki, bu âlemi kesâfette onların zürriyyâtı olan Âdem fertleri de her an (hayâli çokluğa) ve Kûr’ân’daki şecere-i mel’ûneye meftun “fitne” olmuşlardır.

 

Hakk Teâlâ Hazretleri bu hakikate işaretle Kûr’ân-ı Keriym İsrâ Sûresi (17/60) Â-Yetinde şöyle buyurmuştur.

 

Ve iz kulnâ leke inne rabbeke ehate binnâsi ve mâ cealnârrû’yalleti eraynâke illâ fitneten linnâsi veşşeceratel’melûnete filkûr’âni venühavvifühüm femâ yezîdühüm illâ tugyanen.

 

                Meâlen: 60. Ve sana demişti ki: “Senin Rabbin şüphesiz bütün insânları kuşatmıştır ve sana göstermiş olduğumuz görüntüleri “rû’ya” ve Kûr’ân’daki lânet edilmiş olan ağacı da insânları ancak bir imtihan için meydana getirdik ve onları korkutuyoruz. Halbuki onlara pek büyük bir taşkınlıktan başka bir şey arttırmış olmuyor.”

 

            Yani: “Ey habib-i zişanım! Şu vakti hatırla ki; hani biz sana demiştik; muhakkak senin Rabb’ın nâsı(insânları) zât-ı ulûhiyyeti ile kuşatmıştır; yani onların kendilerine göre hakiki vücûdları yoktur; belki cümlesi esmâların gölgelerinden ibarettir. Ve gölge ise hayaldir. Bizim sana görterdiğimiz rû’ya ve Kûr’ân da olan (mel’ûn) ağaç insanlara fitnedir. Yani sana gösterdiğimiz bu çokluk olarak zuhura çıkma, rû’ya dır. Nitekim sen de bu hakikati anladın da:

 

Buyurdun: Eddünya kehellümennaime, ve; ennâsü neyamü feiza matû entebehüve

 

Yani: Dünya uykuda uyumaya benzer. Ve; insânlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.  (İsrâ, 17/60) daki “kef”“ereynâke” (sana göstermiş olduğumuz) daki hitap bütün hakikatlere ve nispetlere câmi olan taayyün-ü Muhammediyye’ dir. Bu rû’yet (görüş) keyfiyyeti “gören ve görülen” ister; bunlar ise kesret (çokluk)tur ve bu keserat (çokluk) zâtta hasıl olan Şecere-i mel’ûnedir. (İsrâ, 17/60) “Biz oları, yani vücûdları rûh ile nefisten meydana gelen insânların her birine (Bakara, 2/35)  Velâ tekraba hezihişşecerate) “Şu ağaca yaklaşmayın.”hitabıyla her an hatırlatarak ikaz ederiz.  (İsrâ 17/60) (fema yezidühüm illâ tugyanan kebiran) “Onlara pek büyük bir taşkınlıktan başka bir şey artırmış olmuyor.” Halbuki bu korku yüzleşmesinde onların nefisleri vehmin azdırması ile rûhlarını kendilerine meyil ederek o şecere-i mel’ûnenin meyvesi olan tabiat zulmetine el uzatırlar. Böylece onların azgınlıkları büyük olur, yani vahdet vechi “yüzünden”kapanmaları ve perdelenmeleri artar.

 

Şimdi; ey bu hikmet ve hakikatleri anlamak isteyen kimse! Kûr’ân-ı Keriym mâzideki Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim her günkü hallerimizden bahsetmektedir. Biz ise bu vak’ayı maziye döndürmek ile halimizden gaflet etmekteyiz.

 

*

* *

 

Bu hakikatleri anlamaya gerçekten çok ihtiyacımız vardır.

 

Yukarıda özetle bahsedilen bu gerçek hakikatleri bırakanlara ve bizlere ulaşmasını sağlayanlara şükran borçluyuz. Bizler de arkamızdan bir şeyler bırakabilirsek ne mutlu bizlere diyerek yolumuza devam edelim.

 

Daha evvelce de bahsedildiği gibi, bu âlemlerdeki yaşam genel ve özel olarak ikiye ayrılmaktadır. Genel olanı toplu bakış, özel olanı ise ferdi bakıştır. İrfâniyyet genelden özele – özelden genele geçişi idrâk ve her ikisini bir arada yaşayabilmektir.

 

İşte bizlere gerçekten lâzım olan bu iki yönlü yaşam idrâkidir ki; “cüz’de kül’ü” “kül de cüz’ü” yani (parçada bütünü ve bütünde parçayı) idrak etmektir. Çünkü cüz külden ve kül de cüz’den ayrı değildir.

 

İnsân ismi ile ifade edilen vücûd heykelleri bir bütün olduğu halde, cüzleri yani sayılamayacak kadar çok parçaları-hücreleri vardır. Her bir parça-hücre kendi bünyesi içerisinde ayrı bir âlem olduğu halde külden de; yani, vücûd heykellerinden de ayrı bir varlığa sahip değildir. Böylece vücûd heykellerini bu iki özelliği ile tanıyıp öylece değerlendirmek gerekmektedir.

 

Bu âlemler dahi a’maiyyet’te -a’dem’ de- yoklukla gizli iken Ahadiyyet’ine tenezzül ederek Zât-ı mutlağın kendi dileği ile aynı zamanda Hakikat-i İnsâniyye olan mertebe-i Vâhidiyyet’ine oradan Ulûhiyyet’ine oradan Rahmâniyyet’ine oradan Rububiyyet’ine ve oradan da Melikiyyet’ine tenezzülü ile bütün isim ve sıfatlarının özelliklerini ve mânâlarını Hz. Şehâdet’te birey varlıklar olarak zuhura getirip faaliyet sahasına yaydı ve zıt isimlerinin faaliyetleri ile de hayat her mertebesi itibariyle yaşanmaya başlanmış oldu. (Bu hususta daha geniş bilgiVâh’y ve Cebrâil isimli kitabımız da vardır, tekrar etmedik.)

 

Zât-ı Mutlak isim ve sıfatları ile bu âlemler de bütünüyle faaliyete geçtikten sonra bütün bunları idrâk ederek seyr ve müşahede edecek bir zuhuru ortaya çıkarmaya sıra gelmişti, eğer “Bir değer bilinmez ise o değer yok hükmündedir.” Var olan bu varlıkların gerçekten var olunmuşluk hükmüyle değerlendirilebilmeleri lâzım gelmekteydi.

 

İşte bu değerlendirmeyi yapacak zuhurun “a’dem”den – izâfi yokluktan, varlığa çıkması gerekiyor idi ki o da Âdem ismi ile ifade edilen ve haber verilen ilâhi zuhur mahalli idi.

 

Bu husus kendisi hakkında, Kûr’ân-ı Keriym’de müstakil bir Sûre indirilen ve ismi İnsân Sûresi olan (76/1) Âyetinde ifade edilen, mânâ ile ilk def’a beyan edilip haber verilmiştir. Sûre no=su (76) dır. (7+6=13) tür, ve (1) inci Âyettir. Ne büyük bir uyum ve gerçektir ki; İnsân (Sûret-i) bir (İlâhi Sûre) ile (13) hakikati üzere ve (1) büyük Âyet “işaret” ile ifade edilmiştir. (Bu hususta daha fazla mâlûmat, 13 ve İlâhi hakikatler bölümünde gelecektir.)

 

            İşte ilk def’a İnsân ismi ile ifade edilen bu İlâhi zuhur mahallinin de (2) ayrı özelliği vardır:

Birincisi: Bütün âlemleri bünyesinde toplayan Vâhidiyyet mertebesinin aldığı isim “İnsân-ı kâmil”mertebesi, diğer ifadeyle de “Hakikat-i Muhammediyye”dir.

 

İkincisi: ise birey olarak varlığını sürdüren “Hazret-i Muhammed” ilk zuhur mahallinin ismi Âdem’dir. Sırasıyla gelen bütün Nebi ve Rasûl’ lerin her birerleri kendi mertebeleri itibariyle almış oldukları isimleri“Hakikat-i Muhammediyye”nin o mertebedeki isimleridir. En büyük ismi ise, “ism-i A’zam” âlem-i Şehadet’te“Hazret-i Muhammed” dir.

 

Ayrıca aslı Âdem olan ve ne kadar (erkek) ismi varsa o kadar değişik isim alan ve ne kadar “Havvâ”(hanım) ismi varsa o kadar değişik isim alabilen zuhurlardır.

 

Ne var âlem’ de o var Âdem’ de hükmüyle; “küll-i İnsân-ı Kâmil” de ne varsa “cüz-i İnsân” da da o vardır. Aralarındaki fark ise istidat ve kabiliyetlerinin zuhurları kadar olmalarıdır. Bir tane buğdayı tanıyanın harmanı tanıması zor değildir.

 

İşte bizler de bu hakikatleri kimliğimizde idrâk ettiğimizde gerçeğimiz olan “Hakikat-i İnsâniyye”mize ulaşmamız zor olmayacaktır; çünkü varlığımızda hepsi bütün mertebeleri ile mevcuttur; ancak “a’dem” de (bâtında)dır, Âdemlik’e (zâhire) çıkması çalışmamıza ve gayretimize bağlıdır.

Kim ki; bu hakikatleri kendi bünyesinde kuvveden fiile çıkarabildi o kendi hakikatine yani, Hakk’ın hakikatine ulaştı. Kim ki; gaflette kaldı bunlardan habersiz yaşadı, ebedi ayrılığa düşmüş oldu demektir. Çünkü, “Nefsini bilen Rabb’ını bilir.” denmiştir. Rabb’ı bilme nefsini bilmeye bağlıdır. Çünkü, kişilik nefs’leri de Rabb’a bağlıdır ve kendisinin aslıdır. Bunun tersi ise, nefs’ini tanımamak; Rabb’ını tanımamaktır.

 

Bize düşen cüz de mevcud olan külle ulaşabilmektir. İşte kemâlât külliyyet ve cüz’ iyyet mertebelerini birlikte muhafaza ederek ikisini de kendi bünyesinde tevhid ede- rek-birleştirerek yaşamaktır ki; gerçek kemâlât budur.

 

Bu kemâlâtın zuhur ismi ise (Kâmil İnsân)dır. Bütün âlemlerin aldığı isim ise (İnsân-ı Kâmil)dir. Bu hakikati idrak eden mahallin ismi (Kâmil İnsân)dır ki; bütün bu âlemlerden gaye (Kâmil İnsân)ı yetiştirmektir. Bütün kâinat onun hizmetinde ve onu yetiştirmek için seferber olmuştur. (Tekrar başa dönerek yolumuza devam edelim.)

 

Kûr’ân-ı Keriym; İnsân Sûresi (76/1) Âyetin de belirtilen:

 

 

(Hel eta alel insâni hiynün mineddehri lem yekün şey en mezkûran)

 

 

Meâlen: “İnsânoğlu var edilip bahse değer bir şey olana kadar şüphesiz uzun bir zaman geçmemiş midir?”

 

“İnsân üzerinden bir zaman geçmedi mi ki; o zaman İnsân mezkûr (anılan bir şey) değildi.”

 

Ezelde; ilm-i İlâhi’de ilk programı yapılan “Hakikat-i Muhammedi”dir. Bu hakikatin bizim âlemimizde nokta zuhur mahalli “Hazret-i Muhammed”dir.

 

Onun da ilk zuhur ismi “Âdem”: Lâkabı, “Halife”dir.

 

Bu yüzden Hazret-i Muhammed (s.a.v.) “Biz son gelen ilkleriz.” diye bildirmişlerdir.

 

İlm-i Ezeli’de “Zât-ı mutlak” gizli hazine’ de, “bilinmez” iken, bilinmekliğini arzu etti ve düşünce yeteneği olacak bir zuhurun programını yaptı, sonra onun hayatını sürdürebilmesi için ihtiyaçlarını giderecek bir âlemi de zuhura getirdi.

 

Bütün mertebeleri ile bu âlemler vücûd buldu; fakat henüz bu âlemlerin varlığını idrâk ve şuur edecek bir mahal yok idi. Hal böyle olunca bu âlemlerin varlığı veya yokluğu müsâvi idi.

 

İşte zaman gelmiş, bu şuurlu ve idrâk sahibi olacak mahallin zuhura gelmesi için her şey hazırlanmış idi.

 

Daha evvelce gizli hazineden zuhur eden bu âlemler idi. Bu sefer bütün bunları idrak edip değerlendirebilecek bir mahâl olan “Halife insân” zuhur edecek ve böylece ezelde düzenlenen program son şeklini alarak tamamlanmış olacaktı. Nihayet vakit geldi, şartlar oluştu, emir çıktı, bu görev “Rahmân”a verildi, O da görevini en güzel bir şekilde tahakkuk ettirmeye başladı.

 

ÂDEMİYYET MERTEBESİ

564459.jpg

Bismillâhirrahmânirrahiym.

 

            Muhterem okuyucularım ve Hakk taliplisi kardeşlerim, şimdi hep birlikte ufkumuzu geniş tutarak yeni bir tefekkür yolculuğunda seyre çıkmaya gayret edelim. Bu yolculuğumuzun iskelesi Âdemiyyet, vasıtası beden gemimiz, kaptanı da Hakikat-i Muhammediyye’ye uyum sağlamaya çalışan “aklımız”dır. Oradan aldığımız yol haritası ile inşallah diğer (mertebe) limanlara da uğrayarak emniyyetli bir yolculuk ile hedefimize ulaşmaya çalışacağız.

 

Bu oluşum yeni bir bilinçlenme ve şuurlanmadır. Bu bilinç ve şuur ile hayata ve kendimize şartlanılmış, dar kalıplar içerisinde bakmaktan kurtulup çok geniş bir sahada meselelere eğilerek o yönde yaşamaya gayret etmemiz gerekir.

 

Cenâb-ı Hakk gerçekten çok ihtiyacımız olan, gerçek gayreti, ufuk genişliğini, gönül muhabbetini, akıl kabiliyetlerini her birerlerimize vermiş olsun.

 

Âlemde (meratib-i İlâhi) “İlâhi mertebeler” vardır. Her mevzu, her mertebede değişik özellikler ifade etmektedirler. Hal böyle olunca Âdemiyyet mertebesinin dahi “şeriat, tarikat, hakikat ve marifet” mertebelerinden izahları vardır ve hepsi de kendi düzeylerinde geçerlidir. Biz de yeri geldikçe bütün bu mertebelerin ışığında mevzularımızın izahına çalışacağız.

 

Âdemiyyet mertebesi, Hazret-i Ahadiyyet’in “yeryüzü” Hazret-i Şehadet’te nokta zuhuru “Hazret-i Âdem” ismiyle Âdemiyyet mertebesinden görünmeye başlamasıdır. Ebced hesabıyla Âdem kelimesinin sayısal durumu şöyledir.

 

(â…a)    (â) mim (M)    (…) dal (D)    (a) elif (I)

“Âdem” 40 (4) (1) (13)

 

(40+4+1=45) (4+5=9) (40+40+4+1=85) (8+5=13) (13)

 

Harflerin ve sayıların “başbuğu ve kaynağı” olan (elif) in daha evvelki yazılarımızda (7) ve (5) olmak üzere iki ana gurup zâhir noktalardan meydana geldiğini bildirmiştik.

 

Daha sonraki çalışmalarımız içerisinde anlayıp müşahede ettiğimiz ise, (elif)in üzerinde ayrıca bir degayb’i (lâtif) noktasının daha varlığı oldu. Böylece Ahadiyyet mertebesinin zuhurunun (12+1=13) on üç asla bağlı olduğu, bunun kemâlinin ancak Hakikat-i Muhammed-i kemâlâtı ile tahsil edilip anlaşılabileceği bildirilmiş olmakta idi.

 

Ayrıca (elif) en büyük ebced hesabı ile karşılığı (13) tür. Ayrıca (mim) harfinde iki adet (m) (mim) vardır, ayrıca (m) (mim) alfebenin on üçüncü sırasındadır.

 

Böylece (Âdem) kelimesinin özetle, genel sayı değerleri şöyle oluşmaktadır:

 

(40, 4, 1, 9, 13, 13, 13, 13, 13, 13) Daha derinlemesine incelemeler yapıldığı takdirde çok daha geniş bağlantıların ortaya çıkacağı aşikârdır; ancak gayemiz çok açık ve çok bariz olan bu oluşumları küçük ifadelerle göz ve gönüllerinize sunmaktır.

 

Bu sayısal değerleri görünce, gerçekten mânâ âleminin bağlantılarının ne müthiş bir uyum sistemi içerisinde oluştuğu açık olarak görülmektedir.

 

Bilindiği gibi (40) Peygamberlik ve kemâl yaşı; (4) İslâmın, şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebeleri; (1) Tevhid’in hakikati. (9) Mûseviyyet mertebesi; (6) adet (13) ise imanın (6) şartının her mertebesinden (13)ün hakikati olan, hakikat-i Ahadiyye’yi idrak etmenin gereğini ifade etmektedir diyebiliriz. Ayrıca on iki zahir mertebenin yedisi Nefs mertebeleri, beşi ise “Hazarât-ı hamse” beş Hazret mertebesidir.

 

⠅¬a Âdem ismini meydana getiren (â) mim (…) dal (a) elif asli sembolleri ve “Âdem” ismi, Hazret-i Ahadiyyet’e ulaşmanın ilk şifresi ve anahtarı olmuştır.

 

Burada elif’in en alt mertebesi olan birinci Nefs-i emmâre mertebesi-noktası aynı yoldan yukarıya yükselmeye bir mahal ve (Mi’râc) merdiven’dir.

 

Dal ise bütün bunların dört mertebeden, şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebelerinden Hakikat-i Ahadiyyet’in;mim de Hakikat-i Muhammedi’nin zuhur mahalli olan Hz. Muhammed (s.a.v.) zuhur ettiğinin delilidir.

 

Mim kırk’a gelince o da Hakikat-i Muhammedi’nin o mertebedeki zuhur ve tecellisidir. İşte (salât) fiilini işleyen, namaz kılan bir kimsenin üç asli hareketini; kıyam, rüku ve secdeyi ifade eden bu sembol ¤â …¬a Âdemmânâsı o fiili işleyen kimsenin üstünde ve bâtınında mutlaka faaliyettedir. Zâhiren kendi bilmese dahi. Bir tek rek’at namaz kılan kimse bile bu fiili işliyorken, kıyamda elifrükuda dalsecdede mim, sembol harflerini bedeni varlığında yaşadığında hareketleri ile “Ben Âdemim.” hükmünü mânâsını mühürlemiş olmaktadır. (Bu hususta daha geniş bilgi Salât isimli kitabımızda mevcuttur.)

 

Hazret-i İlâhiyye her ifadesiyle o kadar müthiş bir sistem içerisinde bütün haşmetiyle Hazret-i Şehadet’te zuhurda olduğunu bildirmektedir.

 

Âdemiyyet on üç’ün aşağıdan başlayıp yukarıya doğru olan seyr’in “uruc” ilk noktası ve mertebesidir. (Bu hususta Kelime-i Tevhid isimli kitabımızda daha geniş bilgi vardır.)

 

Ancak Âdemiyyet’in bir de on üç’ten aşağı doğru seyr-i “nüzül”ü vardır.

 

(Bunlar da Vâh’y ve Cebrâil isimli kitabımızda özetle izah edilmiştir.)

 

Burada bir mühim meseleye daha dikkat çekmek istiyorum Âdem’in ebced hesabı sayılarında 1, 9 ve 13’ler de vardı. Başka bir uygulama ile (1) beşeri Âdemiyyet, “uruc”un başlangıcı, (13) Hazret-i Ahadiyyet, (9) ise Mûseviyyet’tir.

 

Âdemiyyet’le Mûseviyyet’in ilgisi şudur ki; Âdem’e üflenen (ve ne fahtü) “Rûh-u Sûltani” mertebesi, Âdemiyyet ile Mûseviyyet arası faaliyet gösteren (Rûh) mertebesi olmasıdır. (Yeri gelince tekrar ele alacağız.)

 

Yeri gelmişken küçük bir benzeyişe daha dikkat çekmek isterim.

O da şudur: Lâtin harfleriyle yazıldığında, ¤â …¬a (Âdem) ve ¤â † Ç a’dem kelimelerinin birbirinden ayrılmasının çok güç olması,

 

¤â † Ç     : a’dem Yani yokluk Ê ayn harfiyle,

¤â …¬a      : Âdem Yani varlık ise a elif harfiyle ifade edilmektedir.

 

Bu farkı ortaya koyabilmek için ¤â …¬a Âdem’i a’ nın üstüne şapka koyarak ve büyük harfle yazmak,¤â † Ç “a’dem”i ise a’ yı küçük harfle ve arasını açarak belirtmek gerekmektedir.

 

Zat-ı mutlak a’dem de yani yoklukta, görünmezlikte iken bilinmekliğini istedi “küntü kenzen mahfiyyen”, gizli hazineden bu âlemleri “a’dem”den yani görünmezlikten gö-nürlüğe yani Âdemlik’e çıkardı. İki kelimenin arasındaki fark baş harflerinin değişik olmasıdır. “A’dem” in başındaki (ayn) harfinin diğer mânâsı ise (göz) demektir. İşte batında gizlide olan bu göz, Âdem’in elifinin varlığında yayılarak Hakikat-i İlâhiyye’yi bütün mertebelerde seyre başladı.

 

Dikkat edilirse her iki kelimenin de son iki harfi aynıdır. ¤â † “dem”dir.

 

Dem= Arapça da, kan=kan dökmek:

Dem= Farsça da, 1. soluk-nefes, 2. içki, 3. an, vakit,             zaman demek:

Dem= Tükçe de, Demlenmek, olgunlaşmak, çayın demlenmesi… mânâlarına gelmektedir. Meleklerin Âdem (a.s.) hakkında gıyaben ifade ettikleri kan dökücülük vasfı endişelerini belki isminin son harflerine bakarak yorumlamış olabilirler.

 

Bu mânâların hangi istikamette olursa olsun bâtından zâhire çıkışları tümüyle aynı hakikatleri üzere çıktıkları aşikârdır diyerek, yolumuza devam edelim.

 

İşte; (â) mim (…) dal (a) elif ¤â …¬a Âdemi hakikatleri ifade eden bu kelime ve harflerin mânâları gerek genel Hakikat-i İnsâniyye ve gerekse birey İnsân’ın varlığında bütün âlemlerde yaygındır ve faaliyettedir.

 

Söz buraya gelmişken mevzu ile ilgili “Füsû’l Hikem” adlı eserden küçük bir bölümü de ilâve edelim.

*

* *

 

“A’dem” lügatta yokluk mânâsına gelmektedir ve vücûdun zıddıdır. Istılahta, zihinde meydana gelen zulmânî bir mânâdır. Mutlak a’dem-yokluk tasavvuru da mümkün değildir. “A’dem”, ezelden ebede kadar kendisinden bir şey çıkmayan ve hareket meydana gelmeyen “zulmet” olarak tarif edilmiştir.

 

Vücûd sonsuz olup nihayeti olmadığı için a’dem (yokluğun) meydana geleceği bir saha mevcut değildir.

 

Vücûd daima “Vahid” olup, kendi gerçek hakikati üzerine değişme ve başkalaşma olmadan bakidir ve a’dem (yokluk) böylece yokluğu üzere sabittir.

 

Vücûd asla yok olmaz, mevcud da yok olmaz. Ma’dum dahi mevcud olmaz.

 

Hâl böyle olunca vücûd “Hakk” ve “a’dem” batıldır.

“a’dem” iki türlüdür:

Birisi, yukarıda belirtilendir.

Diğeri, “a’dem-i izafi”, “a’dem-i itibari ve a’dem-i mukayyet dedikleridir, ki; bu “a’dem-yokluk”, çekirdeğin içindeki ağacın, babanın varlığında olan çocuğun sûretleri gi-bidir. Yani varlıklarında, kuvvede “mevcud”; fiilde “ma’dum” gizli olmaları “izafi yokluk” tur.

 

İzafi yokluk, mutlak yokluk ile mutlak vücûd arasında “berzah-geçiş”ten ibarettir.

 

Yine aynı kaynaktan sadeleştirerek, şaheser bir izahla, Âdem ve Havva isminin hakikatine gelelim. Mevzumuzun daha iyi anaşılmasında çok faydalı olacağını zannediyorum.

Rûh mertebeleri ve varlık zuhur mertebeleri

images (2)_7.jpg

 

  ZAT
  1. Rûh’ul A’zam                   

Hakikat-i Muhammedi ®  “Kûr’ân-ı natık”

 

 

  1. Rûh’ul Kuds
SIFAT

Hakikat-i İseviyye ® “Furkan-ı natık”

  1. Rûh’ul İnsân

Hakikat-i Mûseviyye – “len terani”

(Âdem’e üflenen) rûh mertebesi ® “Rûh’ul Sultâni”

 

 

  1. Rûh’ul Nûr         Hakikat-i Melek
ESMA
  1. Rûh’ul Nûr         Hakikat-i Cin
  2. Rûh’ul Nûr         Hakikat-i Nefs
  3. Rûh’ul İnsân       Hakikat-i İbrahimiyyet

® “İnsân-ı Natık”

 

 

 

  1. Rûh’ul Sûret-i İnsân

                  Hakikat-i Nefsi benlik ® “Hayvan-ı Natık”

  1. Rûh’ul Hayvan

                                       Hakikat-i hayvani hayat,

EF’AL

Hay esmasının sûret kemâlâtı

  1. Rûh’ul Nebat

Hakikat-i Nebat  ®  Bitki hayat

  1. Rûh’ul maden

Hakikat-i maden ®  Hayatın Kaynağı

  1. Rûh’ul zahir insân   Hakikat-i sûret-i

Âdemiyye

 

 

 

 

  1. Rûh’ul Kemâl

Bütün bu mertebeleri

kendi bünyesinde cem eden, toplayan,

  ZAT

İnsân-ı Kâmil,

    • Halife,
    • Hakikat-i Muhammedi,
    • Kûr’ân-ı Natık,
    • bütün bunların zuhur mahalli olan

Hz. İnsân’dır.

 

 

Yukarıdaki tabloyu, özet olarak aşağıya doğru incele-meye çalışalım.

 

  1. “Rûh’ul A’zam”ve “Rûh’ul Kudüs”

mahlûk değildir,  Allah’ın rûhu’dur.

 

  1. Rûh’ul Kudüsdiğer rûhların da rûhudur ve ken-dinde bütün mükevvenatın ve fertlerinin  rûh’u mevcuttur.

Rûh’ul Kudüs; “Nefes-i Râhmani” ile bütün âlemlere her mertebesinde gerektiği şekilde hayat Rûh’ununefh et-mesi ve ihatasıdır, diye ifade edilmişti.

 

  1. İşte Cenâb-ı Allah bizâtîhiulûhiyyet mertebesin-denrûh’ül kudüs’te mevcut “Rûh’u insâni”yi (rûh-ul sul-tânnefes-i râhmani kanalıyla ve “nefahtü fihi min rûhi”   Sad 38/72 – Hicr 15/29 âyetleriyle bizlere açık olarak bildir-miştir, ki bu nefih, zâtî bir nefih ve mutlak bir oluşumdur.

Rûh mertebeleri tablosunda üç numarada gösterilen bu rûhu, Cenâb-ı Hakk, kendi zâtî Hâlik rûh’undaniçinde hâlikiyyet olan mahlûk’a dönük üflediği ilk rûhtur:

 

Bundan sonrakiler mahlûkiyyet hükmü ile zuhura gelen diğer mertebe rûhlarıdır.

 

  1. Rûh’ul NûrHakikat-i Melek:

Rûh’ul kuds, Esma mertebesine tenezzül ettiğinde kendisinde mevcut nûr’u ilâhi zuhura geldiğinde bu mertebe-de melekler, yani esma-i ilâhiyelerin zuhura çıkmalarını sağlayıcı kuvvetler kaynaklarını buradan almakta, buradan zuhura çıkmaktadırlar.

 

  1. Rûh’ul NûrHakikat-i Cin:   

Yine bu mertebede, cinler de varlıklarını bularak, bu mertebeden  kaynaklarını almaktadırlar.

 

  1. Rûh’ul Nûr – Hakikat-i Nefs:

Yine bu mertebede esma-i ilâhiyelerin zuhurları art-tıkça kendilerinde bulunan renklilik çoğalmakta, onların özel-likleri kendilerine ayrı bir kimlik vermekte, bu kimlikler de onların nefslerini oluşturmaktadır, ki bu dabireysel benlik oluşması demektir.

 

Genel olarak bütün âlemlere yayılan nefes-i râhmani bireyler hükmüne dönüştüğünde nefs ismini almakta ve öyle-ce faaliyete geçmektedirler.

 

  1. 7. Rûh’ul insân – Hakikat-i İbrahimiyyet;

“İnsân-ı Natık”

Yine bu mertebede insânın bir başka mertebesi zuhura gelmektedir, ki aldığı isim “İnsân-ı natık”, yanikonuşan in-sân’dır.

Bu mertebe akıl”, “şuur”, “düşünce”, “kimlik ve benliğin” oluştuğu yerdir.

Bu mertebe kendini buluş, biliş mertebesidir.

 

  1. mertebe®zât,
  2. ve 3 üncü mertebeler®sıfat,

4 – 5 – 6 – 7 inci mertebeler ® esma,

daha sonra gelen 12 nci mertebeye kadar olan sırala-ma ®  ef’al mertebesinin  kendi içindeki mertebeleridir.

 

  1. Rûh’ul sûreti insân –Hakikat-i nefs-i benlik;

“Hayvan-ı natık”:

Bu mertebedeki varlık, insâna sadece sûret olarak benzemektedir.  Hayvan mertebesinden farkı konuşması ve sosyal olmasıdır.

Kendisinde bariz olarak ortaya çıkan nefsi benlik ve onda faaliyet sahası bulunan nefs-i emmaredir ki her kötü-lüğe meyyal ve her türlü süfliyata kabiliyeti vardır.

Aynı zamanda burası seyr-u süluk’un, eğitimin başla-dığı yerdir. Zahiren bakıldığında her ne kadar burası“hay-van-ı natık”, konuşan hayvan mertebesi ise de, yukarıdan iti-baren belirtilen bütün mertebelerde, bâtınen iç bünyesinde (kuvvesinde) özünde mevcuttur.

 

Bir bakıma bu varlık kendinden haberi olmayan gizli hazinedir.  Bünyesinde her türlü kabiliyyet vardır, ancak bu hazinenin en kıymetli değerleri altta kaldığından çıkarılması çok zor olmakta ve üstte bulunanbeşeri ve nefsi değerlerini dünya menfaatleri için kullanıp diğerlerini zayi etmektedir, ki bu davranış ve fiilleri kendisine en büyük perde olmakta, böylece kendinde mevcut gizli hazine bâtında perdeli olarak kaldığından bu değerlerinden haberdar olmadan bu âlemden eli boş olarak geçip gitmektedir.

 

“Son pişmanlık para etmez” hükmü burada bütün gerçeği ile ortaya çıkmakta ve bir daha geriye dönüşü müm-kün olamamaktadır.

Bu mertebe gerçekten üzerinde çok düşünülmesi lâ-zım gelen bir yerdir.

 

  1. Rûh’ul Hayvan  –Hakikat-ı hayvani;

hayat “Hay” esmasının sûreti kemâlâtı:

Bu mertebede (rûh“Hay” esmasının fiziki mânâda kemâliyle zuhura çıkmasıdır.

Bundan sonraki mertebelerde de hayatın var olmasına rağmen oralarda aldığı isim,

sadece “nebat – bitki” ve  “cemad – maden”dir.

 

Ne yazık ki, biz insânlar düşünce, tefekkür ve denge yeteneklerimizi çok düşük oranlarda kullandığımızdan ağzı-mızdan çıkan kelimelerin gerçek mânâlarını düşünmeden, pa-rasını ziyan eden bir hovarda gibi“kelime hovardası” ol-maktayız.

Konuşmağa başladığımızda, birçok sözcüklerimizde, tahkir düzeyinde, belki farkında bile olmadan ne kadar ağır sözler telâffuz ettiğimizin farkında bile değiliz.

Ancak unutmayalım ki, ağzımızdan çıkan her bir “ne-fes” “nefha-i beşeri”lerden ve ifade ettiği mânâlardan so-rumluyuz. Bunların kayda geçtiklerinden de şüphemiz olma-sın.

 

Günlük konuşmalarımızın bazı bölümlerinde, her hangi bir kimse için şu veya bu “hayvan” gibi tahkir mahi-yetinde kullandığımız “hayvan” kelimesi aslında

“HAY’V’AN”dır;

yani “an ve an yaşayan” demektir, ki bu da Cenâb-ı Hakk’ın “HAY” esmasının o mertebede bütün ihtişamıyle ortaya çık-masından başka bir şey değildir.

Şu halde kullandığımız tahkir mânâsının hedefi, Hakk’ın “hay” esması, onun da zâtı olan “Cenâb-ı Hakk”olmaktadır.

 

Böylece içine düştüğümüz, çok çirkin ve adeta Hakk-ı tahkir eder duruma gelen sözlerimiz farkında bile olmadan bizleri ne kadar zor duruma düşürdüğünü  anlamamız zor ol-mayacaktır.

 

  1. Rûh’ul NebatHakikat-ı Nebat,

Bitki hayatı:

Bu mertebe  (rûh) “nebat – bitki”leri meydana getir-mektedir.  Aldığı isim “nebat – bitki”dir.

 

Bitkiler kökleriyle yere bağlı olduklarından hürriyet-leri yoktur.  Onlarda da “Hay” esmasının zuhuru var olduğu halde “hayvan” ismini alamamaktadırlar, çünkü istiklalleri yani hür dolaşımları yoktur.

 

Bu da onları bulundukları yere mahkum etmiştir, ki tam bir kemâlât değildir.  Böylece “Hay” esması orada sınırlı olduğundan o varlıklara “nebat – bitki” ismi verilmiştir.

 

  1. Rûh’ul maden –Hakikat-i Madeni;  

Hayatın Kaynağı:

Bu mertebede “Rûh” madenleri meydana getirmek-tedir, aldığı isim “cemad – maden”dir.

Bilindiği gibi madenler kendilerinde bulunan özellik-leri itibariyle hayatın  kaynağını ortaya getirirler.  Biz de bü-tün ihtiyaçlarımızı onlardan elde ederiz.

 

Madenler yerde yaygın olduklarından, onların da müstakil hareketleri yoktur.  Bütün maddi hayatın kaynağını onlar meydana getirdikleri halde aldıkları isim maden’dir. Onlar yerde yatay vaziyette olduklarından bulundukları yerde mahkumdurlar.

Böyle olunca “Hay” esmasını kemâliyle zuhura çıka-ramadıklarından aldıkları isim, “cemad – maden” olmaktadır.

 

Madenleryatay; bitkiler, dikey olarak, bulundukları yere mahkum olduklarından kendilerinde hayat kaabiliyetleri olduğu halde “Hay” ismini alamamaktadırlar.

 

Hayvanlara gelince, onlar müstakil hareket edebilen gerçekten her biri kendilerine ait özel ve çok muhteşem ya-pılara sahip olduklarından “Hay” isminin gerçek mânâsı olan istiklal ve hareket serbestisi üzeredirler.

Bu yüzden maden ve nebat ile hayvanlar arasında çok büyük farklar vardır ve dereceleri de o nispettedir.

 

İşte bu yüzden “hay’v’an” kelimesini şaka dahi olsa “tahkir” hakir görme itibariyle hiç bir şekilde kullanmama-mız, hem bizim nezaketimiz ve hem de onların gerçek mâ-nâda çok değerli olan “hayvan”lık vasıflarına hürmet göster-memiz olacaktır. Çünkü bunlar “Hay” olan (an ve an yaşa-yan) varlıklardır.

Bunlar hangi türden olursa olsun, bizler dahi bu hayat vasfı ile vasıflandığımızdan maddi mânâda onlarla müşterek taraflarımız vardır ve bizim bir ismimiz de “hayvan-ı natık” (konuşan hayvan) dır.

 

Hal böyle olunca onlara ve onların halleriyle bireyle-re, hakaret ve tahkir, farkında olmadan kişinin gafleti veya cehli yönünden bizzât kendine olmaktadır.  Öyleyse konuşa-cağımız sözleri sonrdan bizi vicdanen veya fiilen mahkum ettirmeyecek kelimelerden seçmemiz bizlere çok şeyler ka-zandıracaktır.

Ve bu “Hay” esmasının zuhurları olan, hayvanların hepsi kendi bulundukları halin mutlak kemâli ileinsânlığın fedaileri ve onların en iyi yardımcılarıdırlar.

Bu yüzden onlara iyi muamele etmemiz kendi men-faatimize ve bizlerin yararına olacaktır.

 

  1. Rûh’ul zahir insân–Hakikat-i sûret-i Âdemiyye

8 inci mertebe ile, 12 nci mertebe arası, “ef’al âle-mi”dir. Bu 12 nci mertebe insânın zahir bedeni ile şekli ve fi-ziki mânâda yer yüzünde görünmesidir.

 

Bu çözümü en güç olan bir mertebedir.  “nüzül” yani iniş’in sonu “uruc” yani çıkış (yükselmenin)başlangıcıdır.

 

Mutlak mânâda eğitim yeridir ve gerçekten çok, çok, tarifi imkânsız bir değere sahiptir. Kıymetini bilenlerAllaha (c.c.) buradan ulaşır, bilmeyenler ise “siccin” (hapiste) ka-lırlar.

 

Yukarıdan beri belirtilen bütün mertebe ve değerler, burada zuhura gelen insânın, bâtınında toplu halde bulun-maktadır.  İşte maharet bu mertebeleri eğitim ve gayret ile birer birer idrak edip yaşayarak ortaya çıkarıp “Arif” olarak bu dünya hayatını sürdürmektir.

Bu halin oluşmaya başlamasının ilk şartı ise, kişinin kendini tanıyacağı bir eğitime eğilmesi gereğidir.  İrfaniyet ancak böyle elde edilir.

 

Bütün bilgiler mübarektir, fakat kişiye kendini tanıt-maz, hep kendinin dışındaki âlemlerden bilgi verir.  Bu bil-gilerden ancak dünyada iken yarar sağlanır, ahirette değil….

 

Kendisini, “NEFS”ini bilme bilgisi isemukaddestir.

Kişiye evvelâ kendini, sonra Rabb’ını,  daha sonra Allah’ını (c.c.) irfan ettirir.

 

İşte bu yüzden, “Nefsini bilen Rabb’ını bilir” den-miştir.  “Rabb’ı bilme nefsi bilmeye bağlanmıştır.”

 

Çünkü nefsRûbubiyyet’in hakikatınden meydana gelmiştir ki o da kendi özü ve hakikatidir.

Bu yüzden kendini tanıması hemen Rabb’ını bilmesi-ne dönüşecektir, başka da yolu yoktur.

 

Anne koruması; ana karnında, belirli süre ve evreler içerisinde sûret ve şekil almaya başlayan insân namzedi, o küçücük, aciz, hiçbir şeyden haberi olmayan et parçası vakti geldiğinde “çocuk” ismi ile dünyaya gelmekte ve ilk anda kendisinden bir haykırış duyulmaktadır.

 

Dikkatlice dinlenirse bu haykırışın, “ın’ga ın’ga” ol-duğu kolayca anlaşılır. İki heceden meydana gelen çocuğun lisanından duyulan bu kelime “Rabça”dır.

 

Arapça alfebesinde bulunan  “ayn” ve  “gayn” harflerinin verdiği seslerle seslendirilmektedir ve dünyanın  neresinde olursa olsun bütün çocuklarda müşterektir, ki rabba aittir, asılda vardır, öğretilmiş değildir.

 

 

Bu şu demektir;

“ın” yani “ayn”lugat mânâsı itibariyle,

öz, kaynak, asıl, aynı, göz, gözenek demektir.

“ga” ise, “gayn”,  “ayn”ın noktalı halidir

ve “gayr” ifadesi ile gayrıyı ifade etmektedir.

 

Bu iki harf “Hurufu hulk” yani boğaz harflerinden-dir.

Boğaz ise, “mide” iç ve “ağız” dış arasında ara geçitberzahtır.

 

Mânâ âlemi olan rûhlar âleminden, Hakk’ın zâtından yola çıkarak, yukarıda ifade edilmeye çalışılan mertebelere tenezzül ederek yer yüzünde hayata başlayan “çocuk” ismini verdiğimiz o muhteşem varlık,özü itibariyle “Hakikat-i ilâ-hiyye”den ayrılıp madde âleminde zuhura çıkarak bâtınından, hakikatinden ayrıldığını, uzaklaştığını  anladığında “ın’ga” feryadı ile bu firkatı (ayrılığı) bütün gücü ile etrafına duyur-maya çalışmaktadır.

 

Çünkü yukarıda kısaca ifade edildiği gibi  “ayn” aynı, “gayn” da üzerinde bulunan benlik noktası ilegayrıdır.

 

Bir varlığın aynından ayrılıp, gayrılığına yani yaban-cılığına, meçhule, gurbete gitmesi kadar zor bir iş yoktur her halde….

 

İşte bu iç haleti rûhiye içerisinde; dünyaya gelen ço-cuğun bu lafızlarla ağlaması ebeveyni için sağlıklı birmüjde;

yeni bir hayat ve aile ferdi ise de, çocuk için özünden ve Rabb’ından gayrıya uzaklaştığı için üzüntükaynağıdır.

 

Burada iki husus vardır;

biri, ailesi için fiziki mânâda bir hayatın başlangıcı, yani “dirim”dir.

Diğeri isebâtıni mânâda gayr olduğu için “ölüm” hükmüdür.

 

Bâtın âleminden gelerek berzahtan (boğazdan) geçe-rek zahire çıkması, diğer yönüyle onun  bâtın-i mevtiölmesi-dir. Bu hakikati Kûr’ân-ı Keriym Mülk sûresi 67/2. âyetinde,

 

el­leziy haleka’l mevte vel hayate 

Meâlen :

“O zât ki: Ölümü ve hayatı halketti,” ifadesiyle ölümü öne almıştır.

Yani Allah (c.c.) evvelâ ölümü halkettiğini  açık olarak ifade etmiştir.

 

İşte doğan çocukların kazandıkları fiziki yaşam aslın-da onları  “ayn”larından ayırdığı,   “gayn” gayr-ı bir ka-lıba soktuğu için geçici de olsa bâtınen ölümleri olduğundan “IN’ – GA” feryatları bundandır.

 

Belki bu feryatlar gerçek mânâda duyulur da gereği yapılarak, gereken eğitimle yetiştirilip tekrar “ayn”larına ulaşmaları mümkün  hale gelir diye ebeveynlerine bu hakikati o küçücük bedenlerinden son derece gayretleriyle onlara ulaştırmaya çalışmaktadırlar.

İstisnaları olmakla beraber genel olarak bütün çocuk-lar bu oluşum üzerine doğarlar.

 

Bilindiği gibi;

–  Âdem (a.s.) ın çocukluğu olmamıştır.

– İbrahim (a.s.) ın çocukluğu Nemrud’un korkusun-dan bir mağara içinde geçmiştir.

– Mûsâ (a.s.) bir sandığa konup nehre bırakılmış, ço-cukluğu Firavn’ın yanında geçmiştir.

– İsâ (a.s.) ise, çok garip doğmuş, beşiğinde de ye-tişkinlik  halinde de insânlarla konuşmuştu.

 

Beşiğinde

Kûr’ân-ı Kerim Meryem sûresi 19/30. âyetinde

 

kale inniy abdullahi atani­yel kitabe

ve ce’aleniy nebiyyen

Meâlen :

(O çocuk “Hz.İsa”) dedi ki, gerçekten ben, Allah’ın kuluyum, bana o kitabı verdi ve beni peygamber ca’l etti, (halketti) kıldı.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.) efendimiz ise, doğduğunda,

“ümmeti, ümmeti”

yani “ümmetim, ümmetim” demiştir

ve hayatının sonuna erdiği dakikalarda ise,

“refikel â’lâ” “yüce dost” diye ifade etmiştir.

 

Yukarıdan beri ifade edilen mertebelerin bütün kemâ-latı bâtınında (iç bünyesinde) bulundurarak yer yüzünde, anne – baba diye ifade edilen kanallardan geçerek zuhura gelen o muhteşem varlık, bütün maddi ve manevi teçhizâtla donatıl-mıştır.

 

İşte bu yüzden Efendimiz “her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar, ebeveyni onu Yahudi veya Hıristiyan veya müşrik kılar…”    buyurmuştur. * (39)

“İslâm fıtratı”ndan gaye, yukarıda bahsedilen bütün mertebelerin “çocuk” ismi verilen o muhteşem zuhurda bu-lunmasıdır.

 

Şunu da kısaca belirtmek isterim ki ;

Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin risâletinden ev-vel dünyaya gelen çocuklar hangi rasûl veya nebi vaktinde zuhura gelmiş iseler ancak o rasûl veya nebinin mertebesi ka-dar bu hakikatleri idrak edip zuhura çıkarıyorlardı.  Çünkü kavmin, peygamberini geçmesi mümkün değildir ve her pey-gamber kavmine ancak kendi mertebesine kadar gelen islâmı nefh eder, ki bu da zâten onun kemâlidir.

 

* (39) Sünen-i Tırmızi  tercümesi,  cilt 4, sayfa 19, Bab 5

 

Hz. Muhammed (s.a.v.) de bütün bu mertebelerin ta-mamı mevcut olduğundan, ümmetinde bu mertebelerin hepsi-nin zuhura çıkmasını sağlamıştır.

 

Ve yine Hz. Muhammed (s.a.v.)

“Sizden her birinizin halkıyyet maddesi annesinin karnında (40) günde bir araya getirilebiliyor. 

Sonra bu kadar zamanda (40 gün“alaka” (pıhtı-laşmış kan) haline geliyor, 

sonra bir o kadar zamanda (40 gün“mudga” (et parçası) haline geliyor

ve sonra Allah ona bir melek gönderiyor. Melek ona Rûh üfler

ve meleğe dört (4) şey (yazması) emredilir:

  1. Rızkını,    2. ecelini,    3. amelini,
  2. şaki (betbaht) veya said (mutlu) olduğunu yazar.

 

Kendisinden başka ma’bud-i hakiki bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz, cennet ehlinin amelini işleyecek ve kendisi ile cennet arasında yalnız bir arşın (lık mesafe) kalınca bedbahtlık yazısı galip gelerek cehennem ehlinin ameli ile “defter-i â’mali” son bulacak ve dolayısıyla cehenneme girecektir. Ve sizden biriniz de cehennem ehlinin amelini işleyecek ve kendisiyle cehen-nem arasında yalnız bir arşın (lık mesafe) kalınca mutlu-luk yazısı galip gelerek cennet ehlinin ameli ile (amel defteri) kapatılacak ve dolayısıyla cennete girecektir,” bu-yurmuştur. *(40)

 

*(40) Sünen-i Tırmizi tercümesi, cilt 4, sayfa 16-17-18, Bab 4

Buraya kadar gelişe, yani dünyada zuhura çıkışa bi-rinci sefer denmektedir, ki Hakk’tan Halk’adır.

Kişinin buraya gelmesi müşahedeli olarak kendini bilmesi ve bulması içindir.

 

Eğer gereğini yapar, zahiri eğitimi ile birlikte bâtıni eğitimini de tamamlarsa aslı olan Rabb’ına ulaşır.

Eğer beşeriyetinde kalır dünya cazibesine kapılır, bu-ranın geçici lezzetleriyle vakit kaybederse aslına ulaşamazebedi  Î “gayn”  gayrı olarak kalır.

 

Gelinen veya inilen bu yerden özet olarak yavaş yavaş tekrar aslımıza doğru ikinci sefer’imizi yapmağa ve yüksel-meğe çalışalım.

 

Anne baba iştirakıyle dünyaya gelen ve her türlü cihaz ile donatılmış olan bu müstesna varlık, yine anne baba yar-dımı ve koruması ile “buluğ” çağı denilen 15-18 yaşlarına geldiğinde kendisinde bireysel nefsi benlik kemâliyle oluştu-ğundan, müstakil şuurlu akıllı ve kontrollu bir birey olarak aynı zamanda ilâhi mes’uliyet yüklenecek sorumluluğa ulaş-mış olmaktadır. Böylece çocukluk devresi bitmiş, güçlü kuv-vetli bir insân olarak hayat seyrine başlamıştır.

 

İşte kendisine “insân” ismi verilen bu varlığın bünye-sinde bütün kemâlât ve süfliyyat mevcuttur. “Esma’ül Hüsna” Allah’ın güzel isimlerini de zıtlıkları ile birlikte bün-yesinde toplamıştır.

 

Dünyaya dönük nefsani bir hayat sürerse kendi haki-katini bilemeden nefsi benlik içerisinde yaşar gider, gaflet ehli “gayr”lardan olur.

 

Eğer kendine dönük ve kendini bilip tanıyarak bir ha-yat yaşarsa daha dünyada iken Rabb’ına kavuşarak tevhid ve saadet ehlinden olur.

 

 “İnsân – Halife” ismi verilen bu varlıkta;

“ne var alemde o var ademde” hükmü, zahir bâtın mevcudatın özeti ve özü mevcuttur.

 

“Onsekizbin alem bir havan içinde  dövülse kalan öz, hülasa insân-ı kâmildir,” denmiştir.

 

İşte kemâlâtgerçek insân olabilmek için, “İnsân” vasfına bir de “kâmil” vasfını ekletmesi gerekmektedir, ki gerçek insân da budur.

 

Diğerine ise, “nakıs” vasfı eklenir, ki “insân-ı nakıs” yani noksan insân hükmündedir.  Bundan Hakk’a sığınırız.

 

İşte fiilen kemâle ermiş bu varlık 12. mertebede be-lirtilen Rûh’ul zahir İnsân – Hakikat-i sûret-i Âdemiyye ile zahir dünyasında hayatını sürdürmeğe başlar.

 

Eğer kendini geliştirmeden yoluna devam ederse bu mertebede kalır, geldiği gibi gider.

 

 

Eğer ikinci seferine başlarsa, yavaş yavaş mertebeleri aşmağa gayret eder.

  1. ®Rûh’ul maden – Hakikat-i Maden hayat
  2. ®Rûh’ul Nebat – Hakikat-i Nebat

– Bitki hayat

  1.  ® Rûh’ul Hayvan – Hakikat-i Hayvani hayat

  “Hay” esmasının sûret kemâlâtı

  1.  ® Rûh’ul Sûret-i İnsân

– Hakikat-i Nefs-i benlik – Hayvan-ı Natık

Burası sıradan nefsiyle yaşayan, duygularıyla hareket eden, kendilerinde sadece buraya kadar gelen oluşumlarla ya-şayan, diğer üst mertebeler kuvvede, bâtınlarında kalarak ha-yatlarını sürdüren gaflet ehli kimselerin yaşam yeridir.

 

Daha henüz kendilerini tanıma yolunda faaliyetleri ol-madığından ibadet etseler bile, ikilik üzere olduğundan, bu ibadetleri kendilerini tanımaya yeterli olamamaktadır.

 

  1. ®Rûh’ul İnsân – Hakikat-i İbrahimiyyet

–  İnsân-ı Natık

Bu mertebede tevhid hakikatleri açılmağa ve yükseliş olmağa başlamaktadır.

 

Aşağıdan beri gelen bütün mertebeleri bünyelerinde bulundurarak eksiklerini terk ederek kemâle doğru yollarına devam ederler.

 

Özet olarak yolumuza devam edelim.

 

  1. ®Rûh’ul Nûr – Hakikat-i Nefs

Bu mertebede nefsin, gerçek kemâl hali idrak edilir. Kişi bu mertebede kendinde bulunan nefsin hakikatlerini da-ha iyi idrak etmeye ve yaşamaya başlar.

 

  1. ®Rûh’ul Nûr – Hakikat-i Cin

Bu mertebede cinlerin hakikati anlaşılır.  Onlar artık bu kimselere ulaşamazlar, çünkü güçleri yetmez. Zuhur yer-leri burasıdır, daha alt mertebelerde tesirleri olur.

 

  1. ®Rûh’ul Nûr  Hakikat-i Melek

Bu mertebede meleklerin hakikati anlaşılır ve kaynak yerleri buralarıdır. Burdan aldıkları görevleri yerlerine ulaş-tırarak vazife yaparlar. Tesir sahaları bulundukları yerden aşağılara doğrudur.  Her iş için her mertebede ayrı melekler oluşmaktadır.

 

  1. ®Rûh’ul İnsân – Hakikat-i Mûseviyye (len teraniÂdem’e üflenen Rûh mertebesi…

Yukarıda ifade edilen Âdem’e üflenen “RÛH” âyet-lerini bu kısa bilgiler içerisinde yeniden incelemeğe çalışalım.

 

Daha evvelce Âdem’e üflenen Rûh mertebesi hak-kında şöyle bir cümle geçmişti.

 

“Rûh’ul azam” ve “Rûh’ul kuds”, Allah (c.c.) mah-lûk olmayan zâtî Rûh mertebeleri iken;  burada bahsedilen Rûh, Râhmaniyyet mertebesinden üflenen halkıyyete dönük mahlûk Rûhtur, ki hâlik’ten meydana gelip her mertebesi iti-bariyle mahlûkata hayat ve nûr ile birlikte kimlik vermiştir.

 

En üst mertebesiÂdem’iyyetien son tecellisima-deniyyeti zuhura getirmektedir.

 

Alemlerde bu zât-i nefh tatbikatı, ilk defa Âdem (a.s.) üzerinde vuku bulmuştur (Rûh-ul Sultâni).

 

Cenâb-ı Hakk bizzât; “feiza sevveytühü” (onun tesviye, düzenlemesini yaptığım zaman) ifadesiyle bu olu-şumu zâtına vermektedir, ki aracı kullanmadan olan bir iştir, zâtına mahsustur:

Bu da zâtî zuhurunu ortaya getirecek mahalline ver-diği yüce değerini  göstermektedir.

 

“ve nefahtü fiyhi min rûhi”

rûhumdan ona /onun içine nefh ettim

 

“min rûhi” (rûhum’dan) ifadesiyle;

Cenâb-ı Hakk, zâtından fakat Râhmaniyyetin  mahlû-ka dönük Rûhundan nefh ettiğini  bildirmektedir.

 

Eğer mutlak mânâda bu mertebede “Rûh’ul azam” veya “Rûh’ul kudus” mertebesinden üflemiş olsaydı, o za-man ifadesi “Rûhi” yani  (Rûhumu) üfledim demesi lâzım gelecekti.

 

“Rûhumu” ile “Rûhumdan”ın arasında çok fark vardır. Ancak yine de burası çok yüksek zâtî tecelli mahalli-dir.

 

“Hakikat-i Âdemiyyet”ten başlayarak “Hakikat-i Musaviyyet”e  kadar olan sahada bu rûh’un irfaniyeti, kendi içindeki mertebeleri itibariyle seyr ve idrak edilir.

Bütün insânlarda kuvvede mevcuttur, fakat zahire çıkarılması için ehlinden çok iyi bir irfaniyet tahsili yapmak gerekmektedir.

 

“feka’u lehü sacidiyne” (hemen onun için (ona) secde edenler olarak (secdeye kapanın).

“Ona secde aynı zamanda banadır,” çünkü onda zâtî tecelli ve zuhurum vardır. Onu kendi sûretim üzere, yani bü-tün sıfat ve isimlerimle süsleyerek halkettim.

 

Sad 38/72  ve Hicr 15/29 âyetlerinde

 

feiza sevveytühü ve nefahtü fiyhi min ruhiy

feka’u lehü sacidiyne

Meâlen :

Artık ona şekil verdiğim (onun varlığını tamamlayıp da) ve ona Rûhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secde edenler olarak (secdeye kapanın).

 

Burada Âdem (a.s.) ilk varedilişi belirtiyor iken,

Secde 32/9 âyetinde ise, Âdem (a.s.) nın torunları olan bizlerin varedilişlerimizi bildirmektedir,

şöyle ki:

 

sümme sevvahü ve nefeha fiyhi min rühıhi

ve ce’ale lekümüssem’a vel ebsare vel ef’idete

kaliylen ma teş­kürune

Meâlen :

Sonra onu biçimlendirdi (tesviye etti) ve rûhundan içine üfledi. 

Ve sizin için işitme duyusu, gözler ve gönüller ca’l etti (halketti), kıldı.   

Pek az şükrediyorsunuz.

 

Âyet-i kerime ne kadar açık değil mi?…

Diğer âyetlerde yaptığı işleri bizzât Cenâb-ı Hakk kendi lisanı ile ifade ettiği halde, burada ise oluşan yine aynı zâtî hadiseyi ancak başka bir mertebe (rûbubiyyet) anlat-maktadır.

 

“sümme sevvahü”

sonra onu biçimlendirdi.

Yani evvelâ onun “a’yân-ı sabite” programını (terki-bini) belirledi, anne karnında biçimlendirdi.

 

“ve nefeha fiyhi min rühıhi”

(bir melek vasıtasıyla)

Rûhundan içine üfledi”,

 

 

“ve ce’ale lekümüssem’a vel ebsare vel ef’idete”

“ve ca’l etti (ayrıca o varlıkta kıldı) ki,

– sem’        (duyuş)

– ebsar       (görüşler)

– ef’ideh    (kalbler).”

 

Âyette belirtilen “biçimlendirildi” hükmü ile genel mânâda o varlığın tüm yapısının tamamlandığını belirttiği halde, neden acaba bu üç (3) azanın ikinci defa tesisinin  kesin olarak tekrar yapıldığını  bildirmektedir?…

 

Cevap : 

Birinci biçimlendirmede tesis edilen “kulak, göz ve kalb”, kişinin zahiri mânâdaki  münasebetlerini  düzenleye-bilmesi için zahiren kullanacağı  araçlarıdır.

Bunlarla “ve ne fahtü” hakikati zuhura çıkamaz; yönleri maddeye dönüktür.

 

Rûh ile ilgili haller ise, mânâya dönüktür, insânoğlu-nun mânâ alemine ulaşabilmesi için onu algılayacak araçlara ihtiyacı vardır.

İşte bu yüzden bu üç azanın mânâyı algılayacak şekil-de diğer bir yönünde olması lâzım geldiğinden âyetteikinci defa  tesisi de belirtilmektdir.

 

Bu mânâda daha birçok âyet-i kerimede ifadeler var-dır.

 

 

 

Ne yazık ki maddi mânâda olan “kulak, göz, ve kalb-lerimizi” kapasitelerinin sonlarına kadar kullandığımız halde; manevi mânâda olan ve özel olarak verilen “kulak, göz ve kalblerimizi” adeta hiç kullanmayarak en değerli araçlarımızı paslanmağa terk ediyoruz.

 

“kaliylen ma teş­kürune”

gerçekten bu kadar özel nimete, ne az şükrediyo-ruz.”

Cenâb-ı Hakk cümlemizi vakit geçirmeden bu dünya sarhoşluğu ve uykusundan uyandırsın.

 

Yukarıda belirttiğimiz hadis-i şerifte efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır.

“Sizden her birinizin halkıyyet maddesi annesinin karnında kırk günde bir araya getiriliyor; sonra bu kadar zamanda alak (pıhtılaşmış kan) haline geliyor; sonra bir o kadar zamanda murga (et parçası) haline geliyor ve sonra ona bir melek gönderiyor. Melek ona Rûh üfler ve meleğe dört şey (yazması) emredilir :  Rızkını, ecelini, amelini ve şaki (bedbaht) veya said (mutlu) olduğunu yazar…”

 

Ezelde Cenâb-ı Hakk, zâtında Âdem (a.s.) a üflemiş olduğu Rûhu;

daha sonra ebeveyn kanalından baba ® anneye nefh eder;

daha sonra anne karnında iken bir melek gelip ona “ayan-ı sabite” (program rûhunu) 120 inci günde üfler.

Böylece belirli süre sonra bu alemin en müstesna var-lığı, “zahir – bâtın”, her yönüyle techiz edilmiş olarak dün-yaya teşrif etmiş olur.

 

Çocukluk devresinde başlayan eğitimi ile ilk ders ver-meğe başlayan hocaları, onu ilk ilmi nefhalarlazahiren eğitmeğe başlarlar.

Daha sonraları buluğa erdiğinde zahir eğitimi ile bâtın eğitimini de birlikte devam ettirmeğe başladığında bu sefer din ilmi nefhalarını da almağa başlar, kendine dönmeğe ve kendini  tanımağa devam eder.

 

Eğer bu arada bir irfan ehline ulaşırsa, o irfan ehli artık ona gerçek mânâda ve “nefahtü” etmeğe başlar.

Bu “ve nefahtü” olşumu sohbet  yoluyla olur ve çok ender olan bir hadisedir. Daha evvel kendisinde vuku bulmuş irfaniyet eğitimi almış bir insân-ı kâmil vasıtasıyla ir-faniyet ile nefh edilir.

 

Genel konuşma ve sohbetlerde iletişim sadece ses va-sıtasıyla ve zahir bir anlayışla olur iken,

irfan ehlinin sohbeti ise, dört (4) kanaldan olmaktadır.

Evvelâ

– “leb-i derya” olan insân-ı kâmilin ağzından çıkan bir ses vardır.

– o ses’e yüklenmiş bir mânâ,

– ve o mânâ’ya yüklenmiş bir Rûh,

– ve o Rûh’a yüklenmiş bir nûr vardır.

Ses ® mânâ ® Rûh ® nûr”un birlikte faliyeti “nefha-i ilâhiyye ve “hubb-u ilâhiyye”dir.

Üfleyen zahiren İnsân-ı kâmil olmakla beraber,

bâtınen İnsân-ı kâmil’in bâtını olan Hakk’tır.

 

Sohbette hangi mevzudan bahsediliyor ise,  evvelâ o mevzu leb-i derya olan İnsân-ı kâmilin lisanından sesolarak dinleyenlerin sem’ (duyu organları) olan kulaklarına doğru yola çıkar.

O sese yüklenmiş olan mânâ, sem’e ulaşınca açıl-mağa ve aynı seste yüklü olan Rûh ile de hayat bulmağa başlar

ve yine o seste yüklü olan nûr ile de mevzu edilen mânâ açığa çıkıp aydınlanarak gerçek ve müşahedeli bilgiye dönüşür, ki gerçek ilim de bu yolla elde edilendir.

 

İşte âyette ifade edilen “kulak, göz ve kalb”, ancak bu yolla faaliyete geçirilir, ki sıralama çok dikkat çekicidir.

 

Sem’in yani duymanın öne alınması, dinlemenin ne kadar mühim bir şey olduğuna dikkat çekmek içindir, ayrıca dilin en güzel müşterisi de, kulaktır.

 

Kulak kanalından içeriye giren “ses, mânâ, Rûh,  nûr” olan nefha,

  • göze,       ®     görme kabiliyeti;
  • kalbe,     ®     ilâhi hayat,
  • akla,       ®     ilâhi ilim
  • ve kişide ®     kendine öz güvenini verir.

 

Bu hakikatlere aşina olan büyük arif Hz. Mevlâna muhteşem eseri “Mesneviyi şerif”in ilk kelimesini“Bişnev” (dinle) olarak belirtmiş, âyette belirtilen ifade ile dinlemenin ne kadar mühim bir husus olduğuna dikkat çekmiştir.

 

İmâm- ı Gazzali:

“Kavl-i İlâhi” (İlâhi söz) deki tesviye ve Rûhun ne olduğunu bana sordular.

Cevap verdim ki:

“Tesviye” (düzenleme) Rûhu kabul eden mahalde fiilden ibarettir.

Bu mahalde Âdem hakkında balçık ve Âdem’in ço-cuk ve torunları hakkında “Tasfiye” (saf kılma) ve“tadil” (doğrultma) şartıyla meniden ibarettir.

Nefih ise, nutfede Rûhun nûrunu “iştigaline” (meş-guliyet) “ba’as” (dirilme) olan şeydir…

 

“Ona Rûh üfürdüm” buyrulması “kinaye” (dolaylı mecaz, anlatım) dır.

Ey “münaza’a” eden (çekişen), Rûh onun aynı değil midir?…  Lâkin Hakk’ı hulûlden tenzih et. Zira onun“sivası”  yani ona karşı diğer bizâtîhi  bir varlık yoktur ve herşey onun tevhidine dönüktür.

 

Ey çoklukta olan mevlâ!..  Ey eşyanın var edicisi!..  Zâtın şayidir.  Yani  “lâ mevcude illâ hu”…    *(41)

 

*(41) Daha geniş bilgi almak için bakınız “Allahı inkar mümkün mü?” Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi İmam-ı Gazzali Sayfa 143

Rûh mevzuu ile ilgili yazılar genelde Rûh’un mahi-yeti, yapısı hakkındadır, bu ayrı bir konudur.

Biz ise bütün alemde mutlak mânâda hayatın kaynağı olan bu Rûh’u, mertebeleri itibariyle tanımaya ve tanıtmaya çalışıyoruz. Cenâb-ı Hakk cümlemize idrak kaabiliyeti versin.

 

Biz yine yolumuza devam etmeye çalışalım.

Bütün alemde genel mânâda yaygın olan bu Rûh’un ilmi mânâda sahası “Âdemiyet” ve “Mûseviyet”arasıdır.  Bu mertebede daha henüz ikilik mevcut olduğundan “len terani” yani “sen beni asla göremezsin”dir.

Tekliğe giden yol ise, “Rûh’ul Kudüs”ten geçmek-tedir.

 

Şimdi kısaca onu incelemeğe çalışalım.

Kûr’ân-ı Keriym Enbiya sûresi 21/91. âyetinde

 

velletiy ahsanet ferceha fenefahna fiyha min ruhına

ve ce’alnaha vebne­ha âyeten lil alemiyne

Meâlen :

“ve edep yerini korumuş olan o kadını da (an) ki; Rûhumuzdan ona üfürdük ve kendisini ve oğlunu âlem-lere bir “âyet” (mucize) ca’l ettik/kıldık

 

 

 

Kûr’ân-ı Keriym Nisa sûresi 4/171. âyetinde

 

in­nemel mesiyhu ıysebnü meryeme Rasûlullahi

ve kelimetühü elkaha ila merye­me ve rühun minhü

Meâlen :

Şüphe yok ki, Meryem oğlu mesih İsâ sadece Rasûlullah (Allah rasûlu) dur

ve Meryem’e bıraktığı kendisinin kelimesi ve kendisinden rûhtur

 

Kûr’ân-ı Keriym Bakara sûresi 2/87. ve 2/253. âyetlerinde

 

ve ateyna ıysebne meryemel beyyinati

ve eyyednahü biruhıl kudüsi

Meâlen :

ve Meryem oğlu İsâ’ya da apaçık deliller verdik

ve kendisini  Rûhul kudus ile destekledik.

 

Yukarıda belirtilen:

“O’na Rûhumuzdan üfürdük’te kendisini ve oğlu-nu alemlere bir “âyet” (mucize) ca’l ettik/kıldık, yaptık”.

 

Enbiya 21/91 âyetinde ifade edilen mânâ ilk defa İsâ (a.s.) hakkında kullanılmıştır.

 

 

Buraya kadar gelen tecelliler, “rûbubiyyet”,

esma mertebesi itibariyle “tecelli-i berki” iken;

buradaki tecelli ise, “Râhmaniyyet”,

sıfat mertebesinden “tecelli-i mukaddes”tir.

 

O yüzden zâtî olan bu Rûh“mukaddes” sıfat merte-besinden nefh edildiğinden aldığı isim “Rûh’ül kuds”(mu-kaddes Rûh) tur.

 

İşte Hz. Meryem’e üflenen Rûh’un, Hz. Mûsâ’ya ka-dar üflenerek gelen Rûh mertebelerinden bu mertebenin farkı, sıfat mertebesinden kaynaklanan kudsiyyet-i almasından ve doğrudan zâta bağlanmasındandır.

 

“fenafahna” (biz üfledik) ifadesindeki “biz” hükmü bir bakıma Cenâb-ı Hakk, zât-i sıfatlarıylauygulamış olduğu bu oluşumu sıfatlarına verdiği şahsiyetleri gereği onlarla bir-likte “biz” ifadesini kullanmıştır.

Diğer bir ifade ile zahiren bu nefh-i, cebrâil (a.s.) üfle-miş ise de, onun özünde bulunan zât-ı ilâhi ilebâtınen ve cebrâilde görüntüde zahiren üflediğinden “biz” ifadesini kul-lanmıştır.

 

İlk oluşumu böyle üflenen “rûh’ül kudüs”ün daha sonraki üflenişleri zahiren “insân-ı kâmil”in lisanından üfle-niyor gibi gözüküyor ise de, o varlıkta Hakk’ın varlığından başka bir varlık olmadığından bâtınenHakk, zahiren İnsân-ı kâmil üflediğinden bu yönüyle de “biz üfledik” hükmü orta-ya gelmektedir.

“vebneha âyeten”  (oğlunu âyet yaptık) ifadesi de zât-i’dir.  Âyet Kûr’ân’dır, Kûr’ân da zât’tır.

Oğul ® “İsâ”, âlemde ilk defa Hakk’ın sıfat merte-besinden zât-i zuhurunun mahallidir.

 

“kelimetühü” (Onun bir kelimesidir)

Her kelimenin, bir mânâsı; her mânânın da, bir sûreti vardır.

“Sûret-i İsâ”zât-i tecelliyi ilk def’a kendi mahallin-de ortaya getiren tecellinin  yoğunlaşmış halidir.

 

“rûhun minhü”  (O’ndan bir rûhtur)

Zâtından üflenen “rûh’ul kuds”tür.

 

“beyyinati” (apaçık deliller)

Zât-i tecellinin apaçık delillerini İsâ mesih üzerinde gösterdik.

 

“ve eyyednahü birûh’ul kuds”  (O’nu rûh’ul kuds ile destekledik.)

Âdem (a.s.) dan Mûsâ (a.s.) a kadar gelen rûh’un, yu-karıda belirtildiği gibi, sıfatından ® esmasınaüflenen zât-i mânâdaki; özel olarak İnsâna üflenen rûh olduğu belirtilmiş-ti.

 

Burada desteklenerek üflenen rûh ise, “rûh’ul kuds” tür ve zâtın sıfat mertebesi itibariyle “mukaddes rûh’u”dur. Bunun zuhuruna tecelliyi mukaddes denir, “kudsiyyet” mertebesidir.

İşte bu mertebenin tecellisi ilk defa “kelime-i isevi-yet”te zuhura çıkmış olduğu, “biz onu rûh’ul kudüs ile destekledik” ifadesinden açık olarak anlaşılmaktadır.

 

Bu rûhun üflendiği mahal, kudsiyyet kazanmakta, böylece yakıyn bir ilimle “fena fillâh” mertebesindemüşa-hede ehli olmaya; dışta, halktan uzak; içeride Hakk ile ol-maktadır.

 

Mûseviyyet mertebesinde daha henüz ikilik olduğun-dan orası “duyuş”, yani “sem’” mertebesidir.

 

İseviyyet mertebesinde ise, “görüş” (basar) yani teklik ortaya çıktığından müşahede başlar.

 

Bu yüzden, Allah’ı ancak Allah (c.c.) görür denmiştir.  Kişinin kendinde kişiliği sürdürdüğü müddetçe “Ya Rabbi seni göreyim” arzusu “len terani” sen, sende oldukça “beni asla göremezsin” hükmü ile karşılanacaktır.

 

Zât-i müşahedenin yolu (basar) ve “basiret”ten geç-mekte, o da “rûh’ul kuds” desteği ile mümkün olmaktadır.

Böylece o mahalde kudsiyyet hasıl olmakta  ve “gö-ren de görülen de” kendi olmaktadır, ki bu mertebe ilk def’a “Meryem oğlu İsâ mesih”te zuhura gelmiştir.

 

Özelliği, dünya tarafından, anneyemânâ tarafından, baba hükmü ile “rûh’ul kuds”e bağlanmış olmasıdır.

 

Bu mertebede olan kimselerin zahiren babaları olsa bile onlar sadece hükmen babadırlar; babaları asl’en“rûh’ul kuds”tür. O da bu rûh’u “ses, mânâ, rûh ve Nûr” şekliyle üf-leyen “insân-ı kâmil”dir.

 

Kişide iç bünyesinde var olan, “isevi” ve “muham-medi” mensuplarında bulunan bu ilâhi lütuf, “rûh’ul kudüs” ü uyandırarak faaliyete geçirebilecek tek ve yegane kimlik “insân-ı kâmil” ve O’nun “nefhası”dır.

 

İşte bu sır “yuhyil mevta” ölüleri ilmi mahiyette di-riltmek, gönül kuşlarını semavatta uçurtmak ve bedenimizde, cildimizde olan nefis lekelerini  temizlemektir.

 

Bunları yaparken âyette belirtilen “biizni” (benim iznimle) ifadesi orada zât-i tecellinin olduğunu açık olarak göstermekte ve “zât-ı ilâhi”nin İsâ ismiyle harikaları ortaya getirdiğini  beyan etmektedir.

 

Gayemiz İsâ (a.s.) hayat hikayesini  yazmak olmadı-ğından burada da bu kadar ile yetinerek yolumuza devam edelim.

 

 

 

 

 

 

 

 

Kûr’ân-ı Keriym  Şura sûresi 42/52-53. âyetlerinde

 

ve kezalike evhayna ileyke ruhan min emrina

ma künte tedriy mel kitabü ve lel iymanü

ve lakin ce’alnahü nûren nehdiy bihî

men neşaü min ‘ıbadina

ve inneke letehdiy ila sıratın müstekıymin (52)

sıratillâhilleziy lehü ma fiyssema­vati ve ma fiyl ardı

ela ilellahi tesıyrül­ ümürü (53)

Meâlen :

  1. (Ey Rasûlum)ve keza işte böyle sana emrimizden rûh (Kûr’ân) vahy ettik. Sen kitap nedir, imân nedir bilmiyor-dun ve lâkin biz onu bir nûr kıldık, onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyete erdiririz ve kesin, şüphe yok ki, sen sıratın müstakime (istikamet bulan doğru yola) hidâyet edi-yor, rehberlik ediyorsun.
  2. O Allah’ın yoluna ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hep O’nundur. Dikkat edin!. Bütün işler Allah’a se-yir eder (Allah’a varır)

“Rûh’tan bahseden bazı âyetler” isimli bu bölümü-müzün başında bu âyetten özet olarak bahsetmiştik.

Bu bilgiler ışığında o âyeti ve özet yorumunu oradan tekrar okumakta yarar olacaktır,  zannediyorum.

 

Bu âyet-i kerime’yi iki def’a ele almamızın sebebi, “Hakikat-i Muhammedi” üzere hem başlangıç ve hem de netice olmasındandır.

 

Diğer mertebeler sadece kendi bulundukları mertebe itibariyle bilgi vermekte iken “mertebe-i Muhammediyye” ki, hamd” ve “hubb”tur, kendisinde bulunan bütün merte-belerden haber vermektedir; çünkü o “ümm”dür, yani bütün mertebelerin anasıdır. 

 

Şimdi; buraya kadar geldiğimiz bilgilerimizi hatırlar-sak “rûh-ul madeniyyet”ten “rûh’ul kudüs”e kadaryüksel-diğimizi tekrar görmüş oluruz.

İseviyyet mertebesinin yolu bu kadardır ve bu yüzden İsâ (a.s.) göğe kaldırılmıştır.

 

Sonradan gelerek yukarıda bahs edilen Şura 42/52-53 âyetindeki özellikler kendisinde tahakkuk ederekMuham-medi olarak hayatının sonuna kadar bu tatbikat ile yaşaya-caktır; çünkü bu yaşam gerçeği kendi zamanında henüz daha zuhurda olmadığından onun eğitimini alamamış idi.

 

O mutlak tevhid eğitimini kendi mi’racında (ki şimdi oradadır) alarak yer yüzüne indiğinde “şeriat-ı muhammed-i” ile emredecektir.

 

“Emrimizden bir rûh” 

Burada bahsedilen zât-i olan “rûh’u azam”dır, ki Hz. Rasûlullah (s.a.v.) a aracısız nefh edilmiştir. Kendisinden evvel gelen hiçbir nebiye bu rûhtan nefh edilmemiştir.

 

Oraya ulaşmak çok zordur. Ancak onun varislerine yol vardır. Başka mertebelerden oraya ulaşılmaz, ta ki;Mu-hammed-i oluncaya kadar.

 

Bu mertebenin bir ismi de “Hakikat-i Muhamme-di”dir ve bütün mertebelerin kaynağıdır.

Nefih ve vahyedilen ise, zât olan Kûr’ân’dır.

 

Hakk’a ve halka ayna olan bu mertebeyi efendimiz (s.a.v.), “men reani fakat reel Hakk” yani “beni gören Hakk’ı görür”, kelâmıyla ifade etmişlerdir.

 

Buraya gelindiğinde “halktan Hakk’a” olan ikinci sefer tamamlanmış, gaye hasıl olmuş, ebedi yolculukaslına ulaşarak kemâlini  bulmuş olmaktadır.

 

Bundan sonra üçüncü sefer başlayacaktır, ki “Hakk’ tan halka”dır.

 

Yukarıdaki tabloda; zât13 üncü mertebe olarak belirtilen “Rûh’ul Kemâl”, bütün bu mertebeleri kendi bün-yesinde cem eden, toplayan, “İnsân-ı Kâmil – halife – Haki-kat-i Muhammedi – Kûr’ân-ı natık”, bütün bunların zuhur mahalli olan “Hz. İnsân”dır.

 

İşte böylece bu İnsânda bütün bu mertebeler bulun-makta ve onları zuhura çıkarabildiği kadar yaşamakta ve o nispette yükselmektedir.

 

İnsânlar kendilerinde bulunan bu mertebelerle, bilen-ler bilerek, farkında olmayanlar da gafletleriyle tabii olarak yaşamaktadırlar.

İnsân

kendinde bulunan    sûret insânlığı ile

®  diğer sûretlerle,

kendinde bulunan    Maden mertebesi ile

®  diğer madenlerle,

kendinde bulunan    Bitki mertebesi ile

®  diğer bitkilerle,

kendinde bulunan    Hayvan mertebesi ile

®  diğer hayvanlarla,

kendinde bulunan    Nefsi benlik mertebesi ile

(hayvan-ı natık)        ® diğer nefsi benliklerle,

kendinde bulunan    İnsân-ı natık mertebesi ile

®  diğer natıklarla,

kendinde bulunan    Nefs mertebesi ile

®  diğer nefislerle,

kendinde bulunan    Cin mertebesi ile

®  diğer cinlerle,

kendinde bulunan    Melek mertebesi ile

®  diğer meleklerle,

kendinde bulunan    Mûseviyye mertebesi ile

®  diğer Mûseviyyelerle,

 

kendinde bulunan    İseviyye mertebesi ile

®  diğer İseviyyelerle,

kendinde bulunan    Muhammediye mertebesi ile

®  diğer Muhammediyelerle

irtibat kurabilmektedir.

Kim bu mertebelerin biri ile perdelenmiş ise, sadece o düzeyin kişisi olarak yaşayacaktır.

 

Yaşadığımız bu hayatta örneklerini pek çok gördüğü-müz bu oluşumların bizlere ibret olması gerekmektedir.

 

Bilindiği gibi bazı kişiler hay’van türü varlıklara ilgi duyarlar, içlerindeki bu mertebe onlarda bu faaliyeti ortaya çıkarır, böylece diğer mertebeleri perdelenmiş, hayvani  özel-likleri daha belirgin hale gelmiştir.

 

Yine bilindiği gibi bazı kimseler göklerle, yıldızlarla, madenlerle uğraşırlar.

Bazıları bitkilerle, çiçeklerle, bazıları nefsaniyetle ve bilhassa bazıları da cincilik ile meşgul olmaktadırlar.

Çünkü yukarıda da ifade edildiği gibi bu mertebeler de insânın varlığında mevcuttur.

 

Yukarıya doğru çıkıldığında Meleklik, Musevilik, İsevilik, Muhammedilik zuhura çıktığında insân kemâlli ola-rak bu hayatı yaşamağa devam eder.

 

Yaklaşık olarak insânın ilgi duyduğu alanı kendisinde karşılığı olan o alanın açığa çıkmasıyla mümkün olur, ancak böyle olduğunda diğer mertebeler bâtında kalır.

 

İşte insân-ı kâmil bütün bu mertebelere câmi oldu-ğundan kendisinden bu mertebelerin hepsi itidal üzere den-geli zuhur eder.  Bu mertebe Muhammedilere has bir merte-bedir.

 

“Ne var âlemde, o var ademde”, sözü burada gerçe-ğini bulmaktadır.

“men eta allahe eta ehu külli şey’in” kim ki Allah’a itaat ederse, Allah da ona her şeyi itaat ettirir” hükmü de gerçeğini bu mertebede bulmaktadır.

 

“Allah’a itaat ederse”den kasıd; kendinde Hakk’tan başka hiç bir şeyin kalmamasıdır. Böylece kendinde bulunan bütün mertebelerin sahibi Hakk olduğundan herşey ona itaat etmiş olur.

 

Özet olarak, varlığın her mertebesi “insân-ı kâmil”de mevcud olduğundan her varlıkla, varlığın kendi mertebesi iti-bariyle ilişki kurar.

 

Diğer insânlar ise, bulundukları yerden veya daha aşa-ğılardan olan varlıklarla iletişim kurarlar ve varlığın hangi mertebesi ile meşgul oluyorlarsa o mertebe ile perdelenmiş olmaktadırlar.

 

İnsân-ı kâmil’in tek meşguliyeti vardır o da Rabb’ıyla olan meşguliyetidir.

 

İşte ancak bu meşguliyet, “İnsân-ı Kemâl” ehli ya-par.

 

Bu mevzuu da burada özet olarak bırakarak yolumuza devam edelim.

 

Kûr’ân-ı Keriym Nebe sûresi 78/38. âyetinde

 

yevme yekumürruhu vel melâiketü saffen

lâ yetekellemune illâ men ezine lehürrâhmanü

ve kâle savaben

Meâlen :

O gün ki: Rûh ve melekler saf saf dikilir. Râhma-nın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar ve konu-şan da isabetli/doğru söyler.

 

Özet yorum :

Bu âyet-i kerime hakkında tefsirler değişik malumat vermişler ve mahşerde oluşacak bir hadise olduğunu beyan etmişlerdir. Dileyen kendi çabasıyla da araştırabilir, çok da iyi olur. Çünkü kendini tanıma yolunda çaba sarfeden kim-senin en büyük vasfı araştırıcı olması, bu yoldan da bilgisinin nakli değil müşahedeli olmasını sağlamasıdır.

 

Bilindiği gibi

“Kûr’ân”                    ®       “zât”tır,

“Furkan”                   ® “sıfat”tır,

“Kitab-ül mübiyn”    ® “esma”dır,

“İmam-ül mübiyn”    ® “ef’al”dir.

 

 

Ve yine bilindiği gibi, Kûr’ân-ı Keriym kendi ifadesiyle;

“hay”dır,     ®  hayat kaynağıdır,

“rûh”tur,     ®  her şeye candır,

“nûr”dur,    ®  bütün varlığı içten aydınlatmaktadır,

“ışık”tır,       ®  her varlığı dıştan da aydınlatmaktadır.

 

Bu muhteşem özelliklerle her sûresi, her âyeti, her kelimesi yaşayan canlı birer mânâlar deryasıdır.  Neresi oku-nuyorsa okuyana orası, oradaki gerçek yaşamı açığa çıkararak yaşanmasını sağlamaktadır, çünkü zamanımızda ve her za-man içinde bahsedilen her sahnenin zahirde yaşanan karşılığı mutlaka vardır.

 

Kûr’ân-ı Keriym bütün mertebelere câmi olduğun-dan ezelden ebede ne olmuş veya olacak ise, kendisinde bu mertebeler mevcud ve her an yaşanmaktadır ve bu âlemde hadiselerin tahakkuk sahnesi olduğundan “fiili Kûr’ân”dır.

 

Biz de bu âlemin bir elemanı olduğumuzdan bu âlem kitabının bir kelimesiyiz, yani Kûr’ân’a mensubuz.  Ancak hangi sûrenin hangi âyeti içindeyiz ve hangi kapsam alanına dahiliz?…… bilmeye çalışmalıyız. Çünkü orada birbirine zıt birçok mertebeler ve o mertebelerin kimlikleri vardır.

 

İşte irfaniyet yolunda yürüyen bir kişinin ilk yapması gerekli olan bu fiili âlem Kûr’ân’ındaki yerini tesbit etmesi ve kendisine gelen hitabın hangi mertebeden olduğunu bil-mesi ve gereğini  yapabilme iradesini  gösterebilmesidir.

 

Kemâle erebilmesi için yukarıda kısaca belirttiğimiz mertebeleri kendi bünyesinde birey olarak hayatına tatbik edebilmesidir.

 

Kûr’ân-ı Keriym’de bahsedilen bütün hadiselerin her-gün yaşanan özel bir yönü olduğu gibi ahiretle ilgili olan bö-lümlerinin de ahirette tekrar genel mânâda  yaşanacağı şüphe-sizdir.

 

Eğer bizler bu günden bu âyetlerin ifade ettiği mânâ-ları özel olarak kendi bünyelerimizde yaşayabilirsek, daha sonra bu hadiselerin genelini yaşarken şaşkınlığa ve paniğe kapılmamış herkesin dehşet içinde olacağı o günlerde süku-netimizi muhafaza ederek tam bir tevekkül içerisinde neticeyi bekleyebiliriz.

 

Bu ifadelerden sonra tekrar Nebe 78/38 âyetine bir göz atalım.

 

Gayemiz tefsir yapmak değildir. Zâten onların hepsi-nin tefsirleri, ehilleri tarafından defalarca yapılmıştır, ancak küçük bir iki hususa dikkat çekmek istemekteyiz.

 

Bu âyetin zahiren ifadesinin mahşer gününü ifade ettiği açıktır. Mutlak müşahedeli mânâ ve tahakkuku da an-cak o zaman azametiyle ortaya çıkacaktır.

 

 

Bugün bu olayın bu yaşam şartları içerisinde mutlak mânâda yaşanması mümkün değildir. Ancak gelecekte böyle bir sahnenin mutlak mânâda olacağı açık olarak bildirilmek-tedir.

 

Bunu böyle bilip imân etikten sonra, bize acilen lâzım olan diğer âyet-i kerimelerde de olduğu gibi bu âyet-i keri-meden bugün nasıl bir istifade ederiz düşüncesi olmalıdır.

 

Âyet-i kerime okunduğunda “rûh”un tekil meleklerin çoğul olarak ifade edildiği ve râhmaniyyetmertebesindenulûhiyyet mertebesinin haber verdiği açık olarak anlaşılmak-tadır.

Bu rûh “râhmaniyyet mertebesi”nden bütün âlem-lere “nefes-i râhmani” olarak üflenen “rûh’ul kudüs”ün mahlûka dönük yüzü olan rûh’tur, ki bütün âlemde faaliyet-tedir.

 

Yukarıda bu rûh’un mertebeleri kısaca ifade edilmişti. Asılda rûh tek olduğundan tekil, fakat mertebeleri olduğun-dan saf saf diye meleklerle beraber aynı zamanda çoğul ola-rak ifade edilmiştir.

 

Ancak “dikilir” ifadesiyle birey şuuru olan rûhtan ve-ya rûhlardan bahsedilmekte; maden, nebat gibi onların rûhun-dan bahsedilmemektdir. Çünkü onların ahiretleri yoktur, me-lekler ise, zâten çoktur.

 

O yaşanacak hadiseye mutlak mânâda “râhmaniyyet mertebesi” hakim olduğundan, orada “râhman”ın mutlak mânâda her varlığın içinden de onlara rahmeti olduğundan bu rahmetin açığa  çıkması çok muhtemeldir.

 

Cenâb-ı Hakk’ın “Râhman” ismi olduğu gibi “Ceb-bar” ismi de vardır.  Râhmaniyyetin belirtilmesi her varlığa kendi gereği olan rahmetin verilmesi olarak düşünülebilir.

 

“Ancak onun izin verdikleri konuşur.”

Çünkü onlar bu hakikatleri idrak ettiklerinden müşa-hedeli olarak konuşurlar ve gerçek olan doğruyu söylerler.

 

Kısaca böyle ifade ettikten sonra bu hadiseyi şuuru-muzda şu anda yaşamaya çalışalım.

 

Yukarıda belirtilen mertebeleri toplu halde düşünerek tefekkür ettiğimizde zâten rûh ve melâikenin  bütün mertebe-leri ile mutlak mânâda faaliyette olduğunu anlamamız zor olmayacak ve âyet-i kerimenin bu bölümünün dahi bütün âlemlerde halen capcanlı yaşandığını idrak etmemiz açık ola-rak anlaşılacaktır.

 

Bütün bunları ve benzeri oluşumların hakikatlerini  akıl ve gönüllerinize havale ederek ve Cenâb-ı Hakk’tan irfa-niyet dileyerek rûh ile ilgili bazı âyetler bölümünü burada şimdilik bitirmek istiyorum.

 

Tevfik ve muvaffakiyet Allah’tandır (c.c.).

Gerçekten Hz. Muhammed (s.a.v.) okuma yazma bilmiyor mu idi?

indir (6)_3

Ümmi  Peygamber (s.a.v.)

Bu hali gerçek yönüyle anlamaya çalışalım.

Evvelâ “Ümm” kelimesinin harf ve sayı değerlerine bir göz atıp daha sonra diğer yönlerini de ele almağa çalışa-lım.

 “ümm”  (ana)

“elif”           1

 “mim”       40

 “mim”       40

                                    81  tersi 18’dir.

 İkisinin toplamı (81 + 18)  = 99 eder

Böylece  “ümm”  (ana) kelimesi” 18 bin âlemi ve 99 “esma’ül hûsna”yı ifade etmiş olduğu açık olarak görülmüş olmaktadır.

      “ümmiy” 

“elif”         1

“mim”       40

 “mim”       40

 “ye”          10

                              91   tersi 19’dir.

18 bin âlemde var olan “İnsân-ı Kâmil”dir, ki o da âlemlerin ana’sıdır

Ümm   :  Ana, anne, valide, (asıl-esas) (başlıca olan şey)

Ümmi : Anasından nasıl doğmuş ise öyle kalıp okuma yaz-ma öğrenmemiş (kimse)

Ümmi-i  Sadık

Ümmi-i sadık :  Ümmi peygamber, Hz. Muhammed (s.a.v.)

Kûr’ân-ı Keriym A’raf Sûresi 7. sûre 157. âyettinde;

elleziyne yettebi’unerrasûl­ennebiyyel ümmiyyelleziy 

yecidünehü mektüben ındehüm fiyttevrati vel inciyli

Meâlen :

“Âyetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan Peygamber Muhammed’e uyanlara yazacağız,” buyrulmaktadır.

Özet yorum:  Tevrat ve İncil’de yazılı olan Ümmi Peygamber (s.a.v.) Kûr’ân, yani zât ilminin anası olduğu gibi, Tevrat, “Esma” ilminin, İncil “sıfat” ilminin de anasıkay-nağı olduğu yukarıdaki âyette açık olarak bildirilmişltir.

Hz. Rasûlullah (s.a.v.)in ümmi olması bizim anladığı-mız mânâda okuma yazma bilmemesi demek değil,okuma yazma araçlarına (kağıt-kâlem) gibi ihtiyacı olmadığı mânâsı-nadır.

Âlemimizde böyle başka bir zuhur yoktur.  Bu oluşum sadece Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimize has ve onun en büyük mu’cizelerindendir. İlmi ilâhi o mahalden bütün insân-lık âlemine yayılmıştır.

Cebrâil (a.s.) ın kendisine ilk geldiğinde “Ikra’’’ (oku) demesi manidardır.

Cebrâil (a.s.) cahil bir varlık mı idi ki; okuma yazma bilmeyene “Ikra’’’ (oku) diye hitab etsin.

Peygamberimiz (s.a.v.) vefat etmesine yakın bir za-manda “bana kağıt veriniz size birşeyler yazacağım!”bu-yurmuştu.

Orada bulunanlardan bir kısmı “kağıt verelim,” bir kısmı da “vermeyelim,” dedi. Ömer’ül Faruk (r.a.) bu kı-sımda idi. “Allah’u Teâlâ’nın kitabı bize yetişir,” dedi.

(ve kağıt verilmedi………..) (**) 

Bu mevzua ileride tekrar döneceğiz.

 

(**) Eshab-ı Kiram Ahmed Faruk Cilt 5 sahife 51

Ümm’ül  Bilâd

Ümm’ül bilâd    :  Beldelerin anası ®  Mekke-i Mükerreme

Ümm’ül kura    :  Şehirlerin anası  ®  Mekke-i Mükerreme

Kûr’ân-ı Keriym Şura Sûresi 42/7. âyetinde;

ve kezalike ev­hayna ileyke Kûr’ânen ‘arebiyyen

litün­zire ümmel kura ve men havleha

ve tün­zire yevmel cem’ı lâ raybe fiyhi

feriy­kun fiyl cenneti ve feriykun fiyssa’ıyri

Meâlen :

“Ey Muhammed! Böylece şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe gö-türmeyen toplanma günü ile uyarman için sana arapça okunan bir kitap vâhyettik. İnsânların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli ateşe girer,” buyrulmaktadır.

Özet yorum : Her şehir ve kasaba, içinde yaşayan-ların ve yaşananların anası’dır. Her türlü oluş ve doğuşları kucaklayıp muhafaza etmektedirler. Tarihleri sürecinde ora-larda nasıl hadiseler cereyan etmişse, o hadiselerin özelliği nispetince değer kazanırlar.

İşte bu yüzden dünya tefekkür tarihinin, kuruluşundan beri en büyük hadiselerini kucaklayan “Mekke-i Müker-reme” beldelerin (şehirlerin) anası ünvanını almıştır.

Burada evvelâ Canab-ı Hakk zâtından,

– “ilk halife” “insân” (Âdem-i) dünyaya ikram etti ve onunla beraber zât-i tecellisi olan zuhur mahalli“Beytullah”ı ikram etti.

– daha sonra “İbrahim”i (a.s.) ikram etti,

 daha sonra “İsmail” (a.s.) ı,

– daha sonra “zem zem”i ikram etti.

 daha sonra âlemlere rahmet Habibini  Hz. Muham-med Mustafa (s.a.v.) i,

– daha sonra “İslâm”ı, onunla beraber “Kûr’ân”ı ik-ram etti.

– Ve bütün mertebeleri kapsamına alan “zât-i te-celli”sini  ikram etti. *(28)

İşte bu yüzden, senin de “tezkiye” edilmiş (temizlen-miş) beden-i varlığın, “arz-ı mübarek”in “ümm’ül Kûr’ân”dır.

Bütün mübarek ikramlar sana bu mübarek beden şeh-rinde olmaktadır.  Elden gitmeden evvel mevcud vücûdları-mızın kıymetini bilelim.

Kûr’ân-ı Keriym Şura  Sûresi 42/7. âyetinde;

ve kezalike ev­hayna ileyke kûr’ânen ‘arebiyyen

Meâlen :

“İşte böylece Kûr’ân’ı arapça olarak sana vâhyettik.”

 

*(28) Bu hususta daha geniş bilgi “Kelime-i Tevhid” kitabı-mızın “Mekke-i Mükerreme”  bölümü sayfa 137 de vardır.

Bu âyeti kerimede, Kûr’ân-ı Keriym’in hiç bir “ara-cı” olmadan Hz. Muhammed’e vâhy edildiğibildirilmek-tedir.

Diğer bazı âyetlerde “Cebrâil” ve değişik şekillerde “vâhy” edildiği bildirilmektedir.  Yeri geldikçe inceleyeceğiz.

Kûr’ân’ın arapça olarak vâhy edilmesi “Kelime-i Tev-hid” isimli kitabımızda da belirttiğimiz gibi, Hakk tarafından yapılan “dört”üncü tercümesidir.

Ümm’ül  Kitab

Ümm’ül kitab :  “Akl-ı evvel”, arş’ın üstündeki kaza ve kader levhası“levh-i mahfuz”

Kûr’ân-ı Keriym Şura  Sûresi 43. sûre 1,2,3,4. âyetinde;

ha miym (1)

vel kitabıl mübiyni (2)

inna ce’alnahü Kûr’ânen ‘arebiyyen le’alleküm ta’kılune (3)

ve innehü fiy ümmil kitabi ledeyna le’aliyyün hakiy­mün (4)

Meâlen :

“Ha, mim, apaçık kitab’a and olsun ki, akledesiniz diye Kûr’ân’ı arapça okunan bir kitab kılmışızdır, şüp-hesiz o, bizim katımızda Ana kitab’da mevcud, yüce ve hikmet dolu bir kitab’dır.” 

(Vâhiylerin toplu olduğu toplandığı ana kitab)

Özet yorum :

“Ha-Mim” “Hakikat-i Muhammedi”dir. Her tecellide mertebesi vardır.

Burada bahsedilen “vel kitabil mübin” (ve açık kitab) bâtından zahire, çıkışa doğru, “Esma – Rûbubiyyet” mertebesi, “ilmi ilâhi”nin tafsile doğru açılmasıdır.

“inna ce’alnahü Kûr’ânen ‘arebiyyen”

“inna”       ® “muhakkak ki biz”  

“cealna” ® “kıldık – murad ettik”

“hu”          ® “o’nu”

“Kûr’ânen arabiyyen”® “arapça Kûr’ân olarak”

“le’alleküm ta’kılune”,

“umulur ki akledersiniz”

“ve innehü fiy ümmil kitabi”, 

“muhakkak o ümm’ül kitabdır.” ® “Akl-ı evvel”

“ledeyna le’aliyyün hakiy­mün”,

“yanımızda olan yüce ve hikmet dolu kitabdır.”

Ümm’ül   Kûr’ân

Ümm’ül Kûr’ân : Fâtiha sûresi

(Kûr’ân-ı Keriym’in aslı olduğu için ümm’ül Kûr’ân’dır.)

Bir Hadis-i şerif’de :

Ey cabir, dikkat et, sana Kûr’ân’da nazil olan en büyük sûreyi bildiriyorum: Fâtiha-ı şerifedir! Zira onda her derde karşı bir şifa vardır,” buyruldu. *(29)

Bir Hadis-i Kudsi’de

“Ben (sâlât) namaz sûresi olan Fâtihayı benim aramla kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı benim ve yarısı kulumundur ve kulumun istediği hak-kıdır,” buyuruldu.

Efendimiz (s.a.v.) de bunu şöyle beyan buyurur:

Kul, “elhamdilillâhi Rabbil âlemiyn” der,

Allah (c.c.)  da, “kulum bana hamd etti” der.

Kul, “errâhmanirrahiym” der,

Allah (c.c.)  da, “kulum beni sena etti” der.

Kul “maliki  yemiddin” der,

Allah (c.c.) da der ki, “kulum beni temcid etti (yü-celtti) ve buraya kadar, benim;

“iyyake na’büdü ve iyyake nesta’in” kulumla be-nim aramda; sûrenin sonu ise sadece kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır,” der, diyor. *(30)

 

*(29)Ramuzul ehadis s.590 – Hadis 6167

*(30) Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak dini Kûr’ân dili cild 1, sayfa 54

Kûr’ân-ı Keriym Hicr Sûresi 15. sûre 87. âyetinde;  

ve lekad ateynake seb’an minel mesani

vel kurane’l aziyme

Meâlen :

“And olsun ki, sana daima tekrarlanan yedi (ikili-lerden) âyetli fâtiha’yı ve Kûr’ân’ı aziym’i verdik,”buyu-rulmaktadır.

Bilindiği gibi Ümm’ül Kûr’ân; “Fâtiha-ı Şerif” “seb’ul mesani” biri besmele olarak yedi âyettir.

İslâmın ilk besmelesi

Kûr’ân-ı Keriym Âlâk Sûresi 96/1. âyetinde;

ıkre’ bismi rabbike

Meâlen :

“Rabb’ının ismiyle oku”dur.

Âyet-i kerimenin bu bölümü ve devam eden âlâk sû-resinin beş âyeti Hira dağında gelen ilk ayetlerdir. Bu arada gelen bazı âyetlerden sonra, gelen ilk bütün sûre, bâtınen Fâ-tiha-ı Şerif olması daha uygundur.

Her ne kadar sıralanışta birinci, nüzülde beşinci ola-rak ifade ediliyorsa da bu hususun çok iyi araştırılması lâzım gelmektedir. Bizce bâtıni olarak hem sıralanışta ve hem de nüzülde birincidir.

Âyet-i Kerime’de “Fâtiha” “seb’ül mesani”den (cüz) yani kısım olarak değil, “kül” yani bir bütün olarakbahsedilmektedir ve “Kûr’ân-ı Azıym” ile iki ayrı ana unsur olarak bahsedilmektedir.

Buradan da kolayca anlaşılacağı üzere Kûr’ân-ı azim-üşşân’da var olan bütün mânâlar, öz ve özet olarak“seb’ul mesani” “Fâtiha”  sûresinde mevcuttur.

Bu yüzden hem Kûr’ân’ın anası “ümm’ül Kûr’ân” ve toplu olarak gelen ilk sûredir.

Ancak bu “Fâtiha” ile “levh-i mahfuz” açılarak Kûr’ân-ı azimüşşân, “levh-i mahfuz”dan belirli yollarla Hz. Rasûlullah’ın vücûd-u mübareklerinde dünya âlemine indiril-miştir ve ilk âyeti olan “besmele-i şerif”,ondan evvel gelen ilk besmelenin “ıkra’” yerine geçerek, gerçekler en geniş mânâda zuhura çıkmıştır.

Bu mevzua tekrar değineceğiz.

İki yedili olması bir bakıma da, hem Mekke ve hem de Medine’de nazil olması itibariyledir.

Mekke’de ilk nazil olması, “hakikat-i ilâhiyye”yi;

Medine’de ikinci defa nazil olması ise, “hakikat-i Muhammediye”yi ifade ve izah etmesidir.

“Kûr’ân-ı azimmüşşân”ın hakikatlerini;

“Hakikat-i ilâhiyye”yi ve “Hakikat-i Muhammediyye” yi idrak edebilmemiz için “Hakikat-i Fâtiha”yı çok iyi anla-maya çalışmamız gerekmektedir.

İşte bu yüzden de Kûr’ân-ı Keriym okumaya başlar-ken okunan, Mekke-i Mükerreme’de ikram edilen, ilk nazil olan Fatiha-i Şerife; Kûr’ân-ı Keriym okumayı bitirirken ve-ya yaptığımız herhangi bir dua yahut işi sona erdireceğimiz zaman okuduğumuz ise, daha sonra Medine-i Münevvere’de ikinci defa nazil olanFatiha-i Şerife’dir.

Fatih – Fatiha : Açmak, açma mânasında olduğu hal-de, biz onu kapatma, sonlandırma mahallinde de kullanıyo-ruz. Ancak sonlandırma dediğimiz, kemale erdirme, hatmet-medir

Açma mahallinde kullandığımız Mekke-i Mükerre-me’de zat-i tecellinin ilk zuhuru ile mutlak bir açılım yap-ması, bu açılımların Medine-i Münevvere’de ikinci nüzülü ise, Hakikat-i Muhammediyye idraki ile mânâların gönüllerde yer etmesi ve açılması içindir.

Yani açılışta, “hamd” ile; kapanış yani idrak edişte, Fatiha, “el hamd” iledir. Bunun kemal-i zatiyetin ferdiyed kemalat şehadetidir. Baştan sona, arada ne varsa, hepsi de onun izahıdır, diyebiliriz.

Yedi âyet olması, bir bakıma “sıfat-ı subûtiyye”dir.

Bu husus, Hakk’da mutlakkul’da sınırlı olarak müş-terektir.

Hakk; en geniş mânâda zuhur mahalli olan “Hakikat-i insânniye” ile kendisi arasında bu sure-i şerifeyi taksim etmiştir.  Hem Ulûhiyyet ve hem de Ubûdiyyet hakikatlerini bünyesinde toplamıştır.

Fâtiha; “insân-ı kâmil”in sûresi ve sûreti’dir.  Ayrıca her mertebenin de sûresi ve sûretidir.

Gayemiz, Fâtiha-ı şerifenin genel izahını yapmak de-ğil, mevzularımızın gelişi itibariyle ufak, ufak bazı oluşum-lara dikkat çekmeğe çalışmaktır.

Bu mevzuu da burada şimdilik bırakarak yolumuza devam etmeğe çalışalım.

Ümmet – Ümm’et

 Hz. Rasûlullah’dan evvel gelen bütün peygamberlerin etraflarında bulunan tabi olanlarına “kavm – kavim”den-mekte iken, Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin tabiîlerine “ümmet” denmiştir.

İşte bu yüzden de peygamberimizin ümmeti, diğer ka-vimlerin anası hükmünde olmuştur. Böylece“Hakikat-i Mu-hammediyye” her yönden “ümm”  yani “ana” yani her şe-yin anası,  kaynağı olmuştur.

Bazı hakikatleri daha iyi anlayabilmemiz için onları ifade eden sözcükleri,  günlük kavramları içerisinde değil, ha-kiki  mânâları itibariyle değerlendirmemiz daha gerçekçi ola-caktır. Ancak bu yoldan hadiselerin gerçek anlamı ortaya çı-kacaktır.

Efendimiz hakkında belirtilen “ümm-i” kelimesi de böyle bir kelimedir.

– Beşerce yönü ile bakıldığında, okuma yazma bilme-yen

– Hakikati ve gerçeği itibariyle ise, yukarılarda da bahsedilmeğe çalışıldığı gibi “ümm-i”, ana, anaya mensub ifadeleriyle bakıldığında, Hz. Muhammed (s.a.v.) yani “Ha-kikat-i Muhammediye” herşeyin anası ve kaynağı olduğu açık olarak anlaşılmaktadır.

Bu yüzden kendisinin kağıt, kâlem, deri parçası ve onları kullanmağa ihtiyacı yoktur, çünkü onların da“ANA” sıdır.  “İlmi ilâhi’nin anası”dır.

Onu kendilerimiz ile kıyas ederek öğrenmek için be-şeri eğitim alma zorunda olan varlıklara benzetmeyelim, onu kendi gerçek hali üzere tanımaya çalışalım. Böylece ona karşı daha iyi bir yaklaşım sağlamış oluruz. Ayrıca yukarıda bahse-dilen bütün anaların da anasıdır.

Böyle ümm-i bir peygamberin ümm’eti olmak ger-çekten çok büyük bir ilâhi lütuftur. Lütfen; aklı başında olan kimseler gibi,  kadr-ü kıymetini bilenlerden olalım inşeallah.

İsâ (a.s.) da, “ümm-e” yani anaya mensuptur, Hz. Meryem’den doğmuştur.

Bütün âlemler ise, ümm olan “Hakikat-i Muham-medi”den  doğmuş (zuhur) etmiştir.

Nefs – Nefis Gerçekten Nedir?

images_3.png

Bilindiği gibi insân varlığının bir ifadesi de “nefs” ke-limesiyle belirtilmektedir. Nefs üzerine çok şeyler söylenmiş-tir, fakat daha fazla “emmare”lik hali ele alınmıştır.  Oysa ki “nefs”in mânâsı ve hakikati gerçekten çok geniş bir sahayı kapsamaktadır.

Vâhy ve Cebrâil insâna geldiğine göre, onun bir özel-liği olan “nefs” ve onun hakikatini ne kadar iyi bilebilirsek mevzularımıza nüfuz etmemiz o derece daha derinden ve kapsamlı olacaktır.

Şeriat ve tarikat kitaplarında “nefs”in, “emmare”lik (kötülük) yönü;

Hakikat ve marifet kitaplarında ise, “nefs”in hakikat yönü anlatılmaktadır.

Genelde “nefs”in, “emmare”lik yönü ele alınmakta, hakikat yönünün gerçeği kapalı kalmaktadır. Burada mevzu-umuz içinde inşeallah nefsimizi değişik yönleriyle inceleme-ğe çalışacağız.

Hadis-i Şerif.

“Evvelü ma hâlâkallahu aklî vennefsî.”

“Allah evvelâ benim aklımı ve nefs’imi halketti”

Efendimiz (s.a.v.) yukarılarda belirtilen bütün merte-belerin öncesi olduğu gibi “nefs” mertebesinin deöncüsü ol-duğunu  bu Hadis-i şeriflerinde belirtmişlerdir.

Sadece bu Hadis-i şerif dahi nefs’in ne derece mühim bir hakikat olduğunu anlatmaya yeterlidir.

Âyetlerin ve hadislerin incelenmesi neticesinde nef-sin çok muteber bir varlık olduğu ortaya çıkmaktadır.  Arifler bireysel olarak Hakk yolunun seyr-ü seferinde nefs-i ”yedi” mertebeye ayırmışlardır.

Yedi  Nefis  Mertebesi

  1. Nefs-i emmmare,
  2. Nefs-i levvame,
  3. Nefs-i mülhime
  4. Nefs-i mutmeinne
  5. Nefs-i radiye
  6. Nefs-i merdiyye
  7. Nefs-i safiye, diye isimlendirmişlerdir.

Bunlardan sonra Hakk’a Mi’rac etmek için beş hazret mertebesi daha vardır, ancak yeri olmadığı için burada izahı-na geçmiyoruz.  Bu hususlar kısaca şöyle belirtilmiştir. *(25)

Hakk’a varmak ister isen,

Gönül yolun tutmak gerek,

        Üzerinden varlık yükün,

        Hemen çözüp atman gerek,

 Bir de kâmil yere varıp ,

  Evvel elin tutmak gerek,

         Yedi deniz beş deryayı,

         Kanat açıp geçmen gerek.  

 

*(25) Bu hususta daha geniş bilgi “İrfan Mektebi” adlı kitabımızda mevcuttur, dileyen oraya bakabilir.

diye belirtilen,    yedi deniz      “nefs” mertebeleri,

               beş derya ise, “Hazarat-ı Hamse”dir.

Kûr’ân-ı Keriym  Yusuf Sûresi 12/53. âyetinde;     

“innennefse leemmaretün bissui”

Meâlen :

“Nefs daima kötülüğü emredicidir.” hükmüyle ba-kıp sadece bu haliyle özleştirerek ona en büyük zûlmü yapa-rak bu yoldan kendi nefsimize de zûlum etmiş olmaktayız.

Evet nefislerimizin bu özelliği vardır, fakat bu özellik küçük bir sahasını işgal eder, eğer eğitilmezse her tarafına yayılır.  Güzel bir eğitim ile ise “emmarelik”ten kurtularak Mi’rac’a doğru kanat açılır.

Dendi ki, “nefs” terbiye olunca olur, nefiiiiis”.

Yukarılarda bahsedilen “nefes-i Râhmani” genel ola-rak bütün âlemlere yayılınca oralarda meydana gelen her bir birey – varlığın aldığı isim “nefs” oldu.  İşte bu yoldan “nef-sini bilen kişi Rabb’ını bilmiş,” oldu.

Hadisi Şerifte belirtilen;

“men arefe nefsehu fekad arafe rabbehu.”

Meâlen :

“Kim ki nefsine arif oldu ancak o Rabb’ine arif oldu.”

Burada arif olunan – bilinen, nefsin sadece “emma-re”lik yönü değil, bütün mertebeleriyle birlikte hakikatiiti-bariyle bilinen “nefs”’tir.

Kûr’ân-ı Keriym  Bakara Sûresi 2/54. âyetinde;     

“inneküm zâlemtüm enfüseküm”

Meâlen :

“Muhakkak sizler nefislerinize zûlmettiniz.”

Yani, nefsinizi gerçek mânâda tanıyıp one göre mua-mele edemediğiniz için nefsinize zûlm etmiş oldunuz. Daha çok geniş mânâları olan bu âyet-i kerime oldukça açık görün-mekte ve pek çok gerçeği ifade etmektedir.

Kûr’ân-ı Keriym  Bakara Sûresi 2/54. âyetinde;     

“fæktülu enfüseküm”

Meâlen :

“Nefislerinizi öldürünüz,” ifadesinde belirtilen ölüm (genel olarak“nefs-i emmare” yönlü aldığınız“tatlanma duygularınızı öldürün” demektir.  Çünkü o tür duygular gaflete, gaflet de mutlak uzaklığa götürür.

Kûr’ân-ı Keriym  Taha  Sûresi 20/41. âyetinde;     

“væstana’tüke linefsiy”

Meâlen :

“ve seni kendi nefsim için seçtim,” ifadesinde;

Cenâ-b-ı Hakk: Mûsâ (a.s.)  hakkında buyurduğu bu ilâhi kelâmında, nefsinin zuhur mahalli olan“mertebeyi Mû-seviyyet”ten haber vermektedir.

Kûr’ân-ı Keriym Tevbe Sûresi 9/128. âyetinde;     

“lekad caeküm rasûlün min enfüsiküm aziyzün”

Meâlen :

“Andolsun ki, size içinizden, nefsinizden aziz bir rasûl geldi,” ifadesinde, genel anlamda, içinizden yani sizin benzeriniz bir “rasûl” geldi, özel anlamda ise, kendi içiniz-den, yani  “nefsinizden” bir “aziz rasûl”geldi.

Dikkat edersek bize gelen “aziz rasûl” yani “ilham-ı ilâhi”ye nefsimiz “mahal” zuhur yeri olmakta ve ne şerefli bir görev yapmaktadır. Uzun izahları olan bu mübarek kelâmı da bu kadarla yetinerek yolumuza devam edelim.

Kûr’ân-ı Keriym  Â’li İmran Sûresi 3/185. âyetinde;     

“küllü nefsin zaikatül mevti”

Meâlen :

“Her nefis ölümü tadacaktır,” ifadesinde, ölümün yok olunacak bir şey olmadığı, ancak “nefs” tarafındantadı-lacak birşey olduğu açık olarak bildirilmektedir.

O halde emmare mertebesinde kalan bir nefs ile diğer mertebelerde olan nefislerin ölümü tatmaları değişik değişik olacaktır.

Gerçek ifade ölümün “beden” tarafından değil “ne-fis” tarafından tadılacağıdır.  Böylece nefsimizin üzerimizde ne büyük tesiri ve yeri olduğu da görülmektedir.

Kûr’ân-ı Keriym  Fecr Sûresi 89/27-28. âyetinde;     

“ya eyyetühennefsül mutmeinnetü” (27)

“irci’ıy ila rabbiki radıyeten merdıyyeten” (28)

Meâlen :

“Ey Mutmeinne nefse ulaşan Radiyye ve Merdiyye olarak Rabb’ına dön,” ifadesinde, bireysel nefsi emmare-siyle yaşıyorken, yapmış olduğu riyazât ve mücahedelerle “levvame” nefse, oradan “mülhime”nefse, oradan “mut-meinne”  nefse uruc eder (yükselir).

Bu halde kişi kendinde var olan hakikatin, “Hakk”ın  hakikati olduğunu “mutmain” bir kalb ile idrak ettiğinde kendisinde bu hitap meydana gelir.

Diğer mertebelerde hitap insânlara umumi iken burada “hususi” teke tektir.  Hakk’ın esma-i ilâhiyyesinin üzerindeki tesiratını idrak eden mutmeinne nefs, Rabb’ından razı, Rabb’ı da o mahalde kendi isimlerinin zuhurunu görünce “merzi” yani kulundan razı olmuş olur.  Bu halinde nefs’in hakikatiyle meydana geldiği anlatılmaktadır.

Kûr’ân-ı Keriym’de nefs hakkında pek çok âyet var-dır, misâl olarak bu kadarla yetinelim ve yolumuza devam edelim.

Efendimiz (s.a.v.) zaman zaman sözlerinin başında şu ifadeyi kullanmıştır.

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun, ki”

Cenâb-ı Hakk’ın altı sıfat-ı zâtiyyesinden bir de “kâ-imi bi nefsihi” yani “nefsiyle kaim” olmasıdır.

Yukarıdan beri özet olarak belirtilenlerden açık olarak anlaşıldığına göre, her insânın bir nefsi var,Peygamberimizin de bir nefsi var.  Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin dahi bir nefsi var, bir de her varlıkta mevcud“nefs-i külli” var olduğudur.

Böylece “nefs” sözcüğünün ne kadar mühim bir ifade ve yaşam olduğu anlaşılmaktadır.

Arifler nefsi şöyle tarif ettiler :

– Nefs ise ancak o şey’in zâtıdır.

– Nefs mertebesi, cisim mertebesinden daha yücedir.

– Bir nefs ki, bizzât âlemin ilmi ile doludur.

– Bütün mevcudatın baskısına sahip bulunan ilâhi Nûr için “Nefs-i külli” tabiri kullanılır.

– Akl-ı kül ile nefs-i küllün birleşmesinden bu âlemler meydana geldi.

– Akl-ı küllün sembolu, Âdem; nefs-i küllün sembolu, Havva’dır.

– Allah-ü Teâlâ, Rasûlullah efendimizi kendi zâtından halketti, nefsini de kendi nefsinden halketti.

– Âdem (a.s.) ın nefsini, Rasûlullah (s.a.v.)  efendimi-zin nefsinden bir sûret olarak halketti.

– Âdem’in zâtı ise, Rûbubiyyet zâtından meydana ge-tirilmiştir.

– Allah’ın zâtı, kendi nefsinden ibarettir. Öyle ki: Yü-ce Allah onunla vardır. Zira o “nefsi ile kaim”dir. (“kaimi bi nefsihi”)

Bu izahlardan sonra, insân’a, yani kendimize dönerek bizlerdeki nefsin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım.  İnsânın yapısında dört ana hakikat vardır.

  1. Akl
  2. Rûh
  3. (Nefs) Nûr
  4. Beden’dir.

“Rûh” ile “beden”in birleşmesindenyarı lâtif, yarı kesif bir varlık ortaya çıkar, ki adı “nefs”tir.  İnsândaki kar-şılığı “Esma-Nûr-Rûbubiyyet” mertebesidir.

İki ayrı özellikten meydana geldiğinden iki ayrı yüzü vardır.  Bir yüzü toprağa, tabiatabir yüzü de semaya, aslı olan rûh’a bakar.  Her iki âlemin de özellikleri kendisinde mevcuttur.

Eğer güzel bir eğitim görürse toprağa bağlı tabiatın-dan kurtulur, tümüyle rûhaniyetine ulaşır.  Eğer eğitim, yani nefs terbiyesi görmezse toprağa bağlı olan tabiat zindanına haps olur, sonu cehennemdir.

Ariflerden biri bu hususta şöyle dedi:

           İnsân iki halden ayrı değil,

                        ya tenini can eyledi gitti,

                                   ya canını ten eyledi gitti.

Mevlâna (r.a.) efendimiz bu hususta :

“Biz ne suç işlemişiz ki; bu dünya zindanına atıl-mışız? Bizim buraya konuluşumuzun sebebi birkaç mah-busu bu dünya zindanından kurtarmak içindir,” buyur-muştur.

Bu dünyada insânın iki kabri (zindanıvardır.

Biri, kendi toprak bedeni;

diğeri ise, toprak bedeni de içine alan toprak (çukur) kabridir.

Burada bize o kabirlerden kurtulmak için Yunus (a.s.) duası lâzım olmaktadır.  Nefsî duyguların ve hislerin kaynağı tam bir yaşam olarak da tanımlayabiliriz.

Toprağa bakan yönünden gelen duygular ve hislerin en şiddetlisi, tabiatının ve dünyayı arzulayan yönünün ismi “nefs-i emmare”dir, hilesi çoktur, daima  dünyayı ve kendini kayırmayı arzular.

Burada kullanılan akıl da, “akl-ı isna aşer” yani on ikinci akıl”dır, “akl-ı maaş” “maişet (iaşe) aklı” da denir.  Bu nefsin en kısa sürede terk edilmesi gerekir.  İnsâna çok zaman ve çok şey kaybettirir.

Daha sonra “levvame” nefsin de terkedilmesi gerekir.

Daha sonra da, “nefs-i mülhime”nin evham tarafının da terkedilmesi sadece ilham tarafının faaliyete geçirilmesi gerekir.

İşte başlangıçta insân için bu üç nefs mertebesini  bil-mesi ve onlarla mücadele etmesi çok lüzumludur.

Bunları aşabilen kimse “esfel-i safili”nden kurtulup yücelere doğru “âlâ’yı illiyin” yükselmeye başlar ve asl-i makamına ulaşır.

Hacılar Ka’be de “tavaf”safa ve merve arasında “sa’y’ı” ederken, ilk üç tavaf ve sa’y’ı hızlı hızlıadımlarla, diğerlerini daha ağır, ağır yaparlar.

Bunun hikmeti, en kısa sürede üç nefs mertebesinden kaçıp kurtulmak, diğerlerinin de hakkını vererek oluşumlarını meydana çıkarmak içindir.

Yeri gelmişken size bir sır söyliyeyim, her insânda mevcud olan  bu üç nefs mertebesi “Allahu â’lem”(Allah daha iyisini bilir), Meryem oğlu İsâ mesih’te istisna olarak yoktu, çünkü O’na bu nefslerin tabiatını aşılayarak (nefha) fizik babası yoktu.  Baba rolünü “rûh’ul kudüs” (Cebrâil) üstlendiğinden ondaki nefs“mutmainne” den başlıyordu.

Onun için onda O’nu dünyaya çekecek bir duygular sistemi yoktu, o yüzden sadece rûhani bir hayat yaşayarak sı-fat mertebesinde kaldı.  Bu yüzden sıfati tecellilerin ağır bas-masıyla kendisinde zahiri mucizeler ortaya çıkmaya başladı.

Bu hal her ne kadar o mertebede bir kemâl ise de, “Mertebe-i Muhammediyye”de değildir.  Çünkü aşağıdaki alt mertebelerin yokluğu, yukarıdan da o kadarının  azlığı de-mektir.

Seyr sahası âlemi, “misâl” ile “sıfat” mertebesi ara-sında olmuştur. Oysa ki “Mertebe-i Muhammediyye”nin  seyr sahası, “Hz. şehadet”ten başlayan, “İnsân-ı Kâmil”de biten beş hazret,“hazarat-ı hamse” mertebeleri kapsamın-dadır.

Bu mevzuu da bu kadarla bırakıp yolumuza devam edelim. Şimdi “nefs” hakkında bir başka mühim meseleye daha gelelim.

Cenâb-ı Hakk, Kûr’ân-ı Keriym’inde insânı :

      1 – İnsân,

      2 – Halife,

      3 – Beşer,

      4 – Nefs,

      5 – Âdem,  isimleriyle beş ayrı vasıfta tanıtmış.

Bizler kendimizi ifade ederken insân vasfını kullanır olmuşuz.

Halbuki Cenâb-ı Hakk bizden bahsederken, Kûr’ân-ı Keriym’inde en çok “nefs” ifadesini kullanmıştır.  Bizler dahi ceplerimizde taşıdığımız “nüfus” yani “nefs”ler kağıdı ile kendimizi ispatlamaktayız.  Neden acaba nüfus cüzdanla-rımıza “insân cüzdanı” denmemiş de “nüfus cüzdanı” den-miştir?

Yaklaşık olarak baktığımızda;  Kûr’ân-ı Keriym’de insân’a

– 283 yerde nefs,

–   57 yerde insân siz’li, sizler gibi çoğul olarak,

–   37 yerde insân tekil olarak,

–   24 yerde Âdem,

–   14 yerde beşer,

–     6 yerde halife olarak hitab edilmiştir.

Görüldüğü gibi çok büyük farkla insân, nefs olarak tanıtılmış, bu da bize bu sözcüğün insân üzerinde ne kadar çok faaliyette olduğunu göstermektedir.

Ayrıca şöyle bir hesap yaptığımızda da (2 + 8 + 3) = 13 sayısını buluyoruz.  Bu da Hz. Rasûlullah’ın bilindiği gibi şifre sayısıdır. Yukarıda belirtilen insân hakkındaki ifadelerin ayrıca izahları vardır, kısaca ele alalım.

– 283 Nefs    :  Hisler ve duyguların kaynağı.

                                                         (2 + 8 +  3)  = 13

–   94 İnsân     :                                                                                      Bütün esma’ül hûsna’yı toplâyan has ve zât ismi.                                                         (9 + 4)  = 13

–   24 Âdem : Birimsel isim, kendine has.

                                                                 (2 + 4) =    6

–   14 Beşer     :                                                           Tebşir edilen, müjdelenen (zât tecellisi ile)                                                  (1 + 4) =                5

–    6  Halife  : Genel isim, Halifetullah’tır.  ®          6

421   (4 +2 + 1) =                   (4 + 3 ) = 7      43

          ¬  (Her iki tarafta netice aynıdır)   ®   

Cebrâil (a.s.)

images (1)_5

Cebrâil (a.s.) ilâhi gayb hazinesinde olan gizli mânâ-ları, sûret âlemine taşıyarak ulaştırır.  Böylece her ferdin kal-bine gayb âleminden nazil olan mânâları konuşma kuvveti vasıtasıyla harf ve savt ile zuhur ederek bâtınından haber ver-mesi Cibril’in yönlerinden bir yönün tesiri ile vaki olur.

Hazret-i Cibril, Hakikat-i Muhammediyye mertebe-sinden, zuhur-u Muhammedi mertebesine bütün yönleriyle nazil olmuştur. Cibril (a.s.) bu özelliği ile bütün âlemlere mu-hittir.

Bu vazifenin tafsilini icraya memur onun tedbiri al-tında sayısız ve hesapsız melâike vardır ve ona “Rûh’ul-kuds” = “Rûh’ul-Emin” derler. * (20)

İslâm dininde Cebrâil Hz. Peygambere ilâhi emirleri bildiren vâhiy meleğidir ve dört büyük melekten biridir. A-rapça’da vâhiy meleği değişik kelimelerle ifade edilmekle birlikte en meşhurları “Cebrâil – Cebreil – Cebril – Cibrin” ve “Cibril”dir.

 

*(20) Füsus’ul hikem Muhyiddin-i Arabi – A.Avni Konuk Cilt 1 Mukaddime S.27  sadeleştirilerek özet N.A.

Müslüman dilcilerin çoğu, muhtemelen hadis mec-muâlârındaki bazı rivâyetlere (Müsned, V.15-16: Buhari “Tefsir”, 2/6, 16/1) dâyanarak; Cebrâil’in “Allah’ın kulu” anlamına gelen İbranice asıllı bir kelime olduğunu kabul ederken; bazıları da, “Allah’ın gücü” demek olan “Cebere-tullah” tamlamasından geldiğini ileri sürmüşlerdir.

Cebrâil’in “kuvvet” mânâsına gelen (cebr) ile âlâkası dikkate alınarak bu anlamı da kapsadığı düşünülebilir.

Cebrâil, Kûr’ân-ı Keriym’de “Cibril”“Rûh’ul kuds”, “Rûh’ul emin”“Rûh” ve “Rasûl” şeklinde beşdeğişik isimle ifade edilir.

İlgili âyetlerde belirtildiğine göre Cebrâil karşı konu-lamayan müthiş bir güce, üstün bir akla ve kesin bilgilere sahiptir; “arşın sahibi” nezdinde çok itibarlıdır ve meleklerin kendisine mutlaka itaat ettiği şerefli bir elçidir. * (21)

Cebrâil (a.s.) Peygamber efendimize Mekke yakının-daki “Hira” dağında ibadet ve tefekkürle meşgul iken gele-rek ilk “vâhyi” getirmiştir. (Yeri geldiğinde inceleyeceğiz)

Cebrâil (a.s.) her sene bir kere Ramazanda gelip o ana kadar inmiş olan “Kûr’ân-ı Keriym”“levh-i Mahfuz”daki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi.  Peygamber efendimiz âhirete teşrif edeceği sene iki kere gelip tamamını okumuştur.

 

*(21) Diyanet Ansiklopedisi ilgili bölüm Cebrâil  Sayfa 202

Âdem (a.s.)               12  – (oniki)            kere

Nûh (a.s.)                  50  – (elli)               kere

İbrahim (a.s.)            40   – (kırk)              kere

Mûsâ (a.s.)              400  – (dörtyüz)       kere

İsâ (a.s.)                    10 – (on)                kere

Muhammed(a.s.) 24000  – (yirmidörtbin) kere gelmiştir.*(22)

Cebrail (a.s.)’ın  Bazı Özellikleri

Görevi :  Elçilik;  Vâhyi mahalline ulaştırmak; İlâhi bilgiyi beşere talim etmek.

Genelde beşer denen varlık, kendi yapısı, kapasitesi itibariyle mânâ âleminden her hangi bir şeyi algılayacak du-rumda değildir, fakat düzgün yaşayabilmesi için yönlendiril-mesi de gerekmektedir.

Bu yönlendirme – haberlendirme için de bir aracıya ihtiyaç vardır.  Bu aracının aldığı isim dört büyük melekten biri olan “Cebrâil”dir.

Cebrâil, peygamberlere; peygamberler de ümmetle-rine ilâhi bilgileri tebliğ ederler.

Vâhy; Cebrâilden peygamberlere, Cebrâilin emrinde olan diğer meleklerden de nefsini temizlemiş mü’minlere vâhyin izahları ve açılımları babında ilhamlar gelir.

 

*(22) Rehber ansiklopedi cilt 4 – S. 286 özet

Vâhy; yani yeni bir oluşum, emir, Hz. Peygambe-rimizden sonra gelmez, fakat vâhyin açılımı olan “ilham ve müşahede” kıyamete kadar sona ermez.

Kimliği           :  Dört büyük melekten biri.

Hüvviyyeti     Akıl, vahdet ve kesret ilminin geniş mânâ-da yoğunlaşmış kemâl hali.

Menşe-i          Çıkış yeri, Sıfat âlemi, Hakikat-i Muham-medi, Ceberrrut âlemi, Alim ve kelim isimlerinin mazharı.

Kaynak ismi Sübbûh = Kûddüs

Zuhur yeri    Melek asıllı olmasından “esma âlemi” kaynağı sıfat âlemi olduğu halde, zuhur yeri, esma, isimler, melekût âlemidir.

Faaliyet alanı Esma âleminden ef’âl âlemine mânâları gerektiği şekliyle taşımak, ulaştırmaktır.

Özellikleri : 

  1. Kendine has sûreti

  1. Dilediği sûrete girebilmesi

  1. Tebliğin görev süresi;insânlarda, vâhy olarak Âde-miyyet’in başlangıcı, Muhammediyyet’in dünyadaki Kûr’ân-ı  azimüşşânın tamamlanmasıdır.

Cebrâil’in dünyada hayat başladığından beri her ma-halde, her varlıkta nasıl bir oluşum gerekiyorsa o oluşumun gereği olan ilmi programını oraya melekleri vasıtasıyla ver-mesi ve bu oluşumu dünyanın kıyameti kopuncaya kadar dünyada sürdürmesidir. Yukarıda da belir-tildiği gibi Cebrâil kendine bağlı kuvvetleriyle âleme muhittir, her varlıkta tesi-rii vardır.

  1. Görev alanı :  Sıfat ve esma âleminden ef’âl âle-mine ilâhi vahdet ilmini naklidir.  “İlmi ledünni”yi ve zahir ilimlerini  fiiller âlemine “nüzül” indirmesidir.

  1. Lâkabı : Rûh’ul kudüs, Rûh’ul emin, “Kutsal ve emin rûh”, kendisine verilen her hali, hareketleri ve ilmi ek-siksiz, noksansız gönderildiği yere ulaştırması.

  1. Üst sınırı :Sidre’tül münteha, esma âleminin sonu.

  1. Alt sınırı :İlâhi ilmi alarak peygamberlerde ve kâmil insânların bazılarında his ve duyu, akıl ve gönül ma-halli; fiilen ise, bütün varlıktaki tesiratıdır.

Yeri gelmişken kısaca bir şeyi ifade etmek yerinde olacaktır. Düşünülebilen ve duygu sahibi olan her varlığa, farkında olsun veya olmasın, bazı duygu ve düşünceler gelir.

İşte bu duygu ve düşünceler kişinin hayata bakışı ve değer yargıları istikametinde, nefsiyle yaşıyorsa nefsinden, hayâl ve vehim yoluyla, vehimler; Rabbıyla yaşıyorsa, akl-ı külden Cibril yoluyla Râhmani bilgiler gelir.

Vâhy

hira_magrasi-457x330

VAHİY (Vâhy) Allah’ü Teâlâ’nın dilediği şeyleri, e-mir ve yasaklarını peygamberlerine bildirmesidir.

Allah-ü Teâlâ, insânlar arasından seçtiği peygamber denilen kullarını vâhy ile şereflendirmiştir. Bu sûrette insân-lara, dünyada ve âhirette rahat ve huzura kavuşacakları esas-ları bildirmiştir.

Vâhy, ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan son pey-gamber Muhammed aleyhisselâma kadar devam etmiş ve onda son bulmuştur.

Vâhyin olduğu katidir.  Mahiyeti,  hakikati bilinmez; eserleri görünür, bu eserleriyle bilinir.

Peygamberlerimizin (s.a.v.) mübarek yüzünde, vâhy esnasında soğuk kış günlerinde bile yağmur tanecikleri gibi ter belirirdi. O sırada yanında bulunanlar vâhy geldiğini an-larlardı.  Hatta vâhyin ağırlığını  hissederler, o esnada ellerini ve kollarını kaldıracak güçleri kalmazdı.

Bir defasında Peygamber efendimiz (s.a.v.) deve üze-rinde iken vâhy gelmiş, deve vâhyin ağırlığına dâyanamaya-rak arka ayakları üzerine çöküvermiştir.

Vâhyin  Geliş  Usulleri

Vâhiy şu şekillerde gelirdi.

  1. Doğru rü’yâlar:Bu vâhyin ilk şeklidir.  Peygam-berlerin, bilhassa Peygamberimizin gördüğü rü’yâlar, daha sonra uyanınca gerçek hayatta aynen meydana gelirdi.

Hz. Aişe şöyle buyurur : “Peygamberimizin gördü-ğü rü’yâlar aynen çıkardı.  Bu rü’yâlar sabah aydınlığı kadar açıktı.”

  1. Peygamberimizin uyanıkkenCebrâil aleyhisselâm tarafından vâhyin Peygamberimizin kalbine bırakılmasıdır.

  1. Cebrâilaleyhisselâmın insân şekline girerek getir-diği vâhiydir.

Vâhyin en kolay şekli de budur. Cebrâil çoğunlukla Peygamberimize Dıhye isimli sahabinin şeklinde gelirdi. Cibril hadisinde bildirilenler böyledir.

  1. Cebrâilingörülmeden, çıngırak sesine benzer bir sesle vâhyi bildirmesidir.

Kendisinde korkutma ve azap bulunan âyetler bu şe-kilde gelirdi.  Peygamberimiz; vâhyin bu çeşidi gelirken titrer ve terlerdi.  Hatta heyecanlanırdı.

  1. CebrâilinPeygamberimizeuyku halindeyken gel-mesidir.
  2. Cebrâilinbizzât kendi şekliyle getirdiği vâhiydir.  Peygamberimize Hira dağında gelen ilk vâhiy bu şekilde ol-muştur. Aynı durum Mi’rac hadisesinde de meydana gelmiş-tir.
  3. Peygamber efendimizuyanıkken arada perde ol-maksızın doğrudan Allah-u Teâlâ ile konuşması şeklindeki vâhiydir.  Mi’rac gecesi meydana gelmiştir.

  1. Mi’rac  gecesibeş vakit namazın farz olmasına dair arada perde olmadan vuku bulan vâhydir *(19)

Vâhyin  Sayısal  Değerleri

“vâhy”

 “vav”       6     ®  İmânın şartları

 €“ha”         8     ®  Cennet

 “ye”       10     ®  aded-i Kâmil (kemâl sayı)

                           24     ® (2) Zahir ve Bâtın

                                    ®  (4) İslâm’ın mertebeleri

“vav”     Varlık       ®  İlâhi Varlık

“ha”       Hakikat    ®  İlâhi Hakikat

“ye”       Yakıynlık ®  İlâhi Yakıyınlık

 

*(19) Yeni Rehber Ansiklopedisi cild 20.5.27

Vâhy : Muhammed (s.a.v.)  e 24 bin kere gelmiştir.

Vâhy’in lügat mânâsı, bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bir peygambere bildirilmesidir.

Yukarıda belirtildiği gibi

Vâhy:  İlâhi varlığın hakikatini, (bâtından → zahire)

 (ilmel, aynel, hakkel yakıyn) olarak bildirilen sistemin adı.)

Vâhy : Allah’ın, insân ve âlemler arasında olan haber köp-rüsüdür.

Vâhy :  Bâtından zahire çıkıştır.

Vâhy :  Gizlide olanın açığa çıkmasıdır.

Vâhy :  Hakk’ın en geniş ilmi rahmetidir.

Vâhy :  Gerçek idraktir.

Vâhy :  İlmi İlâhidir.

Vâhy :  Zât’ın kendini kendine yani bâtınını zahirine ulaş-tırmasıdır.

Vâhy :  Dostun dostuna dostça haberidir.

Vâhy :  Bazen vasıtalı, bazen vasıtasızdır.

Vâhy :  Hakk’ın kuluna, tertemiz haberidir.

Vâhy :  Hakk’ın kuluna, kendini ifşasıdır.