Günlük arşivler: 26 Ağustos 2018

Allah’ın boyası

BG01eicCIAA33Lp.jpg

صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ

      (138-) SıbğatAllah* ve men ahsenü minAllahi sıbğaten, ve nahnü leHU abidun;

       * “Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona ibadet edenleriz” (deyin).

      Bu Âyeti Kerîm’e de tasavvufta çok kullanılır,

“Allah’ın boyası, Allah’ın boyasından daha güzel boya olur mu”,

      Bu boyanın da mertebeleri var, şöyle düşünelim, daha önce çok kereler boyanmış bir duvarı, boyacı geliyor ve tek renk boyuyor, görüntü de bakıldığında bu tek renktir ama biraz derin çizdiğiniz zaman altından eski boyası çıkar. Tevhidin başlangıcı olan bu oluşum, tevhid-i ef’al yani fiillerdeki birliği ifade etmektedir, o boya kat kat sürülecek ve artık içine nüfuz etmeye başlayacak, yani duvarın içine özüne doğru nüfuz edecektir, tabi ki, öncesinde mutlaka üstü boyanacaktır.

      Evvelâ şeriat-ı Muhammediyyeye uymak, onunla bir nizama intizama düzgünlüğe girmek, ondan sonra o tevhidi gönlüne indirmek ve kendi varlığında nefsaniyetinin renkliliğinin gitmesi ile oraya İlâh-î rengin özüne kadar gelmesi ta ki İlâh-î hakikatin kendi hakikatine işlemesi, neticesinde de orada Allah’ın tevhid vahdet rengi oluşmuş olacaktır.

      Onun için biz abidlerdeniz, abd demek zâhiri müslümanlıktan da ileri bir hâdisedir, müslümanım demek bir bakıma genel ifade olmasına karşı abd özel bir ifade olmaktadır, kelime-i tevhid’te abduHu ve rasûluHu diyor,

      Efendimizin (s.a.v.) abdiyyeti risaletinin önünde geliyor, abd demek, biz bunu direk olarak kul hükmünde çeviriyoruz oysa gerçek abd varlığının tamamını Hakk’a vermiş kendinde hiçbir zerre kadar kimliğinden bir şey kalmamış olandır ve artık onda faaliyette olan İlâh-î varlık orada tecelli etmektedir, hakiki abdiyyet bu, ve ismi ubudet demektir.

      Hz. Rasûllüllah’ın kendine ait bir varlığı olmadığından orada tamamen zuhurda olan Zati İlâh-î en geniş mânâ da zuhurda olduğundan onun yaptığı bütün fiiller abdiyyettir.

      Yani gerçek abd, bu hakikati ve kendisinde olan İlâh-î hakikatleri de dışarıya iletmesi yani kendinden başkalarına iletmesi de risâlet’tir fakat evvelâ abdiyyet olacaktır, abdiyyet olmadan “ubudet” olmaz “ubudet” olmadan buraya ulaşılamaz ve risalet olmaz. 

Teslim ol

926.jpg

      (131-) İz kale lehu Rabbuhu eslim, kale eslemtü liRabbil Alemiyn;

      * Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.

      Rabbi ona, “o vaktide hatırla ki, Rabbi teslim ol” dedi, İbrâhîm (a.s.) da “âlemlerin Rabbine teslim oldum” dedi.

      Bu kadar kesin bir biçimde, daha evvelce bu hakikatleri nefsiyle birlikte yaşıyorken artık kendi varlığında Hakk’ın varlığından başka bir şey olmadığını idrak ettiği zaman teslim oldu, işte Muhammediyyet yolunda olan bir dervişin bu âyeti Kerîme’yi en keskin bir şekilde yaşaması gerekiyor ki yol alabilsin, çünkü İbrâhâmiyet mertebesi bunu gerektiriyor.

      Âdem (a.s.) dan başlayarak İbrâhîm (a.s.) a kadar gelen süredeki çalışmalar fiziksel, bireysel çalışmalardır, yani nefis teskiyesi, nefsini temizleme kendini bilmeye doğru yönelen çalışmalardır, İbrâhîm (a.s.) mertebesiyle birlikte ve ondan sonraki devreler artık Allah’ı tanıma mertebeleri yani marifetullah’a yönelme, hazerat-ı hamse çalışmalarıdır, işte buradaki teslimiyyet olan “sendeki varlık Benim varlığımdır, Bana artık kendini teslim et” demesidir, sadece elbisesiyle, cesediyle değil bütün varlığıyla teslim olmasıdır, eğer kısmen teslim olmuş olsa yine kendinde benlik meydanda olur, teslim etmediği yönüyle benliktedir, işte burası çok açık ve kesin olarak bir Hakk yolcusunun bu mertebede ne yapması lâzım geldiğini açık anlatıyordur.

      İbrâhîm (a.s.) bu emri aldığı zaman hiçbir şekilde itiraz etmeden “hemen teslim oldum” diyordu, ama “âlemlerin Rabbine” yani “Rabbül Erbaba teslim oldum” diyordu, Rabbül has’a teslim oldum demiyordu, daha evvelki mertebeler de kişi Rabbül hasına yönelmekte, yani kişinin kendisini kontrol eden Esmâ-i İlâhiyye’ye yönelmektedir, İbrâhîm (a.s.) mertebesinde ise, kişi kendi varlığını Hakk’a zâten teslim ettiğinden bu Esmâ-i İlâhiyye onun üzerinde tahakkuk etmiş oluyor çünkü varlık Hakk’a teslim edilmiş oluyor ve dolayısıyla o salt bir varlık olarak, cesetsiz bir şuur olarak Hakk’a varlığını teslim etmiş oluyor.

      Kişi kendi nefsaniyyetini Hakk’a devrettiği için Cenâb-ı Hakk ona o Esmâ-i İlâhiyyenin hakikatini giydiriyor ve bu mertebe de “hullet” olarak ve “halil” ismini alıyor.

      Bir kişinin üzerinde bir elbise varsa ona elbise giydirmezler ama o kimliğini o elbisesini teslim ettikten sonra Cenâb-ı Hakk ona İlâh-î bir kimlik vermeye başlıyor, işte hullet dediği bu dostluk elbisesini giydiriyor, ve ondan sonra ayrı ayrı esmâlar onun üzerinde tesir etmiyor, külli esmâlar yani Rabbül Erbabın mertebesi onda tesirata başlıyor, zâten İbrâhîm (a.s.)ın önceki dönemlerinde çıkan yıldızlara, aya, güneşe, bunlar benim Rabbim değildir, demesin de hep o mertebeye yönelme vardır. 

Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor

kabe-3.jpg

وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

      (127-) Ve iz yarfeu İbrâhîymül kavaıde minel Beyti ve İsmâıyl* Rabbena tekabbel minna* inneKE ENTEsSemi’ul ‘Aliym;

* Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı.

      Ey Habibim, ey okuyan kişi, o vakti hatırla ki,

      Düşün şimdi yum gözlerini bugün o gündür aynı zamanda, o mertebeyi de bugün insânlar yaşıyorlar, İbrâhîm, İsmâîl ile birlikte Beytin duvarlarından bir kısmını yükseltiyordu, işte yum gözlerini seyret, aç ufkunu.

      İbrâhîm (a.s.) ın orada olduğu devrede bir tufan bir fırtına olmuş ve Kâbe’nin temelleri  o şekilde ortaya çıkmış, işte ondan sonra o temeller üzerine Kâbe duvarlarını yükseltiyorlar, her birerlerimizin daha önce Nuh tufanında yıkılmış olan gönül duvarlarımızı makam-ı İbrâhîm’de toparlamamız gerekiyor, düzeltmemiz gerekiyor, işte yükseltiyor dediği o, yerden kurtarıyor artık, yükseltiyor işi ama bunu İsmâîl ile yapıyor daha evvel ki hadisede İsmâîl (a.s.) kûrb’an edilmişti, burada İsmâîl (a.s.) rol değiştirmiş oluyor, mertebe-i İsmâîl insânda faaliyete geçmeye başlıyor yani bu da Muhammediyetin hazırlıkları yapılıyor demektir, yani gönül Kâbe’sinin tamamlanması için.

      İbrâhîm (a.s.) a İsmâîl yardım etmemiş olsaydı bu hakikatler zuhur etmez çok başka yönlere giderdi, bir zamanlar kesilmesi emredilen İsmâîl (a.s.) yani kûrb’an edilmesi gereken İsmâîl (a.s.) aslında İsmâîl (a.s.) kûrb’ân edildi, çünkü orada niyet önemliydi fakat Hz. Rasûlüllah’ın (s.a.v) gelmesine sebep olacağından İsmâîl denen zuhurun yaşaması gerekiyordu ama İbrâhîm (a.s.) ın gönlündeki İsmâîl muhabbetinin çözülmesi, atılması gerekiyordu, işte İbrâhîm (a.s.) gönlündeki evlât muhabbetini kesti orada bitirdi ve bitirdikten sonra bu imtihanı kazandı.

      Burada bir sır daha vardır ki, o da, Hz. Peygamberin (s.a.v) çocuklarının küçük yaşta vefat etmeleri sırrıdır;

      Cenâb-ı Hakk acizmiydi, yaşatamazmıydı onun çocuklarını, ki küçük yaşta aldı elinden. Hz. Rasûllüllah’ın erkek çocuğu olmasaydı eğer, sadece kızları oluyor diye yani o günlerdeki anlayış üzere onda eksiklik var diye düşünülecekti,

      Hz.Rasûlüllah’ın (s.a.v) erkek çocukları yaşasaydı ve büyüselerdi onun şanına yakışan bir evlât olması için en az kendi değerinde, hatta kendisinden üstün olması gereke-cekti, fakat Hz. Rasûlüllah’tan sonra onun kemâlatında birisi gelemeyeceğinden onun erkek çocukları, dünyaya geldiler fakat küçük yaşta vefat ettiler.

      Ey bizim Rabbimiz yaptığımız bu işi bizden kabul eyle diye dua ediyorlardı  irfaniyetlerini de göstermek sûretiyle, “muhakkak ki Sen duyucu ve bilicisin” diyerek bu hakikati de söylüyorlardı, bizim dualarımızı, yaptığımız bu işi bizden kabul eyle, zâten Sen bunu hem duyucusun, hem de yaptığımızı bilicisin, diyerek Cenâb-ı Hakk’ın o vasıflarını da bildirip, bu işi yapmak sûretiyle.   irfaniyetlerini de or-taya koyuyorlardı.

Makam-ı İbrahim

Makam-i-ibrahim.jpg

وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ

وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

      (125-) Ve iz cealnel’ Beyte mesâbeten linNasi ve emna* vettehızu min makami İbrahîyme müsalla* ve ahidna ila İbrahîyme ve İsmaıyle en tahhira Beytiye litTaifiyne velAkifiyne verRükke’ıs Sücud;

      *  Hani, biz Kâbe’yi insânlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.”

      Yine biz kıldık ki Beyti toplanma ve emniyyet yeri insânlar için;

      Beyt demekle Beytullah’tan Kâbe-i Şerif’ten bahsediliyor ama neden sadece Beyt diyor da özel isimlerini belirtmiyor, çünkü gönülden bahsediyor ve her iki tarafada uyarlanması için Beyt deniyor, burada bahsettiği Beyt aslında İbrahim a.s’ın gönlüdür, makam-ı İbrâhîmiyetteki gönlüdür, orasını sana toplanma yeri yaptık, yani nefsaniyetinden uzaklaşıp mü’minlerin, tevhid ehlinin ve sohbet ehlinin toplandığı yer olarak bildirdik diyor, sana gönlü ve de emniyet yeri olarak bildirdik, gönlüne girersen emniyette olursun, vesveselerden, cinlerden, kötülüklerden herşeyden emniyette olursun.

      Biz o Beytin yanında da Makam-ı İbrâhîm’i musalla yeri olarak tespit ettik, yani mertebeyi namaz yeri olarak tespit ettik, onun için İbrâhîmiyyet mertebesi ayakta durma mertebesidir, namazın birinci mertebesidir.

      Ve ahid aldık, İbrâhîm ve İsmâîl’den, bakın burada İshak’ın sözü yok, çünkü İshak’ın sülâlesinin Kâbe’si Kudüs-ü Şerif, esmâ ve sıfat mertebesi, İbrâhîm ve İsmâîl kolundan gelecek olan Hz. Rasûlullah’ın Kâbe’si burası olduğu için  İbrâhîm ve İsmâîl burayla görevlendirildi.

      Beyti temiz tutmaları için onlardan ahid aldık, genel anlamda Kâbe-i Şerif, özel de ise gönül evini temiz tutmak için yani Tevhid’ten başka bir şey oraya koymamak için, tavaf edenler için temizledik çevresini, “etturu seb’a”, yedi turu yapanlar için, yani hem de bunun ilmini verdik onları temizledik, gönle girenler yani zâhirle uğraşmayıp iç bünyede çalışanlar, rükû ediciler ve secde ediciler için.

İbrâhîm’iyyet mertebesinin hakikatlerinin açılmaya başlaması

Makami_Ibrahim1.jpg

وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَاماً قَالَ وَمِن ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ

يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ

      (124-) Ve izibtela İbrahîyme Rabbühu Bikelimatin feetemmehünne* kale inniy caılüke linNasi imama* kale ve min zürriyyetiy* kale la yenalu ahdiyzzalimiyn;

      * Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: “Ben seni insânlara önder yapacağım.” İbrahim de, “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğimsöz) zalimleri kapsamaz” demişti.         

      Burada İbrâhîm’iyyet mertebesinin hakikatlerini açmaya başlıyor,

      Rabbi İbrâhîm’i bazı kelimelerle imtihan etti, o da onları tamama erdirdi yani imtihanları kazandı, bunun üzerine Cenâb-ı Hakk seni insânlara imam kıldım dedi, bunun üzerine İbrâhîm (a.s.) “Benim zürriyetimden de imamlar getir” dedi, zürriyetimin hepsi demedi zürriyetimden de imamlar getir dedi, ve zâlimler hariç dedi Cenâb-ı Hakk.

      İbrâhîm a.s dört şey ile imtihan olmuştu.

      Öğle namazının vaktine ve dört rekat olmasına sebep budur ki ,

      1- Hz. Allah c.c İbrâhîm (a.s.) a koçu göndererek oğlu İsmâîl’i kûrb’ân etmekten kurtardığı zaman bir öğle vakti idi, İbrâhîm (a.s.) ın imtihan olduğu şeylerden biri oğlunu kûrb’ân etme mes’elesi’dir, ki bir öğle vaktinde olduğu için öğle namazını İbrâhîm (a.s.) ın hürmetine kılıyoruz.

      2- Kâfirler “puthanelerin haline ne oldu, bütün putları kırıp baltayı büyük putun boynuna kim astı” dediler, “bunu yapsa yapsa Azer oğlu İbrâhîm yapmıştır” dediler ve ona çok eziyet ettiler, İbrâhîm (a.s.) bütün bu eziyetlere tahammül etti.

      3- Nemrut İbrâhîm (a.s.) ı ateşe attı Hakk Teâlâ ateşi gülistan eyleyip onu kurtardı.

      4- Mısır’a gittiğinde hane-i saadetlerine kâfirler çok cefa ve eziyet ettiler, Hakk Teâlâ onları koruyup cefa ve eziyet edenlerin ellerini kuruttu.

      İbrâhîm (a.s.) bu dört zorluktan kurtulduğu için dört rekat namaz kıldı, öğle namazının hikmet-i sebebi budur.

      Muhiddin-i Arabi Hz.leri Fususul Hikem’de kelime hakkında şöyle demiştir “Her bir kelime delalet eylediği mânânın o sûrette taayyününden başka bir şey değildir ve mânâ o sûretin ruhudur, İbrâhîm kelimesi Allah Teâlâ’nın bu âlemde zâhir olan kelimelerinden bir kelimedir ve İbrâhîm kelimesinin ifade ettiği mânâ Ruhu İbrâhîmiyedir, ki o da onun Rabbi hası olan ismi bâtınıdır ”  

      İbrâhîm, İbrâni, lisânında “Ebrahem” yani halkın babası demektir, işte kelime-i İbrâhîmiye halkın babası mânâsına ve bu da onun Rabbi has ismi ve tevhid-i ef’al’inde başlangıcı, halkın babası olması hasebiyle, halkın babası deyince biz insânlardan oluşan halkın babasını anlıyorsakta, hâlkedilmişlerin babası demektir, baba da kaynak olduğundan ve kendisinin Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bir lütufla Halîl olmasından, Hakk’ın dostu olmasından bütün âlemin, Esmâ-i İlâhiyyenin kendinden çıktığının ifadesi olmakta orada fakat sadece tevhid-i ef’al yönündendir, tevhid-i esmâ, sıfat, Zat değil, işte İbrâhîm (a.s.) bu hakikati kendisi ortaya çıkardığından yani onunla başladığından bu hakikat yani tevhid-i ef’al hakikatinin, evveli olması sûretiyle bu mertebenin bana tescilini yap demek istiyor, bütün bu hakikatleri idrak eden İbrâhîm (a.s.) bu imtihanı kazandı.

      İbrâhîmiyyet mertebesi tevhid yolunda, önemli bir aşamadır bizim Sekizinci dersimiz olan İbrâhîm (a.s.) ın hakikatinde Cenâb-ı Hakk orada Senüriyhim ayatiNA fiyl afakı ve fiy enfüsihim hatta yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk” (Fussilet,41/53.Ayet) yani “bütün bu varlığın mutlaka Hakk olduğunu çok açık olarak sana bildireceğiz” deniyor, tabi onunla birlikte o mertebede olan bütün İslâm’a da bildirilmiş oluyor , işte bu hakikatler oluştuktan sonra,

“Muhakkak ki Ben seni insânlara önder kılacağım”,

      Bu hakikati İlâhîyye’nin önderi olarak ben seni kıldım, bu makamın imâm-ı olarak seçtim, Hakkikat-i Muhammedi’yenin başlangıcı bu ve bunu anlamadan oralara geçmek mümkün değildir, yani Âdem olmadan, İdris olmadan, Yakup olmadan, İbrâhîm olmadan ne Mâsâ olabilirsin ne İsâ olabilirsin mümkün değildir, lâfzî olarak olduğunu zannedersin ayrıca, onun da hukuku vardır, âhirette o mertebeden yerine getirilir o ayrıdır, o ehli gafletin halidir, irfan ehlinin halinin, lâfzi değil idraki olması gerekmektedir, irfan ehline de zâten bu yakışır.

      İbrâhîm (a.s.) a kadar gelen süre bedeni çalışmalardır yani bireysel olarak bedeni temizleme çalışmalarıdır, kısmen nefsini bilme çalışmalarıdır fakat İbrâhîm (a.s.) da füze devri başlar artık, bambaşka bir sistem ve esas olarak tarikat burada başlıyor ve sonra Mâsâ (a.s.) da tarikatın tatbikatı başlıyor, İbrâhîm (a.s.) mertebesi şeriat mertebesinin hakikatidir, Mâsâ (a.s.) ise tarikat mertebesinin hakikati ve yaşantısıdır fakat İbrâhîmiyyet olmazsa oraya hazırlanma da olmaz.

      Dervişin ilk görevi evvelâ günahlarını ortadan kaldırmak sonra kendini ortadan kaldırmaktır, çünkü kendisi ortada var olduğu sürece kendini görüyordur ve “len terani” yaftasını görür, işte bir insân bu halde yani kendi var olduğu halde zikrini yapıyorsa, yani nefsiyle zikir yapıyorsa o kişi başını hiç kaldırmadan kıyamete kadar zikir yapsa Rabbine ulaşamaz ve ayrıca o kadar da uzaklaşır çünkü benliği artar, gafleti artar. Zikir yapmak için irfaniyet gereklidir, kelimeleri ezbere tekrar etmek değildir, zikir’in kelime mânâsı anmak, hatırlamaktır, sadece tekrarlamak değildir, neyi hatırlamaktır kendi varlığında mevcut olan senin henüz ulaşamadığın, çıkaramadığın, meydana getiremediğin şeyleri o zikirle ortaya çıkarmak, zuhura getirmektir, işte zikir bu görevi görmüyorsa o tekrardan ibaret olur, güzel zikir yapan bir insânın birinci yönü ile günahlarının temizlenmesi, ikincisi ile de kendi varlığının ortadan kalkmasıdır. Böylesi mümkün iken bu zikri nefsani yönde arttırmak onun nefsaniyetini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.

      Duygusallığının ve hayalinin artması, sonuçta bunların artmasıyla kendini o kadar büyütüyor ve kendini büyüttüğü ölçüde farkında olmadan Rabbinı küçültüyordur ve bu Rabbe yaklaşmak değil uzaklaşmaktır, ama kişi sevap kazanır o ayrı iştir, bizim işimiz Hakkı müşahede etmektir, Hakk’ı müşahede etmeden cennette olunsa ne olacak, Rabbin yoksa eğer, hurilerin içinde olunsa da ne olacaktır.

      Ama Rabbin seninleyse nerede olursan ol orası senin için cennetten daha âlâ cennettir, burada nefsî menfaat değil İlâh-î muhabbet gereklidir. Zâten Muhammediyyet mertebesinde olana da o yakışır.

      Zikrin, yani hatırlamanın çok daha harekete geçtiği yer İbrâhîmiyyet mertebesi, onun için tevhid yolunda hakikat-i İbrâhîmiyyeyi idrak etmeyen kimse ondan daha ileriye gidemez, geçemez.

      Dünyaya kim gelirse, İslâm camiası içerisinde fiilen ümmet-i Muhammede dahil olsa da, bâtın âleminde ümmet-i Muhammed olabilmemiz için bu seyri seyran etmemiz gerekiyor, tatbik etmemiz gerekiyor, yani fizik olarak dünyaya gelmemiz bizim ümmet-i Muhammed olmamıza yeterli değildir, sûri olarak yetiyor, ama o şerefi haketmek lâzımdır ki, âhirette gittiğimizde biz neler kaçırmışız diye pişmanlık duymayalım.

      Cenâb-ı Hakk imam yaptım dedikten sonra Allah’ın huzurunda İbrâhîm (a.s.) ın bir mertebesi oldu, bir şahsiyeti oldu ve konuşma hassasını buldu kendisinde, bu çok mühim bir meseledir, evet Efendim deyip bırakabilirdi.

      İlâh-î irade zuhur etti kendisinde, az şeymidir bu, ve zürriyetimden bazılarının da bu mertebeyi ihdas etmesini istiyorum dedi, işte kim ki hakikat-i İbrâhimiyyeti idrak ediyorsa onun bu mübarek duasının lütfu altına girmiş oluyor, onun tâbi’i oluyor yani İbrâhîm (a.s.) ın o duasından bizde lütuf kazanıyoruz, o günkü dua bugün bizlere de yarıyor, yolu açmış oluyor çünkü bu dua olmasa o imamlığın tahakkuku devam etmez sadece kendinde kalırdı. Bu konuştuğumuz hâle yani imamlığa, Cenâb-ı Hakk, zâlimler ulaşamaz dedi, zâlim zulmetmek demek, zulümde karanlık demektir, karanlık gaflet, gaflette perde demektir. Yani Cenâb-ı Hakk, perdeli olanlar bu hakikate ulaşamaz diyor. 

“la ta’büdune illAllahe” Allah’tan başka hiçbir şeye tapmamak

Bakara_+83.jpg

(83-) Ve iz ehazna miysaka beniy israiyle la ta’büdune illAllahe ve Bilvalideyni ihsânen ve ziylkurba velyetama velmesakiyni ve kulu linnasi hüsnen ve ekıymusSalate ve atuzZekate, sümme tevelleytüm illâ kaliylen minküm ve entüm mu’ridun;

      * Hani, biz İsrailoğulları’ndan, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese güzel sözler söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz” diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.

      O vakti hatırla ki söz almıştık beni İsrâîl’den, Allah’tan başka hiçbir şeye ibadet etmemek için ve Anne, baba’ya ihsânla muamele edeceksiniz, yakın akrabalara, yetimlere, miskinlere, insânlara güzel söz söylemek için söz almıştık, namazınızı kılın, zekatlarınızı verin diye söz almıştık, bütün bunlardan sonra siz döndünüz, ancak sizin içinizden az bir kısmı bunları yaptı.

     Beni İsrâîl derken gece yürüyenlerin çocukları yani dervişlerden Cenâb-ı Hakk söz almıştır, ne zaman? Biat ettikleri zaman, yani kişi buluğa erip İslâmiyetin zâhirî hükümlerini yerine getirmeye başladığı vakit vermiş oluyor biatını, bu birinci biat, birinci misak sözü tutmak mânâsına, yani Cenâb-ı Hakk’a karşı İslâmi fiileri işlemeye başlayan kimse bunları sözleşmiş oluyor, ahidleşmiş oluyor, ben bunları yapacağım diye, buradaki misak tarikat düzeyi misak, beni İsrâîl tarikat mertebesinin karşılığı olduğundan tarikat mertebesindeki misak yani sözünü tutmak.

      Bunların başında gelen söz “la ta’büdune illAllahe” Allah’tan başka hiçbir şeye tapmamak, yani O’nun dışında hiçbir şeye muhabbet beslememek, bu da sadece fiili olarak başını secdeye koymak şeklinde tapmak değil, kişinin neye muhabbeti varsa ona tapıyor demektir, bu muhabbet olmayacak mı, gÂyet tabi olacak ama Allah sevgisinin altında olacak, herşeyin düzeyi kendi boyutunda olacak, en üstte Allah muhabbeti olacak.

      Anne ve babasına’da güzellikle muamele edecek, bu zâhir ifadesi , bâtın ifadesi  olarak tarikat mertebesinde kişinin bağlı olduğu yer onun ebeveynidir, validesidir yani ruh annesi ruh babasıdır, bunlara ihsânda bulunacak yani varsa mürşidine ihsânda bulunacak, şeriat mertebesinde anne babasına birşeyler vermek, yemesini içmesini düzenlemek, tarikat, hakikat mertenesinde ise marifetullah’ı idrak etmeye çalışmak, müşahede halini idrake çalışmak, ihsân neydi? “Her ne kadar sen şimdilik görmüyorsanda Rabbinın seni gördüğünü düşünerek ibadet etmek”  şeriat mertebesinde ihsânın başlangıcı, tarikat merftebesinde valideye ihsânda bulunmak, valideyi marifetullah hükmü içerisinde İlâh-î varlığın zuhuru olarak müşahede etmek yani hakikati İlâhiyye’nin orada zuhuru olduğunu idrak etmek.

      Yakın akrabalarına ihsânda bulunmak, zâhir olarak kişinin kardeşleri v.b. yakın akrabalarıdır, bâtın olarak yol ehli, yol kardeşleri yakın akrabaları, belki sülâle olarak değişik yönlerden geliyoruz ama bâtıni olarak yakın akrabalar hükmündeyiz.

      Yetimlere ihsânda bulunmak, yani babası olmayanlara ihsânda bulunmak, yani herhangi bir yola intisab etmemiş kişilere yolu tarif etmek, onları da yol ehli yapmak, ihsân alıp muhsin olmasına yardımcı olmak.

      Ve miskinlere ihsânda bulunmak, fakir az bir malı ile en alt seviyede yaşayan kimse, fakat miskin hiçbirşeyi olmayan kimse demek, miskinin üstünde bir çulu var o kadar, zâhir olarak böyle, fakat bâtında sükûn ehli demek, sakinleşmiş, sükut etmiş, nefsinden kurtulmuş sakin olmuş kişiye miskin denir.

      İnsanlara güzel sözler söylemekle misak aldık, durup duruken kimseye bağırma, karşı taraf sana bağırıyorsa bile sen yine yumuşaklıkla hareket et ki, bu daha beni İsrâîl mertebesinde olan bir şeydir.

      Namazlarınızı dosdoğru kılın, bakın bu Âyetle namazın beni İsrâîl’e farz olduğu net olarak belirtilmiştir, ve zekâtlarınızı verin. Sonra siz döndünüz, sizden az bir kısmı bu ahidleri tuttu, diğerleriniz sözlerinden ayrıldınız.

      Yukarıdan aşağıya Cenâb-ı Hakk önem  sırasına göre evvela Allah’a itaati ve ibadeti, ondan sonra valideye ihsânı, ondan sonra yakın akrabaya ihsânı, ondan sonra yetimlere ihsânı ondan sonra miskinlere ihsânı, insânlara güzel söz söylemeyi, namazları dosdoğru kılmayı, zekâtları vermeyi hüküm olarak beni İsrâîl’den söz aldı.       

Bakara inek hikâyesi

kurban_imtihan.jpg

Bakara Sûresi (67/74) Âyet-i Kerîmeleri içinde geçen, yukarıda özetle bilgi verilen bu hikâye hakkında daha evvelce (34) no,lu (34-Bakara inek hikâyesi) “bir hikâye bir çok yorum” isimli dosya olarak genel bir çalışma yapmıştık, ilgisi olması dolayısıyla o çalışmanın  son bölümünü de buraya almayı uygun gördüm, vakit bulur tamamını da okuyabilirseniz İnşeallah her iki yönden de faydalı olur düşüncesindeyim.

      

       BİSMİLLÂHİRRAMÂNİRRAHÎM: 

      Epey uzun bir çalışmadan sonra, buraya kadar düzenleyerek aktarabildiğimiz “bakara hikâyesi” hakkında mailler den gelen yazıları şimdilik sonlandırmış olmaktayız. Eğer vaktimiz olsa idi bundan çok daha fazlası oluşabilirdi. Ancak bu kadarının da kâfi derece de mevzuu hakkında bilgi oluşturduğu düşüncesiyle yeterli gördüm. İlgilenip zaman ve emek sarfeden, eş dost akraba ve evlâtlarımıza gerçekten teşekkür ederiz. Ve sizlerle gerçekten iftiharetmekteyiz.

        Zamanımız dünyasında böyle bir çalışma ve bu tevhîd-i idraklere ulaşmış bir topluluk olduğunu zannetmi-yorum.

      Bütün ehli İslâm guruplarının hepsi kendi mertebeleri itibariyle kendi kemâllerinde’dir bundan hiç şüphe yoktur. Ancak! bu ayrı bir konudur ve zâten bizim de bir iddiamız yoktur. Bu tür çalışmalar kişinin kendi’ni ve Rabb-i ni bilmesi O na Ârif olması yönünden faydalı olacak çalışmalardır kanısındayım. İşte bu yüzden bu tür çalışmaları zaman, zaman yapmaktayız bilindiği gibi bu “dosya-kitap” onların üçüncü-südür. Cenâb-ı Hakk emeği geçenlerin hepsinden râzı olsun, okuyanları da en geniş biçimde faydalandırsın İnşeallah. 

      Okuyanlar farkında olacaktır, yukarıda ki yorumlar arasında bizim seneler evvel İstanbul Kasımpaşa da Hz. Pirimizin dergâhında yapmış olduğumuz (Bakara Sûresi) sohbetlerinden ilgili Âyet-i Kerîmelerin yorumlarını kayda alıp kendilerine göre yorumlamışlardır. Belki bu kayıtlar tekrar olmuş gibi gelse de, hepsi ayrı, ayrı ve birbirlerinden habersiz iyi niyetle yapılan çalışmalar olduğundan hepsini de dosya ya aldım, Cenâb-ı Hakk herkesin çalışmalarını kabul etsin İnşeallah.   

      Bütün bunlardan sonra, mevzuu hakkında yukarıda ki bilgiler yeterli olmakla beraber, benden de birkaç satır yorum bekleneceği düşüncesi ile fazla da vaktim olmadığından özetle, bu yazılanlara bende birkaç satır ilâve edip konuyu sonlandırayım istedim, İnşeallah.

****************

        Bu hikâye yi daha başka bir biçimde incelemeye çalışalım. Evvelâ hikâyenin içinde geçen ve hikâyenin üzerlerinde dönen “varlıkları-kimlikleri” tesbit etmeye çalışalım.

        (1)  Alah-u Teâlâ Hz. Leri: Ulûhiyyet mertebesi:

        (2)  Rabb, Rubûbiyyet mertebesi:

        (3)  Mûsâ, (a.s.) Risâlet mertebesi:                          

        (4)  Mûsâ, (a.s.) ın kavmi:                 

        (5)   Bakara, boğazlanması istenen inek:               

        (6)   Sâlihlerden ihtiyar bir zât: 

        (7)   Bu ihtiyar zât’ın bir oğlu:               

        (8)  Bu ihtiyar zât’ın Allah’a emânet edilmiş genç bir buzağı:

        (9)  Bu ihtiyar zât’ın Allah’a emânet edilmiş genç bir buzağı: sının derisi dolusu altınla alınması.

        (10) İhtiyar zengin adam:   

        (11) İhtiyar zengin adam’ın malı: 

        (12) İhtiyar zengin adam’ın yeğenleri:  

        (13) İhtiyar zengin adam’ın öldürülmesi:

        (14) Bakara’nın “zebh-kesilmesi”

        (15) Bakara’nın “zebh-kesilmesi” Daha sonra bir uzvu ile maktûle, darb-vurulması:

        (16) İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi:

        (17) İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi, daha sonra tekrar ölmesi:  

        Şimdi bu mertebeleri özetle anlamaya çalışalım.

        (1)  Alah-u Teâlâ Hz. Leri: Ulûhiyyet mertebesi:  

        Ulûhiyyet, mertebesinin şöyle bir tarifi vardır, evvelâ onu hatırlayalım.

        Ulûhiyyet: (Tüm olarak bu varlığın gerçek yüzleri ile kendi mertebelerinde korumağa Ulûhiyyet adı verilir.) 

        Bu ifadeye göre, yukarıda belirtilen bütün vasıfların kendi mertebeleri itibariyle koruma ve hayat veren kaynaklarının Ulûhiyyet mertebesi olduğu açıktır. Hâl böyle olunca bütün bu mertebelerin Ulûhiyyet hakikatleri içinde olduğu da açıktır.   

        (2)  Rabb, Rubûbiyyet mertebesi:

         Rubûbiyyet, mertebesi’nin de  şöyle bir tarifi vardır, evvelâ onu da hatırlayalım.

        Rubûbiyyet: (Bütün varlıklara verilen isimlerin zuhur ettiği mertebelerin ismidir.) 

        Aynı zamanda (Esmâ-ul Hüsnâ) isimler mertebesidir. Ayrıca (Nûr’u İlâh-î) mertebesidir. Varlıklar burada bir bütün olarak lâtif varlıklarıyla mevcutturlar ve ef’âl âleminin bütün zuhura gelecek varlıklar son zuhur kaynaklarını buradan almaktadırlar. “Şef’iyyet-ikilik” burada başlamaktadır.

        (3)  Mûsâ, (a.s.) Risâlet mertebesi:

        Ulûhiyyet ile Abdiyyet’in arasında bir iletişim köprüsüdür, ve Ulûhiyyet’ ten gelen haberleri abdiyyet Ef’âl mertebesi, yönüyle kavmine  ulaştırması’dır.

        (4)  Mûsâ, (a.s.) ın kavmi:        

        Zâhiren birey insân’lar, bâtınen ise O nun kendi varlığında, âyân-ı sâtesi’nde mevcud Esmâ-î güçleridir.

        (5)   Bakara, boğazlanması istenen inek:

        Genelde “tabiat-dünya”dır, özelde ise nefsi levvâme mertebesinde olan “sâlik” tir. Ayrıca hikâyede ki, inektir.

        (6)  Sâlihlerden ihtiyar bir zât: 

        Mûseviyyet’in tenzîh mertebesi itibari ile gizli velîsi’dir. 

        (7)   Bu ihtiyar zât’ın bir oğlu:

        Zâhiren fizîki oğlu bâtınen ise “veled-i kâlb” kâlbinin oğludur.

       (8)  Bu ihtiyar zât’ın Allah’a emânet edilmiş genç bir buzağı:  

        Bâtınen ve genelde İhtiyar zât, zâhirde yaşlanmış olan  bu tabiat âlemidir. İlk başlangıç ilkbahar mevsimi genç buzağı’dır. Kemâle ermiş “bakara-inek” ise her türlü meyvelerin ve gıdaların kemâlde olduğu karşılıksız sunulan hasat zamanı’dır. Zâhiren ise bilinen zâhiri “buzak” tır. Bu her iki mertebe de kışın o soğuk günlerinde gerek tabiat gerek genç buzağı olarak, Ulûhiyyet mertebesine tekrardan geri dönülmek üzere, emânet edilmiştir. Zâhir isminden bâtın ismine geçmesidir.

        (9)  Bu ihtiyar zât’ın Allah’a emânet edilmiş genç bir buzağı’sının derisi dolusu altınla alınması.

        Bâtınen, zâhir âlemde tabiat ismini verdiğimiz bu arzın üstü olan, yer kabuğunun bir deri gibi, arzı sarması ve kışın içindeki değerlerin gizli kalması, bahar gelince içindeki değerlerin yavaş, yavaş ortaya çıkmasıyla gençlik devresini yaşamaya başlayan dünya yaz olunca da olgunlaşarak derisi dolusu sarı altın derecesinde olan hububatları ile değer kazanmasıdır. İşte bu dünya tabiatı da bizden adeta hiçbir şey istemeden kabuğunun “ derisinin” içinde, özünde ne varsa hepsini ihtiyaç sahiplerine karşılıksız sunmasıdır. Ancak bu “bakara” nın böyle değer bulması “Sâlih bir ihtiyar” ın, yani bu hakikatleri idrak etmiş velî bir ihtiyar’ın olması gerekmektedir. Bu hususlar ancak onun elinde değer bulmaktadır.   

        (10) İhtiyar zengin adam:

       İhtiyar zengin adam, içinde, hazinesinde her şeyin mevcûd olduğu yaşlı dünya’dır, diğer yönüyle, birey olan hikâyenin bahsettiği kimsedir. Nefs-i emmâre’nin kendine tanıdığı geçici “azîz ve mâlik”  sıfatlarının Hakk’sız nefsi kullanılışıdır.

        (11) İhtiyar zengin adam’ın malı:

       İhtiyar zengin adam’ın malı tabiat’tır. “azîz ve mâlik”  sıfatlarının nefsi emmâre yönlü varisidir. Diğer yönden kendi benliğidir.

        (12) İhtiyar zengin adam’ın yeğenleri:

       İhtiyar zengin adam’ın yeğenleri: Sonbahar ve kış’tır. Diğer taraftan fizîkî, kardeşinin çocuklarıdır. Diğer yönden nefsi “kahhar” isminin, “kin, gadab, ihtiras” gibi yeğenleridir.

        (13) İhtiyar zengin adam’ın  öldürülmesi:

        İhtiyar zengin adam’ın öldürülmesi: Tabiatın katledilmesi, “azîz ve mâlik”  sıfatlarının sahipsiz kalması ve bunların ele geçirilme isteğidir. Diğer taraftan hikâye de geçen ihtiyar kişinin öldürülmesidir.

        (14) Bakara’nın “zebh-kesilmesi”

       Bakara’nın “zebh-kesilmesi” birey olarak nefs-i “levvâme” nin kesilmesi, dünyalığın kesilmesi, dünya arzularının kesilmesi, ve hikâye içinde geçen ineğin kesilmesidir.

        (15) Bakara’nın “zebh-kesilmesi” Daha sonra bir uzvu ile maktûle, darb-vurulması:

        Kuyruğu veya dili, ile vurulması. Kuyruğu tabiatın meltemi, dili ise hayat veren ısısı’dır. Ayrıca bakaranın bahsedilen uzuvları’dır.

        (16)  İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi:

        İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi: Sonbahar da ölmeye başlayan, kıştan sonra tekrar dirilmeye başlayan tabiat’tır. Diğer şekliyle fiziki ölünün dirilmesidir. Nefsi emmârenin, ölüm anında kendisini öldürene karşı olan kininin dirildiğinde öldüreni bildirmesi’dir.

        (17) İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi, daha sonra tekrar ölmesi:

        Daha sonra tekrar ölmesi, tabii seyrinde olan tabiat’ın kış gelince tekrar bâtın âlemine, içine dönmesidir. Diğer şekliyle fiziki ölünün dirilmesi daha sonra kendini öldüreni bildirip, tekrar aslî haline dönüşmesidir diyebiliriz. İşte bu da gösteriyor ki; âhirette kim, kime bir şey yapmış ise gizli kalmış ne varsa hepsi açığa çıkacaktır.

        Buraya kadar özetle belirtmeye çalıştığımız hikâye de ki, kimlikler bunladır. Şimdi bu kimlikleri daha geniş bir yönde Âyet-i Kerîmelerden takib ederek yolumuza devam edelim. 

**************** 

        Bu Sûre-i Şerîfe’nin, ve “bakara” kelimesinin yukarıda ki, yazılarda özellikleri oldukça geniş bir şekilde ifade edilmişlerdi, dileyen tekrar bakabilir. Yenilemeye lüzum görmedim. 

        Hâdisenin geçtiği zaman, Âyet-i kerîmeler’in ifadesiyle, Ben-î İsrâîl-in Mısırdan çıktıktan uzun seneler sonrası yerleşik düzene geçtiği devirlerde vuku bulduğu anlaşılmaktadır.

        Bilindiği gibi, Mûsâ (a.s.) ve mertebe-i Mûseviyyet “tenzîh” ve zâhiren tam, gerçek bir “yol-tarik-tarikat” mertebesi yaşantısıdır. Gerçi Kûr’ân-ı kerîm de geçen bütün mevzuların içinde bütün mertebeler “şeriat, tarîkat, hakikat, marifet” vardır, fakat zâhiren ifade ettiği mâlar ne ise zâhirde o esas üzere kabul edilirler. Gene bilindiği üzere, Mûsâ kavminin üç ismi vardır. 

        Birincisi:  Ben-î İsrâîl. “İsrâîl oğulları” Yani, “gece yüreyenin oğulları” mânâsına’dır. Bilindiği gibi bu lâkap kendilerine Yakub (a.s.) tarafından gece yolculuğu (İsr) yaptığı için kalmıştır. (Bakara/2/122) ve benzeri Âyet-i Kerîmeler’le bildirilmiştir. Bu hususlar’dan diğer kitaplarımızda bahsettiğimiz için daha fazla vaktinizi almayayım, dileyenler oralara ve Kûr’ân-ı Kerîm’de ki yerlerinden araştırabilirler. “İş’ârî” yorum olarak, Bu ve benzeri Âyet-i kerîmelerin ifadeleri çok mânidardır. Bu durumda olanlar “tenzîh” mertebesi itibariyle “âlemlerin üzerine yükselmiş” olmaktadırlar.

        (2/122) (Ya benî İsrâîlezkürû ni’metilletî en amtü aleyküm ve ennî feddaltüküm alel âlemîne.)

        (2/122.) “ Ey İsrâîl Oğulları!.. Size ihsan etmiş olduğum nimetimi ve sizi âlemler üzerine üstün kılmış  olduğumu hatırlayınız”.

        İkincisi:   Yahûdî’ler. Bilindiği gibi (Yakûb) (a.s.) ın büyük oğlunun ismi (Yahuda) olduğundan, mensûbiyyet yönünden bu ismi almışlardır ve tam bir “ırk-ı” ifade etmektedir.

        (2/62) (…..Vellezîne “hâdû” vennasâra…..)

       (2/62.) “…Yahûdîlerden ve Hıristiyanlardan …”

        Üçüncüsü: Mûsevî’ler’dir. Bu isim ise Mûsâ (a.s.) a tâbî olanların isimleridir. Ben-î İsrâîl sözünün içinde ise hem ırk ve hem de Mûsâ (a.s.) a mensûbiyyet vardır. Ve buna “kavm”  denmektedir.

        (2/67) (Ve iz kâle mûsâ likavmihi……)                  

       (2/67)  “Bir vakit de Mûsâ kavmine demişti…..                               

        Evet bu kısa girişten sonra yavaş, yavaş yolumuza devam edelim.

        Genelde bütün Âyet-i Kerîmeler de olduğu gibi bunlarında, şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebelerinden izahları vardır. Mealler de olan zâhiri ifadeler Şeriat mertebesindendir ve genele olan ifadelerdir. Bunların daha açık ve dikkatli olarak hikâye ve duygular tarikiyle anlaşılması, tarikat mertebesinden’dir. 

        Hikâyelerde geçen varlıkların kendilerine ait olan “esmâ” isimlerin ve sıfatlarının hakikatlerini idrak edip o yönde anlaşılmaları, “hakikat” mertebesindendir. Ve bütün bunların hepsini asıllarını bozmamak sûretiyle bütün mertebeleri itibariyle idrak etmek ise “marifet” mertebesindendir. Ancak bunları anlayabilmek için oldukça iyi bir “İrfaniyyet” eğitiminin alınması lâzım gelmektedir. 

**************  

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM:

       

   Bakara Sûresi: (2/67-74) Âyetleri. Meali Şerifi:

        (ve iz kâle Mûsâ likavmihî innellahe ye’müruküm en tezbehu bakaraten kâlû etettehâzüne hüzüven kâle eûzübillâhi en eküne minel câhilîn.) 

        (2/67) “Bir vakit de Mûsâ kavmine demişti: Allah size bir bakare boğazlamanızı emrediyor, ay dediler: Bizi eğlence yerine mi koyuyorsun? Dedi: öyle câhillerden olmamdan Allaha sığınırım.”  

        “Bir vakit de Mûsâ kavmine demişti:” Bir vakti ve o vaktin içinde geçen hadiseleri daha iyi anlayabilmek için, üç yönü vardır. (1) hayâlen de olsa hadisenin geçtiği zamana dönmek, (2) veya o zamânı kişinin yaşadığı zamâna getirmek, bunlar kişinin hadisenin içine girip kendini Kûr’ân’da bulduğu ve yaşamaya çalıştığı ef’âl âleminde olan yönleridir. (3)  Veya zamânın olmadığı “esmâ ve sıfat” mertebesinde olan lâtif yönüdür. “İşte böyle bir vakitte Mûsâ kavmine bir şey demişti”

      “Allah size bir bakare boğazlamanızı emrediyor”  Yukarıda belirtildiği üzere, bütün mertebelerin koruyucusu ve ihtiyaçlarının gidericisi olan Ulûhiy yet mertebesinden, Risâlet-haberci mertebesine indirilen ve oradan “kavme” haber verilen bilgi ile ne yapacakları açık olarak bildiriliyor idi. Bu emir ise bir “bakara” (ineğin) kesilmesi idi.

        Her mertebe itibari ve her sâlik’in anlayışı ile bu hakikatlerin ve bu ineğin başka başka izah ve anlayışları vardır. Bunlardan bir kısmını anlamaya çalışalım. Yukarıda da kısmen izaha çalışıldığı gibi, zâhiren mealler “dîn-i resmi” olarak yani genel kabul gören izah gerektirmeyen “muhkem” şeriat ve tarikat mertebeleri yönleri dir, aralarındaki fark tarikat mertebesinin biraz daha duygusal yaklaşımıdır. Hakkikat mertebesi itibari ile ise bahsedilen hadiseyi veya hadiseleri şuhûden kendi nefsinde yaşamaktır.

        Bu hadiseyi gerçek mânâ da aslına yakîn şekilde yaşayabilmek için en az “Mûseviyyet mertebesi“ itibari ile kişinin, (Hazarât-ı hamse) “beş hazret” mertebelerinden (Tevhid-i esmâ) “isimlerin birliği” mertebesi idrakine ulaşmış olması lâzımdır. Buradaki idrak şudur. Bu halin daha iyi anlaşılabilinmesi için, belki biraz uzayacak ama! (İrfan mektebi) isimli kitabımızın dokuzuncu, “tevhîd-i esmâ” bölümünü ilâve etmeyi uygun buldum. Bölümün içinde bahsedilen hususlar içinde hadiseyi yaşamak her halde daha kolaylaşacaktır ümidindeyim, idrak etmeye çalışanlara Cenâb-ı Hakk gayret kuvvet sabır, nasib etsin İnşeallah. 

DOKUZUNCU    BÖLÜM

 TEVHİD-İ   ESM”                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

                                                                                                                                                              

             Tevhid-i  Esmâ:     İsimlerin birliği, anlamındadır.                                                      

             Makamı:                 “Tenzih” dir.                                                                                   

            Zikri:                       “Ya  VAHİD” dir.                                                                           

            Âlemi:                    “Âlemi Melekût” tur, âlemi ervah, âlemi hayal de denir.        

            Peygamberi:          “MÛS”  (a.s.) dır.                                                                 

            Lâkabı:                   “Kelimullah” dır.                                                                       

            Kelimesi:                “Lâ mevcude illâllah” dır, yani, mevcud olan ancak, ALLAH’dır.      

144

            Seyr-i:                     “Seyri  ilâllah”  “ALLAH’a seyr” dir.                                        

           İdrâki:       Bu mertebenin şuuru ile ileriye doğru gitmeğe gayret etmesidir.                                                                                                                                                  

           Kûr’ân-ı Keriym; Bakara Sûresi (2/115) Âyetinde bu mevzua işaret vardır.    

          “Velillâhil meşriku vel mağribu fe eynema tüvellu fesemme vechullah,  innellahe vasiun aliym.”                                                                                                            

           Meâlen: 115. Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye  dönerseniz Allah’ın  vechi oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ’nın rahmeti geniştir, o herşeyi bilendir.                                                                                                                                                      

Hâli:  Bu mertebenin hâli ile hallenmektir.                                                                                                                                                                                                                             

         Kûr’ân-ı Keriym; Rahmân Sûresi; (55/26-27) Âyetlerinde  bu hale işaret vardır.   

                                                                                                                                                  

   “Küllü men aleyhe fe’nin ve yebka vechü Rabbike zülcelâli vel ikram”                                                                                                                                                 

            Meâlen:  “Varlık âleminde bulunan her KİM’lik fanidir, ancak yüce ve ikram sahibi  Rabb’ının VECHİ, varlığı bakidir.”                                                                                                                                                                                                     

       Yaşantısı:  Tevhid-i Esmâ ya varan kişinin sıfatı tevhid mertebelerini daha ince bir seziş ile idrak etmeye başlamasıdır.

145                                                                                                                                                                                                                                          

           Kişi, Tevhid-i ef’alde, fiilleri  birlemişti, bu def’a fiilleri meydana getiren isimleri birlemesi gerektiğini anlamaya başlamasıdır.                                                                        

           Her fiilin (ESMÂ’ÜL HÜSNÂ) ALLAH’ ın güzel isimlerinden birinin zuhur yeri ol- duğunu kavrar. Bu makamın anahtarı ve yükselticisi (VAHİD) ismidir, işaretini ehli bilir. Mürşidinin himmeti irşadıdır.                              

          Hakkikat mertebesi nin devamıdır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

          Bu hususta kısa bilgi sunmağa çalışalım.                                                                   

          Bu mertebe de kişi daha evvelce, Tevhid-i ef’alde gördüğü fiil birliğini bu def’a  fiilleri meydana getiren ve onlara KİM’lik veren İSİM’ lerde görüp (ESMÂ’ÜL HÜSNÂ)  “ALLAH’ın güzel isimleri” ni birlemeye çalışacaktır. Epey gayret isteyen bu idrak ve yaşam da Hakk’ın yardımı ile olgunlaştırılır.                                                                                                                                                                                                                    

          Kişi de varlığın ve fiillerin kaynağının (ESMÂ ÂLEMİ) olduğu bilinci yerleşince bu  yaşam kişiyi (TEZİH’)i bir yaşama doğru götürür. Gerçek (TENZİH’)i “noksan sıfat- lardan arındırma” bu mertebeye ulaşan kimseler yapabilir.        

            Taklidi (TENZİH)den tahkiki (TENZİH)e ancak bu mertebenin ilmi ve anlayışı ile geçmek mümkündür. Gerçek bir (TENZİH) anlayışına ermenin tek şartı ise, evvel kişinin kendi gerçek varlığını tahlil ederek düşünce ve anlayışında ki noksanlıkları gidererek gerçek bir (İLÂH) anlayışı ile (TENZİH)i hakikatleri idrak ederek, (TENZİH) etmesi mümkün olabilecektir.

            Aksi halde yapılan lâfzi ve hayali tenzihlerle (ALLAH)  (c.c.) lühü hakkında (şunu yapar, veya, bunu yapmaz,) gibi hayali anlayışlarla O nun hakkında hüküm vermek olur ki; bu da ne edebe ne gerçek ilme ve ne de nezaket kurallarına uymayan bir davranış olmuş olur.                                                                                                                                                  

          Bu mertebe ilk olarak gerçeği itibarile MÛS (a.s.) ma ve ondan da Beni İsrâil kavmine verilmiştir. Ancak onlar daha ziyade madde ve paraya düşkün olduklarından, bu hakikati idrak edememişler, madde de aramışlar ve neticede maddeperrest olmuşlardır.      

Doğu da batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın isimlenmiş vechi orasıdır” diye buyuran kelâmı ilâhi bu mertebeyi çok açık bir şekilde anlatmaktadır.

Bu mertebede sâlik “Vahid” ismi ile birlikte “Lâ Mevcude İllâ Allah” kelimesini fırsat buldukça çekmelidir.

Gözüken her şey ve oluşan her fiil bir esmânın zuhurudur”  idrâkine ulaşan kişi “Sıratullah” “Marîfetullah” “Allah bilgisi” yolunda epey menzil almış demektir.

“Varlık âleminde bulunan her “kim”‘lik fânidir, ancak yüce ve ikram sahibi Rabb’ının varlığı bakidir.” “Kelâmı îlâhi”si bu mertebenin kemâlini anlatmaktadır.

Bu mertebede bir hayli çalışma neticesinde varlıklardaki “İzafî Kim”likler düşer ve onların yerini “Celâl ve İkram sahibi” olan Allah’ın güzel isimleri, “Esmâ’ül Hüsnâ” alır.

           Daha evvelce varlıklarının kendine ait olduğu “zan”edilen isimler düşmüş, gerçek, yerine konmuş olur. Aslında gerçek zaten, yerindedir, fakat bizdeki yanlış bilinç ve uygulama yerini doğrusu ile değiştirmiş olur.

Bu mertebenin kemâli “Fenâ-i Esmâ” yani izâfi isimlerin fenâ (son) bulması’dır. Bir başka deyişle kendi varlığında ve dışarda gördüğü, hissettiği her varlığın Allah’ın

 güzel isimlerinden meydana geldiğini bilmesi ve Onu bütün noksanlıklardan mutlak “Tenzih” ederek yaşamasıdır.

           “Mertebe-i Mûseviyyet”in tahsil yeri ve mertebesi, eymen vadisinin  hakikati de burasıdır.

        Nefs-i  Sâfiye ye kadar süren seyr, “Sırat-ı Müstakîm” tevhîd-i ef-âl den sonra devam eden seyr ise “Sıratullah”tır.

  Kûr’ân-ı Keriym; Şûrâ Sûresi; (42/53) Âyetinde bu hale işaret vardır.                                                                                                                                                                           

                                                                                                             

          “Sıratillâhillezi lehü  mâfissemavati ve mâ fil’ardi elâ ilellahi tesîrul umur”

         Meâlen: 53. O Allah’ın yoluna ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hep O’nun dur. Agâh ol! Bütün işler Allah’a dönüp varacaktır.!.                                                                                                                                                                                                                                            

          Bu bahsi de burada bitiriyoruz, daha fazlasını tadarak yaşamak temennisiyle. gayret bizden, yardım ve muvaffakiyyet Allah’dan dır. (c.c.)             

         Bu mertebede de yapılacak zikir değişikliğini kısaca belirtmeğe çalışalım. Bu mertebenin özelliği, âfaki mânâ da Tevhid idrâkine doğru yol almağa devam etmektir.                                                                                                                                                 

         Derse başlarken çekilen (700) adet “Kelime-i Tevhid” (100) adet daha eksiltilerek (500) e düşürülecek, verilen sayılar da Esmâlar’a devam edilecek, yine verilen sayıda VAHİDzikrine devam edilecek       

        Sonra. (100) adet bu mertebenin kelimesi olan (lâ mevcude illâllah) ilâve edilecek. Daha  sonra  bu   mertebenin  idrâki  ve  hâli ni  ifade  eden  Âyetleri en  az  (33) çer defaçektikten  sonra  yine üç ihlâs bir fatiha okuyup Peygamber Efendimiz (s.a.v.) min ehli beyt hazaratının rûhlarına hediye eyleyip, o günkü dersimizi bitirmişoluruz.                                                                                                                                                             

         Ancak, dersimiz daha ileride ise bu duayı son dersimizin sonun da yaparız diğerleri de böyle devam eder.           

         Bu mevzuda daha geniş bilgi altı peygamber isimli kitabımızın Mûsâ (a.s.) bölümünde gelecektir. Fakat en verimli eğitim yolu sohbettir.

        Kelime-i Tevhid kitabımızın, Tevhid-i Esmâ, bölümünde de bu mevzu ile ilgili bilgiler vardır oraya da bakılabilir.

**************

 

        “Allah size bir bakare boğazlamanızı emrediyor,”

Bu mertebede bir hayli çalışma neticesinde varlıklardaki “İzafî Kim”likler düşer ve onların yerini “Celâl ve İkram sahibi” (55/27) olan Allah’ın güzel isimleri, “Esmâ’ül Hüsnâ” alır. Diye yukarıda ifade edilmişti.  

        Bilindiği ve yukarıda da bahsedildiği gibi bir mertebede “ineğin” dünya olduğunu ve bu dünya yı nefs-i emmâre kendi istikametinde kullandığı için onun ortadan kaldırılması gerektiğinin emri İlâh-î ile bildirilmesi mutlak sûrette kesilmesi lâzım geldiğidir.

        Diğer taraftan, bakara-inek, Genelde “tabiat-dünya”dır, özelde ise sâlik’in nefs-i levvâme mertebesinde olan nefsidir, ve onu, yani nefs-i levvâme anlayışını kesmesi-üzerinden-ahlâkından kaldırması gerekmektedir. Mülhime nefse geçip, levm ederek bu bakarayı ne kadar çok beslemişim diye pişman olup “zebh-boğazladıktan-Hakk’a kûrb’ân ettikten sonra” her parçasını başkalarına fayda sağlamak üzere dağıtmasıdır. Aslında boğazlanması, sesinin kesilmesi dolayısı ile ahlâkının hükümsüz hâle getirilmesidir. Ayrıca hikâyede ki, inektir. O devirde Mûsâ (a.s.) ın kavminin bu hâdise ile daha henüz Emmâre, levvâme ve bâzılarının da mülhime mertebesinde olduğu anlaşılmaktadır.

        Yukarıda bahsedildiği gibi şimdi isterseniz bu hâli izâfi olarak yaşamak için ister siz, o günlere gidin isterseniz o halleri bu günlere getirin, getirin ki, ne denmek istendiği daha iyi müşahedeli anlaşılmış olsun.

        Mûsâ (a.s.) ise onlara zâhiren, hem kavminin mertebesinden ve hemde talepleri üzerine kendi mertebesinden haber vermektedir. Fakat onlar hâdiseyi ancak ve sadece kendi izâfî mertebelerinden anlamaya çalıştılar, gerçek “Mûseviyyet”  mertebesini anlayamadılar. Gerçek “Mûseviyyet”  mertebesini ise Hakkikat-i Muhammed-î mensubu olan irfan ehli anlamıştır, diyebiliriz. Çünkü onlar hakikat-i Muhammediyye üzere olan ilm-i İlâhiyyenin câmi ismiyle cem olmuş varisleridir. 

        Diğer taraftan hakikat-i Muhammed-î mertebesi  itibariyle izafî  mânâ da aynı zamanda (Esmâ-ul Hüsnâ) isimler mertebesidir. Ayrıca (Nûr’u İlâh-î) mertebesidir. Varlıklar burada bir bütün olarak lâtif varlıklarıyla mevcutturlar ve ef’âl âleminin bütün zuhura gelecek varlıkları son zuhur kaynaklarını buradan almaktadırlar. “Şef’iyyet-ikilik” buradan başlamaktadır.  Bu mertebe de bir hayli çalışma neticesinde varlıklardaki “İzafî Kim”likler düşer ve onların yerini “Celâl ve İkram sahibi” (55/27) olan Allah’ın güzel isimleri, “Esmâ’ül Hüsnâ” alır. Diye yukarıda ifade edilmişti.

        Bilindiği gibi “Esmâ’ül Hüsnâ” mütekâbil-karşılıklı-zıt isimlerden meydana gelmiştir, Celâl-î ve cemâl-î isimler olarak ikiye ayrılırlar. Celâl-î isimler fâil-etken, tesir-müessir olanlar. Cemâl-î isimler ise mef’ûl-etilgen-tesir alan isimlerdir. İşte bu yüzden İlâh-î rahmet ve ikram (Celâl) kaynaklı olan Cemâlinden gelmektedir. Ve bu hakikat hakikat-i câmia olarak bütün âlemi kaplamıştır.

        Hakkikat-i İlâhiyye de Ulûhiyyet mertebesi fâil, sıfat-hakikat-i Muhammed-î mertebesi mef’ûl’dür.

        Bir sonraki tecelli ve nüzülde, Hakkikat-i Muhammed-î sıfat-ceberût mertebesi fâil, esmâ-melekût mertebesi mef’ûl dür.

        Daha sonraki tecelli ve nüzülde de, esmâ mertebesi fâil, şehadet mertebesi ise mef’ûl-etilgen tesir edilen ve esmâül hüsnâ’nın özünde bulunan bütün hakikat ve zuhurlarının bu yolla meydana çıktığı-zuhur ettiği ef’âl-şehadet âlemidir.

        Bütün bu tecellî ve zuhurlar Ulûhiyyetin zâtında bulunan İlmi İlâhiyyenin silsileten bir sistemler manzûmesi olarak âlemde, âlem ismini alarak zuhura çıkmasıdır. Seyrimizi bu idrakle yaptığımız zaman bu âlemde, görebileceğimiz ancak Âyet-i Kerîmelerdeki gerçek hakikatlerle bu anlayışlar olur.  

          “Velillâhil meşriku vel mağribu fe eynema tüvellu fesemme vechullah,  innellahe vasiun aliym.”                                                                                                             

           Meâlen: (2/115. Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye  dönerseniz Allah’ın  vechi oradadır, şüphe yok ki Allah Teâlâ’nın rahmeti geniştir, o herşeyi bilendir.

         “Küllü men aleyhe fe’nin ve yebka vechü Rabbike zülcelâli vel ikram”                                                                                                                                                  

            Meâlen: (55/27) “Varlık âleminde bulunan her KİM’lik fanidir, ancak yüce-Celâl ve ikram sahibi  Rabb’ının VECHİ, varlığı bakidir.”                          

        Yer yüzünde de aslında hayat bu iki hâl ile devam etmektedir, herhangi bir varlık bir mertebede fâil-etken-er- Akl-ı kül hükmünde iken, diğer bir mertebe de mef’ûl etilgen üretken-dişi-Nefs-i kül olmaktadır. Ve hayat-ı dünyeviyye ve tabiat dediğimiz beşer olarak içinde yaşadımız bu sistemin aslı da bu dönüşümlerdir. Yukarıda kısaca bahsettiğimiz gibi bu dünya tabiat âlemi bu yüzden izâfî-teşbih-î mânâ da Cemâlî etilgen “bakara-ineğe” benzetilmiştir. Eğer Âyet-i kerîme devam ederek birde bu hakikatleri daha geniş mânâ da fail-etken yönünden de belirtmek isteseydi belki de Ben-î İsrâîl’den (Bakara-ineğin) karşılığı- fâil ve etkeni olan (sevr-öküz) ü de kestirmek isteyecekti. İşte işin hakikat-i olarak iş’âri yönde bu bölümde bunlarda vardır, ve daha da neler vardır. Biz yine yolumuza devam edelim.

        “ay dediler: Bizi eğlence yerine mi koyuyorsun?”

        Yani bizlerle alaymı ediyorsun? Çünkü taleb ettikleri şey hakkında kendilerine iletilen şeyle bir bağlantı kuramadılar, ayrıca bir hikmete dayanır diye de düşünemediler. Çünkü gerçek mânâ da peygamberlik ve “Kelîmullah” mertebesinden haberleri yok idi. Kendilerine söylenenin Hakk’ın sözü değil beşer Mûsân’ın sözü olduğunu ve onlarla  eğlendiğini zannederek işin ciddiyyetinin farkında olamadılar. Ayrıca Mısır adetlerinden kendilerinde kalma bakara-ineğin nefislerinde ki kutsallığı idi. Ve bu yüzden Peygamberlerini kavmiyle eğlenen bir kişi zannettiler. Bu hal ise tam îmân etmeyen sûreta îmân etmiş gibi görünen kişinin hâlidir. İşte dervişlikte de bu haller geçerlidir gerçek derviş ile sadece merak ve sûret, dervişi olanların arsında ki fark ta budur.

        “ Dedi: öyle câhillerden olmamdan Allaha sığınırım.”  

        Bilindiği gibi (cehl-cehâlet) iki türlüdür biri, Âriflerin yanında-indinde olan kendinde ve bütün âlemde hâzır olan Hakk’ı (ilmî ve irfân-î) olarak müşahede ederek. Kişinin kendi nefsinden câhil olmasıdır.

        Diğeri ise, gafillerin yanında-indinde olan (âvam-î ve beşeri) olanıdır.

        İrfân-î olanı medih edilir, beşer-î olanı zemmedilir-kötülenir.

        Aralarında ki fark ise. İrfân-î olanı ve Hakk’ın indin de medih edileni. kendinde ve bütün âlemde hâzır olan Hakk’ı (ilmî ve irfân-î) olarak müşahede etmesi kişinin kendi nefsinden câhil olmasıdır. Yani kendi varlığını kaybedip Hakk’ta bâki olmasıyla nefsinin câhil’i olmasıdır. Zât-ı mutlak emânetini işte bu (cehûlâ) (33/72) câhil’lere yani nefsinin câhili, Hakk’ın Ârifi olan Rahmân sûret-i üzere zuhur eden evliyasına yüklemiştir.  

        Diğeri ise gafillerin yanında-indinde olan (âvam-î ve beşeri) olanıdır. Bu ise kendinde ve bütün âlemde hâzır olan Hakk’tan (cehl-cehâlet) tir. İşte bu kimseler gerçek câhiller’dir.

        İşte Mûsâ (a.s.) tenzîh mertebesi üzere olan nefsinin câhili ve Hakk’ın Ârifi idi. Kavmi onu kendileri gibi Hakk’ı câhili zannettiler ve “bizimle eğleniyormusun?” dediler. Bunun üzerine, “öyle câhillerden olmamdan Allaha sığınırım.”  Dedi yâni ben câhilim amma nefsimin câhiliyim sizin düşündüğünüz gibi Hakk’ın câhili değilim, diye açık olarak kavmini ikaz etmiştir. Ve bu yüzden Allaha sığınırım.” ismi Câmî olan “Allah” ismine sığınmıştır. Çünkü sadece Allah ismi kapsamına girenler nefislerinden tam câhil olabilirler, diğer esmâların kapsamı altında olanlar ise o esmânın ihatası-kapsamı kadar nefislerinden câhildirler.

        (2/68) (Dediler; bizim için rabbine dua et nedir o? Bize beyan etsin, dedi: Rabbim şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne yaşlı ne genç, ikisi ortası bir dinç, haydi emrolunduğunuz işi yapın.)

        “Dediler; bizim için rabbine dua et nedir o? Bize beyan etsin,”

        Bu talep üzerine  büyük bir şaşkınlığa düşen kavm kendilerinden istenen şey hakkında ayrıca büyük bir tereddüte düştüler. Bir taraftan hadisenin açığa çıkmasını isterken diğer taraftan adeta hiç ilgisi olmayan ve tatbiki de kendi nefs-î anlayışlarına göre mümkün olamayacak bir emirle karşılaştılar. Ve bu yüzden nefisleri yönünden acze düştüler. Tekrar vahyi İlâhiyye ye rücû-döndüler ve oradan yardım istediler.

        Bilindiği gibi Ben-î İsrâîl’in (Rabb’ı) “yhv”  (Yahve) “yahova” dır. Buradaki ifadeye göre Mûsânın kavmi Rabb’larıyla irtibat kuramamışlar veya bir çokları inanmamışlardır ki; Mûsâ (a.s.) a  “rabbine dua et” talebinde bulunmuşlardır. 

        NOT=  Aşağıda (Yahve) hakkında internetten alınan küçük özet bir bilgiyi de faydalı olur düşüncesiyle ilâve etmeyi uygun buldum.

************

        –Yahve İbrânice bir kelimedir. “yhv” kelimesinin okunuşudur. Tevrat’ta Allah’ın “ELOHİM ” le birlikte en çok geçen isimlerinden biridir. Arapça ve İbranice kardeş Samî dillerdir. Kuvvetli bir ihtimalle, “ELOHİM”, Arapça “ALLAHUMME!” (Allah’ım!), “YAHVE” ise “YA HUVE” (YA HÛ!”)mânâsına gelir.

        –Mûsevîlerin bir kısmı bu kelimeyi bir nevi İsm-i a’zâm gibi telâkki edip, bazıları batınî olmak üzere bir çok mânâlar yüklemişlerdir. Bu sebeple, belli bir makama gelmeden bu kelimeyi telaffuz etmeyi bile uygun görmüyorlar. Bunlara göre, bu isim, Allah ismi gibi câmi/kapsamlı özel bir isimdir.

**************

        NOT= Belki rastlantıdır diyebiliriz ama şöyle küçücük bir karşılaştırma yapabiliriz. Şöyle ki! Yukarıda (Yahve-Yahova) olarakta söylenen ismin aslı “yhv” bu harflerden meydanagelmektedir ve sayı değeri de (12) dir. Diğer taraftan bu harflerin sondan başa okunması ise (VHY-VaHY) dir ve yine sayısal değeri (12) dir. Demek ki (Yahve-Yahova) Allah-ın kendisi değil kelâm sıfatıyla tecelli eden gizli sesi, (VHY-VaHY) dir. (7/143 “risâletimle ve kelâmımla seni seçtim.) İşte bu yüzden (Lenterânî (7/143) sen beni göremessin) dir. İşte gene bu yüzden o mertebe görüş- müşahede değil, sadece duyuş-kelâm mertebesi’dir. 

        (İncil) Yuhannaya göre: Bab-1 sayfa (205) te şöyle bir ifade vardır.

         KELÂM, başta var idi, ve Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi. O başlangıçta Allah nezdinde idi. Her şey onun ile oldu. Ve olmuş olanlardan hiçbir şey onsuz olmadı. Hayat onda idi, ve hayat insânların nuru idi………….

        Diğer İnciller de ise böyle bir anlayış dahi yoktur.

        Görüldüğü gibi İncil’de tarif edilen Allah sadece kelâm sıfatıyla ve onu da çok kısıtlı bildirmektedir. Onların aslında, Allah bilgileri en yüksek olarak kelâm sıfatı yönüyledir. O da Rububiyyet mertebesi itibariyle olan Rabb (Yahve) anlayışıdır ki,  Allah bilgileri kelâm yönünden bu kadardır. Çünkü Mûsâ kelimullah, (Allah’ın sesini duyan) İsâ kelimetullah, (Allah’ın bir kelimesi) dir. Kûr’ân kelâmullah ise Allah’ın bütün sözleridir. Muhammed (s.a.v.) ise kendisine ilk verilen (cevâmiül kelîm-Bütün kelimelere câmi) “Esmâül Hüsnâ” nın sahibi olduğudur. Kendileri bu hakikat-i dahi idrak edemedikleri için, Mûsâ (a.s.) dan kendileri için dua etmesini istemişlerdir.

        bizim için rabbine dua et” Bu talepte iki yön vardır ve ikisi de mahfiyyettir. Birincisi mertebe-i Mûseviyyet-tenzîh’te, mahviyettir, bu durumda kavmi (Fenâ-i Mûsâ) Mûsâ da fânî olduklarından kendilerinden bir şey söyleyemezler, bu halde Mûsâ (a.s.) dan vekil olarak bizim için rabbine dua et” isteğinde bulunurlar.

        İkincisi ise nefs-i emârelerinde mahfiyyettir ki tümden nefs-i emmârelerinin hükmü altına girip gerçek İlâh-î ve Âdem-î kimliğini unut-maktır. Bu hâl ise nefs-i emmârenin kulu olmaktır, kul olanın ise kendine ait iradesi olamayacağından, biz âciz kimseleriz, bizim için rabbine dua et” demek sûretiyle farkında olmadan, nefs-i emmâreleri ile inkâr ettikleri, vahyi İlâhiyye ye zarureten teslim olup hükmüne râzı olacaklarını ifade etmişlerdir. İşte onların, “bizim için rabbine dua et” talebi ikinci bölümde ifade edilen nefs-i emmârelerinin talebidir.

      nedir o? Bakara” Mısır adetlerinden kendilerinde kalma bakara-ineğin nefislerindeki kutsallığı idi. Bunu kesmek nasıl olurdu? Biz bu hususta acze düştük. Bir tarafta vahyi İlâhî ile Kelimullah lîsânından gelen açık emir, diğer tarafta, Mısırın ve nefs-i emmârelerinin İlâh-ı olan bakara’nın (APİS) zebh-kesilmesi, nasıl bir durumdur, “ Bize beyan etsin,”  açıklasın biz şaşırdık kaldık dediler.

        “Mûsâ (a.s.) dedi: Rabbim şöyle buyuruyor:

        Kavminin talebi üzerine gönül âleminden Rabb’i ne yönelerek aldığı cevap üzerine,. Bir bakare ki ne yaşlı ne genç,” olmaması lâzım geldiğini bildirmesi üzerine kavmi, nihÂyet kendilerinden istenen bakara’nın değişme-yeceğini ve belirtilen vasıfta olması lâzım geldiğini anladılar.

        Yukarıda “bakara” nın değişik mertebelerden tanıtımı yapılmıştı, tekrar onların bir kısmını hatırlamaya çalışalım. Bir bakıma “bakara” bu tabiat âlemidir. İlk başlangıç ilkbahar mevsimi genç buzağı’dır. Kemâle ermiş “bakara-inek” ise her türlü meyvelerin ve gıdaların kemâlde olduğu karşılıksız sunulan hasat zamanı’dır. Zâhiren ise bilinen zâhiri “buzak” tır. Bu her iki mertebe de kışın o soğuk günlerinde gerek tabiat gerek genç buzağı olarak, Ulûhiyyet mertebesine tekrardan geri dönülmek üzere, emânet edilmiştir. Zâhir isminden bâtın ismine geçmesidir.

        Kemâl diye bilinen nokta, “başlangıcın sonu, sonun da başlangıcır.” ne yaşlı ne genç,” Yani her bir varlığın orta kemâlde ki hâlidir. Tabiat genç yani, ilk baharın ilk ayları, son baharında yaşlı, son ayları olmayacak, (12) ayın ortası olan “haziran” (6) cı ay ve çevresi olacaktır ki, hasatın en bol olduğu zamandır. Buna karşılık (bakara-inek) türü varlıkların kemâl yaşamları (12-13) yaşlarıdır. Yaşlı olarak (18-20) yaşlarına kadar yaşasalarda (12-13) yaşından sonra ihtiyarladıkarından sahibine yük getirdikleri için o yaşlarda kesilirler ve en verimli olan devreleri tabiat’ta da olduğu gibi (6) yaş çevresidir ve değeri bu yüzden çok fazladır.

        Diğer taraftan bir dervişte bu hakikatleri idrak edebilmesi için, gençlik- çocukluk, veyahud yaşlılık ihtiyarlık halinde olmamalıdır. Ancak bu husus kabiliyyet meselesidir ki, istisnâ olarak nice ilerlemiş yaşında sâlik olup ileri derecelere ulaşmış kimseler vardır. Hattâ bazılarını tanıtabilirim ama yeri olmadığı için gerek görmedim.

        Ancak bu hususta küçücük bir hatıramı ilâve edeyim. Bir gün yaşlılığa doğru yol almış iki zat gelmişti, sâlik olmak istiyorlardı, tesâdüf bu ya ikisinin de ismi aynı idi. Konuşmalarından çok samimi ve arzulu olduklarını kendilerinde gerekli kabiliyetlerinin olduğunu da gördüm ve yapmaları lâzım gelen şeyleri tarif ettim, bütün görevlerini tamamen ve sadıkane yerine getiyor idiler.

        Aradan epey bir muddet geçtiği halde yollarına devam ediyorlar idi, ancak içlerinden birinin benliği oldukça ağır olduğu anlaşılıyor idi ve bundan kurtulamıyor idi. Anlayışı güzel fakat yaşantısında bu halini aşamıyor idi. Derslerinin dışında kendisine her gün çekmek üzere bir tesbih de (101) adet Türkçe olarak (ben yokum, ben yokum) vird-i ni vermiş idim samimi olarak bu virde epey bir zaman devam ettikten sonra kendisinde bu hususta değişiklikler olmaya başladı ve o benlik yükü yavaş yavaş sırtından indi. Aradan epey zaman geçtikten sonra, bir gün bana, eğer o vird-i bana vermeseydiniz ben bu halden-benlikten kutulamazdım demiştir. İşte bu hadise yaşanmış bir tecrübedir.    Onun bakarası biraz yaşlı kesilmiş idi.         

        “ikisi ortası bir dinç, haydi emrolunduğunuz işi yapın.)

        İkisi ortası, yukarılarda balirtildiği gibi, “dünyanın-tabiatin” senenin (6) cı ay civarı. “Bakara-ineğin” de (6) cı yaş civarı. Sâlik’in yaklaşık (30) yaş civarları. Âyân-ı sâbite hakikatlerinin açılması ise “Celâl ve Cemâl” arası yaşantının açığa çıkması zamanıdır. Diyebiliriz.

        Hangi mertebe de olursa olsun, bu hâlin mutlak mânâ da yapılması gö-revidir. emrolunduğunuz işi yapın” Âmir olan bu hükmü yerine getirme-mek mümkün değildir. Zâten ister istemez yerine getilmiştir.

        (2/69) (Bizim için dediler: Rabbine dua et, rengi ne imiş bize beyan etsin, Rabbim, dedi, Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki sapsarı, rengi bakanlara sürur verir.)

         “Bizim için dediler: Rabbine dua et,” Yukarıda da belirtildiği gibi. Bu talepte de iki yön vardır ve ikisi de mahfiyyettir. Birincisi mertebe-i Mûseviyyet-tenzîh’te, mahviyettir, bu durumda kavmi (Fenâ-i Mûsâ) Mûsâ da fânî olduklarından kendilerinden bir şey söyleyemezler, bu halde Mûsâ (a.s.) dan vekil olarak bizim için rabbine dua et” isteğinde bulunurlar.

        İkincisi ise nefs-i emmârelerinde mahfiyyettir ki tümden nefs-i emmârelerinin hükmü altına girip gerçek İlâh-î ve Âdem-î kimliğini unutmaktır. Bu hâl ise nefs-i emmârenin kulu olmaktır, kul olanın ise kendine ait iradesi olamayacağından, biz âciz kimseleriz, bizim için rabbine dua et” demek sûtiyle farkında olmadan, nefs-i emmâreleri ile inkâr ettikleri, vahyi İlâhiyye ye zarureten teslim olup hükmüne razı olacaklarını ifade etmişlerdir. İşte onların, “bizim için rabbine dua et” talebi ikinci bölümde ifade edilen nefs-i emmârelerinin talebidir.

        “rengi ne imiş bize beyan etsin,”  Bu hususta müracaat eden kavmin sözcüleri, ellerinde kıyas ve ölçülerin olması için bakara’nın rengini de öğrenmek istemişlerdir. Bilindiği gibi renk herhangi bir şeyin tanınmasında çok önemli bir işarettir. Ve her rengin kendine göre de ifadeleri olduğu mâlûmdur. Bakara’lar da değişik renklerde olduğundan daha iyi tanınması için, burada da bu özellikten istifade edilmek istenmiştir. Bu sorunun üzerine Rabb’ı na, “Vahy”e yönelen Mûsâ (a.s.) Rabb’ından gelen cevabı şöyle açıklamıştır.

        Bilindiği gibi bakara türü hayvanların renkleri siyah, beyaz, bej, siyah beyaz, kerışımı, ve az miktarda sarı renklidirler. İşte bunların içinden.

        “Rabbim, dedi, Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki sapsarı,”

        Tasavvufta, renklerin değişik ifade ve mânâları vardır, bizim seyrimizde. Nef-i emmânin rengi gri tonlarıdır. Nefs-i levvâme de kırmızı, nefs-i mülhime de yeşil, mutmeinne de beyaz, nefs-i râdıyye de (sarı,) nefs-i merdıyye de siyah, nefs-i sâfiye de renksizlik’tir.

        Tabiat’ta ise en baskın renkler (yeşil ve sarıdır) yeşil başlangıç’ta hamlığa, sarı ise netice de kemâle işarettir. Ancak yeşil olmadan sarı olmaz.

        Dünyada da en değerli ve en geniş kullanım sahası olan “sarı altın”dır. Ve yine dünya da en geniş mânâ da “sarı buğday başakları” ve benzeri zirâi ürünlerdir. Dünya yı aydınlatan güneş sarı’dır. Mânâda sarının kemâli İbrâhimiyyet’tir, belki tesadüftür diyeceksiniz amma, örtüsü siyah olan, Kâ’be-i Muazzama’nın karşısında onun aynası olan Makam-ı İbrâhîm sarı dır. Aşkın sarı’sı, korkunun sarı’sı vardır. Mâsâ (a.s.) Tûr dağında iken yapılan buzağı heykeli’de sarı’dır. Yunus emre sarı çiçeğe sormuş onu konuşturmuş’tur.

        Hazret-i Âli (k.a.v.) efendimiz’den! Bir kimse sarı pabuç giyerse, kederi (cer) olur, açılır. Dediği, Beyzavi, Ebussuud ve Medarik’in ifadelerindendir. Denmiştir.

        Biraz dikkatlice kendimizi incelediğimizde de, kendimizinde bir zamanlar bu sarı rengin hükmü altında olduğumuz zamalarımızı hatırlamamız zor olmayacaktır kanısındayım. Acaba şu anda bile nefs ve benlik ineğimizin rengi hangi tonda bunun farkındamıyız. İneğimiz başka bir renkte ise daha henüz o inek kurb’ân edilmeye hazır bir inek olmadığından buna bile lâyık olamayacaktır. Kurb’ân edilecek inek, yani nefsi varlığımızın bile bir asâleti olması gerekmektedir, o da sarı renktir. İşte bu yüzden onu diğer renklerden arındırıp sarartmak için o rengin oluşumunu sağlayacak ilmi ledün bilgileri ile onu beslememiz gerekecektir.

        Şimdi birazda internetten aldığımız sarı renk hakkında ki bilgileri faydası olur ümidi ile ilâve etmeye çalışalım.

************

        SARI : Sarı zekâ , incelik ve pratiklikle ilgilidir. Toplumsal yaşamı ve birlikte çalışmayı yansıtan bir anlamı vardır. Geçiciliğin ve dikkat çekiciliğin sembolüdür. Dikkat çekiciliğinden dolayı dünyada taksiler sarıdır. Sarı ayrıca hüzün ve özlemin rengidir. Sonbaharın tüm hüzünlü güzelliğinde onun her rengini izlemek mümkündür.

        SARININ ZİHİNSEL VE DUYGUSAL ÖZELLİK-LERİ:
(Tamamlayıcı rengi: MOR)

        YÜKSELEN ÖZELLİKLERİ: Spektrumun sıcak renkleri arasında en hafif ama en fazla kozmik gücü olan sarı renk ,Güneşe en çok benzeyen renk oluşu ile,insâna umut duygusu veren bir potansiyeldir.Parlak,neşeli ve heyecan yüklü bir güce sahiptir.Hırs ve iddiayı simgelerken özgürlüğe en düşkün renktir.Açık görüşlülüğü ve ilhamı simgeler. Parlak bir renk oluşu ifade, bilgiyi ve bilgeliği ön plâna çıkarır. Entelektüel bir bakış ve yöneticilik duyguları ile de iç içe yaşar. Üst mantal zekayı öne geçirir, mantığı simgeler.

        KAYBOLAN ÖZELLİKLERİ: Sarı rengin olumsuz özelliği, yıkıcılığa yol açabilmesidir. Aldatma, iki yüzlülük, kindarlık negatif yönlerinin en belirginleri arasında yer alır. Derin bir karamsarlığa, zihinsel depresyona sebep olabilecek özellikleri de bünyesin de taşır. Sinir sistemi bozukluğu ve ani fraksiyonlara sebep olur.

         FİZİKSEL ETKİLERİ: Sinir ve kas sistemini sağlar. Dolaşım sistemini doğru yolda çalıştırarak kalbin daha rahat çalışmasında yardımcı olur. Karaciğer ve safra kesesinin çalışması gibi bazı vücut fonksiyonlarında yardımcı olur. mide sularının salgılanmasını sağlar. Sarı renk hiçbir akıl ve zihin hastasına tavsiye edilmemelidir. 

———————————————

Sarı: Psikolojik olarak olumluluk ve canlılık özellikleri vardır. Fizyolojik olarak sinirsel bozukluklara iyi gelir. 

——————————

        İlham kaynağı sarı: Sarının parlak, neşeli ve sevecen etkisinin umut aşıladığı belirlendi. Sarı, ilham verici özelliğiyle zihinsel karışıklığa da yol açabilir. Mutfak için çok uygundur. Çalışma odalarında kullanılmamalıdır çünkü zihni bulandırıp karışıklığa yol açar. Dinlenme amaçlı ortamlarda da önerilmez.

        Parlak sarı da uyarıcı bir renktir, fakat kalp atışını ve kan basıncını arttırsa da kırmızının etkisine ulaşamaz. Sarı hafızayı arttırabilir ve beyinsel aktiviteleri geliştirebilir ama dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, eğer fazla kullanılırsa sinirlilik yapabilir. En uygun tonu daha yumuşak ve daha az yoğunluktaki tonudur. 

—————————-

        Sarı, parlak limon sarısı gözü en çok yoran renktir. Bu parlak renkten yansıyan ışık gözleri aşırı derecede uyarır ve rahatsızlığa yol açar. Aynı zamanda sarı renk metebolizmayı hızlandırır. Odayı parlak sarıya boyarsanız bebeklerin ağlamasına ve büyüklerin sinirlenmelerine yol açarsınız. Ayrıca sarı sayfalı not defteri ve bilgisayar ekranında sarı renkli arka fon pek iyi bir fikir değildir; beyninizi uyararak konsantrasyonu arttırabilir fakat gözleriniz için zarar vericidir.

        Sarı, az miktarlarda kullanıldığında parlaklık ve sıcaklık hissi verir. Şakacılığı, aydınlığı, yaratıcılığı, samimiyeti ve hayata karşı rahat bir tutumu simgeler. Tıpkı güneşli bir gün gibi davet çekicidir. Sarı güneş ışığı gibidir: kendinizi iyi hissetmek için orda olmasını istersiniz ama gözünüzün içine girmesini istemezsiniz.

        Sarı, rengin pek çok farklı tonu vardır. Saf sarı bütün diğer tonlar arasındaki en neşeli ve güneşli olanıdır. Fakat bir parça koyulaşmış haline bakmak daha keyiflidir. Soluk sarı dikkati, çürümeyi, hastalığı, kıskançlığı ve hilekârlığı simgeler. Sarı söz konusu olduğunda seçilen ton oldukça önemlidir.

        Sarı, geçiciliğin ve dikkati çekiciliğin ifadesidir. O yüzden taksiler sarıdır. Dikkat çeksin ve geçici olduğu bilinsin diye. Araba kiralama şirketleri de logolarında sarıyı kullanırlar. Ayrıca bu yüzden dünyada hiçbir banka ambleminde sarıyı kullanmaz. Paranın geçici değil, kalıcı olmasını isterler.

        Sarıpek çok dinde İlâh-î varlığı simgeleyen bir renktir.

        NOT= Yukarıdaki cümlenin şöylece değiştirilmesi lâzım gelecektir. Çünkü dünya da başlangıçtan beri sadece tek din vardır O da “İslâmdır.” Diğer dinler ifadesi ile belirtilmek istenen şey ise onların İslâm dini içinde birer mertebe olduklarıdır.  T.B.

—————————–    

        SARI: Bulaşıcı Hastalığı Çağrıştırıyor, neşe verir, tanrıyı çağrıştırıyor, cana yakındır, başkalarını dikkatini çekmeye çalışır, ilgiyi kendine çekmeyi istiyor, ferahlatıcı özelliği var, sır saklayamaz, bir arzunun bitirilmesi endişesi yoktur. Neşe, hareket, kendini beğendirme, ön plânda. Düzensizlik içeriyor. Çalışmaları ile harikalar yaratabilir, ama düzeyli değildir. Özgürlüğe uçuştur, yaptığı işten zevk almayı psikologlar sarı ile ifade etmişler.

—————————–

       Sarı loblu insânlar:

        Beyninin sağ üstü çalışan insânlar. Sarı lob yaratıcı zekâyı simgeliyor. Yaratıcı lobu ağır basanlar, toplumun genelinin duygu, düşünce ve davranışının ötesinde hayatı algılayan, verileri yorumlayan insânlar. Sarılar farklı tasarımları, yaratıcılıkları olan insânlardır. Onların davranışları, düşünceleri farklı olduğu için duygularını da farklı yaşarlar. Sarılar risk alırlar. Hayal kurarlar, yaratıcıdırlar, problem çözerler ve ilişkilerde problem çözücü olurlar. İlişkilere yatırım yaparlar.

—————————–

        SARI RENK:

        Bağırsak, akciğer hastalıklarına ve şekere karşı. Vücuttaki sarı renk merkezi düzenli çalışan kimseler aklı başında, mantık sahibi ve ince kişiler dir. Eğer bu renkle uyum halinde bulunan chakra düzensiz çalışıyorsa bu şahıslarda bencillik duygusu artar. Sahtekarca davranışlar farkedilmeye başlar. Sarı renk merkezinin düzensizliği akciğer, karaciğer, bağırsak ve mide hastalıklarına, şekere, zihinsel yorgunluklara ve kabızlığa sebeptir. Sarı renkle ilgili tedavi uygulanırken Çin’li uzmanlar altın, krom, nikel, bakır, çinko gibi metallerin tedavi edilen kişilerin üzerinde bulundurulmasını tavsiye ederler. Yine sarı renk ile yapılan tedavi sırasında şu gıda maddelerinin yenilmesi tavsiye edilir: Kavun, mısır, muz, limon, kabak, sarı renkli tohumlar ve sebzeler.

—————————–     

        Evet sarı renk hakkında internetten aktardığımız bu bilgiler her halde yeterli olmuştur. İşte bütün bunlardan dolayı: “ rengi bakanlara sürur verir.”  Yukarıda, nefs-i râdiyyenin renginin sarı olduğunu ifade etmiştik işaretinin bir kısmı da “güneş ve altındır,” İşte bu mertebeye ulaşan sâlik’te olan temizlik ve parlaklık bakanlara “sürûr verir.”

       Şimdi burada bir hususu izâh etmemiz gerekecek. Zuhurat’ta bakara türü hayvanların kesildiği mertebe (nefs-i levvâme) mertebesi’dir, rengi itibari ile ise yukarıda da belirtildiği gibi, (nefs-i râdiyye) dir, denmişti. O halde bahsedilen bakara da iki mertebe vardır. Biri içi, eti yenen hayvanlığı itibari ile, (nefs-i levvâme,) diğeri ise, dışı rengi itibari ile (nefs-i râdiyye) mertebesidir. Bu bakara Kesilipte içi altınla doldurulduğunda içi de (nefs-i levvâme) likten kurtulup. İçi dışı (nefs-i râdiyye) mertebesine dönüşecektir.

        Belki biraz daha uzayacak ama yeri gelmişken faydalı olur düşüncesiyle yine (İrfan mektebi) kitabımızdan (nefs-i râdiyye) bölümünü ilâve etmeyi uygun buldum.

******************

                                                       

BEŞİNCİ   BÖLÜM

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

“NEFS-i   RÂDİYE”

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    

         Nefs-i Râdiye: Razı olan nefs, kayıtsız  şartsız her şeyden razı olan nefs anlamında dır.                                                                                                                     

        Zikri:   “Ya HAY” dır.                                                                                                          

        İdrâki:  Bu mertebenin şuuru ile ileriye doğru gitmeğe gayret etmesidir.                                                                                                                                                          

        Kûr’ân-ı Keriym; Fecr Sûresi; (89/27-28) Âyetinde bu mevzua işaret vardır.                                                                                                                                                        

         

        (Ya eyyetühennefsülmutmeinnetü  (27)

         (ircii ilâRabb’i ki râdiyeten…..(28)         

                                                                                                                                          

        Meâlen:  “Ey  nefs-i  mutmeinneye  eren  kişi. Râzı  olarak,  Rabb’i ne  dön.”                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

         Hâli:  Bu hâlin hâli ile hâllenmeye çalışmaktır.                                                                                                                                                                                                               

        Kûr’ân-ı Keriym; Bakara Sûresi; (2/153) Âyetinde bu hâle işaret vardır.                                                                                                                                                            

 

        (Ya eyyühellezine amenüsteinü bissabri vesselâti, innellahe meassabirin.)     

        Meâlen:  “Ey imân edenler sabır ve namazla yardım dileyin. ALLAH’u Teâlâ muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.”                                                                                                                                                                                                                                      

        Yaşantısı: Nefs-i Râdiyenin iki yüzü vardır. Biri Mutmeinneye, diğeri Merdiyye ye  bakar. Başına gelen her hâle rıza göstermeye çalışır. Büyük cehd içinde olur.  Tevekkül hâli çok gelişmiştir. Hakk’ın rızasını kazanamamaktan kokar.                                                                                                                                                                                      

         Nefs-i Râdiyenin belirgin ahlâk ve sıfatları şunlardır. Ahlâkı hoş görüdür.Tevekkül, sabır, teslim, rıza, hâlidir. Tezekkür, tefekkür, korku, fiilidir. Keramet sevgisi, melekût keşfi, zevkidir.                                                                                                   

         Rengi: Sarıdır. Bu makamın anahtarı ve yükselticisi HAY ismidir.Mürşidinin him- meti irşadıdır.

         Tarikat mertebesi nin devamıdır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

         Bu hususta kısa bilgi sunmağa çalışalım.                                                                           

        Daha evvelki çalışmaları ile sâlik, Mutmein olarak Rabb’ına dön” hitabına mazhar olma mertebesine ulaşmış idi. Buna karşılık sâlik de vechini tam mânâsı ile Rabb’ına döndürüp (lebbeyk) buyur yâ Rabb’i emret; demişti. Bu defa Rabb’ı onu, “ey Mutmeinne  nefs RÂZI olarak Rabb’ına dön” hitabına mazhar eder. Bu hitabı duyan Hakk yolcusunun işi zorlaşır. Çünkü bu mertebe, Rabb’ının rızasını kazanma mertebesidir ve burada bazı imtihanların olması da pek tabiidir.                                                                                                                                                                                                                                    

         Cenab’ı Hakk burada HAY ismi ile yeni bir hayat verdiği kuluna böylece, yeni güç-ler de vermiş olur. Bu güçlerin yardımıyla sâlik, önüne çıkan engelleri daha kolay geçebilir. Bu mertebede KABZ (darlık) ve BAST (genişlik) hali daha belirginleşir. Geçilmesi oldukça zor olan bu mertebede ALLAH (c.c.) kullarına yardımcı olsun.                                                                                                                                                          

         Burada her türlü bedeni, mali, ve aile fertlerine gelen sıkıntılarla imtihan olan sâlik, ayrıca çevre’den gelen insânların ezalarına da katlanmak zorunda kalır. Bütün bunlara Rabb’ından gelen ve onun rızasını kazanmak için sabretmesi gereken haller olarak isyan etmeden kabullenmesi, kendisini bu zor durumdan kurtaracaktır.                             

         Kûr’ân-ı Keriym; Bakara Sûresi; (2/156) Âyeti de bu özelliğe dikkat çekmektedir.

                

        (Ellezine iza esabethüm musibetün kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn)                             

         Meâlen: “O kimseler ki; kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman biz  ALLAH’ ı nız O na döndürüleceğiz”derler.                                                                                                                                              

         Yukarıda belirtilen Âyet-i Kerîme de mevzuumuza çok yakından ışık tutmakla beraber, daha bir çok hususlara dikkat çekmektedir.                                                                                                                                                                                                                

         (Ey imân edenler sabır ve namazla yardım dileyin, ALLAH (c.c.) muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.)                                                                                                                                                  

         Kişinin her hangi bir işinde muvaffak olabilmesi için iki mühim sebebin sabır ve namaz olduğu yukarıda ki Âyet-i Kerîmede açık olarak belirtilmiştir. Bu gayretlerle yoluna devam edenlerin yanında ALLAH’ın (c.c.) olduğu da açık olarak ifade edilmektedir.

        Gerçekten ciddi bir anlayışla meseleye bakıldığında, başımıza gelebilecek hadiseler karşısında ne kadar güçlü yardımcılarımız olduğu kolayca anlaşılacaktır.

        ALLAH’ın (c.c.) gerçekten yanında olduğunu içten inanarak bilen ve o gayret ile yoluna devam eden kişinin başarısız olması adeta mümkün değildir.                                                                                                                                                                                               

        Bunlar ve benzeri diğer bir çok Âyet-i Kerîmeler de belirtilen hükümleri yerine getirmeğe çalışan sâlikler oldukça zorlanırlar. Böylece birimsel benliklerinden soyutlanmağa çalışırlar. Başlarına gelen şeylerden şikâyet etmemeğe gayret ederler. Diğer insânlara mümkün olan en ince hoş görü ile muamele etmeğe ve herkesi

kendilerinden üstün görmeye çalışırlar. Bu anlayış idraki içinde olan sâlik-e Rabb’i Ey huzur bulmuş mutmeinne nefs, razı olmuş olarak bana dön,” emrini verince; o da emret”ya Rabb’i, dilediğin şekilde muamele et. (Kahrında hoş lütfunda hoş) der ve bu arada (hoştur bana senden gelen, ya hil’ati yahud kefen; ya gonca gül, yahud diken) sözlerini terennüm etmeğe  başlar.          Böylece epey zaman hayatını Rabb’ın dan gelen her türlü hâle razı olarak sürdüren  sâlik 

        (2/155)   “sabredenlere  müjdele”  Âyeti  ile  cevap verilir, ve bu mertebeden de ALLAH’ın yardımı ile epey oğraşmalardan sonra.                                                                                                                                                                                                                                  

 ›RX    (89/28)   “Razı  olarak  Rabb’ına  dön”  emriyle geçirtilir.

                                                                                                                                                                                                                                                                           

         Yine bu mertebeye bir misal olmak üzere İbrâhim (a.s.) mın Kûr’ân-ı Keriym de  geçen koç hikâyesini meâlen vermeğe çalışalım İnşeallah faydalı olur.                                                                                                                                                                         

         Kûr’ân-ı Keriym; Sâffât Sûresi; (37/100-111) Âyetlerinde şöyle bildirilmektedir.                                                                                                                                   

   100 –  (İbrâhim (a.s.)Rabb’im bana sâlihlerden olacak bir çocuk ver,” dedi)                                  

        101 –   Biz de ona hilim sahibi bir oğul müjdeledik.                                               

        102 –   O kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca dedi ki: “Ey  oğulcuğum,

doğrusu Ben, rü’yada iken seni  boğazladığımı görüyorum. Bir bak ne dersin?”

O da dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. İnşeallah beni sabredenlerden  bulursun.”                                                                                                                                 

        103 –  Böylece ikiside teslim olunca, babası; oğlunu alnı üzere yatırdı.              

        104 –  Biz ona şöyle  seslendik: Ey  İbrâhim.                                                             

167

        105 – Sen rü’ya yı derçekleştirdin. Muhakkak ki

biz ihsân edenleri  böylece  mükâfatlandırırız.                                                                                                                            

 106 –  Muhakkak ki bu, apaçık bir imtihandı.                                                                                                                         

        107 – Ve ona fidye olarak büyük bir kûrb’ânlık verdik.

        108 – Ve sonra gelenler arasında ona (iyi bir nâm) bıraktık.                                             

        109 – Selâm olsun İbrâhim’e.

        ›  áî©ç¨Š¤2¡a ó¬¨Ü Ç ¥â5  ›QPY

         (selâmun   alâ  İbrâhîm.)                                               

         110 – İşte biz iyi davrananları böyle mükâfat-landırırız.                                                

 111 –  O, muhakkak ki, mü’min kullarımızdandı.                                                                                                                                                          

        Âyet-i Kerîmelerde de görüldüğü gibi kûrb’ân edilme teşebbüsünün İbrâhim (a.s.) mın hangi oğlu üzerinde cereyan ettiği ismen bildirilmemiştir. Bu yüzden geğişik rivÂyettler vardır.                                                                                                                         

        İslâm âlimlerinin büyük bir çoğunluğunun bu husustaki kanaati, kûrb’ân edilme girişiminin İsmâil (a.s.) üzerinde olduğu yolundadır.                                                                                                                             

       Muhyiddin-i Arabî ve bazıları ise kûrb’ân edilme girişiminin İshâk (a.s.) üzerinde olduğu yolundadır. Tevrat’ta da kûrb’ân edilmek istenenin İshâk (a.s.) olduğu yazılıdır.

       Bu hususun Kûr’ân-ı Keriym de isim belirtilmeksizin ifade edilmesinde büyük hikmetler olduğu açıktır.                                                                                                          

       Beytullah’ın tamirinde ise İbrâhim’in (a.s.) yardımcısının İsmâil (a.s.) olduğu  açık  olarak ifade edilmiştir. “Yeri  geldiğinde  tekrar  bakacağız.”                                                                                                                                                                                                       

       Kûrb’ân-lık hadisesinde isim belirtilmemesinin sebebi hakkında ki “indi”  kanâatimiz, şudur ki; eğer bu hususta isim belirtilmiş olsa  idi, kimin ismi belirtilmiş ise sadece o yoldan gelenlere bu eğitimin verilmesi gerekecek, diğer ismin yolundan gelenlere ise bu eğitim verilemiyecek ve o yolun seyr-u sülûk-u bu mertebede kesilmiş olacak idi.                                                                                                                                                     

       İbrâhim (a.s.) iki dallı bir kök ağaçtır. Bir dalı İbrâhimiyyet’ten  Muhammediyye’ye,  bir dalı ise İshâkiyyet’ten Beni İsrâil’e  Mûseviyyet ve iseviyyet’te  uzanmaktadır.   

       Kök aynı olduğundan dalların ve meyvelerininde aynı olması tabiidir. Ancak sonradan  uç dallara yapılan değişik aşı kalemleri ile olan müdahaleler bozuk fikir meyvelerinin yetişip çoğalmalarına, böylece de farklılıklara sebeb olunmuştur.

         Hâl böyle olunca her iki daldan da yola çıkan sâliklerin, hiç olmassa bu mertebeye gelinceye kadar aynı eğitimi almaları gerekmektedir. Ancak İshâkiler bu hikâyeyi sadece  kendilerine mâl ederler fakat gerçek hakikatinden pek haberleri olmadığından uygulamaları gerçekçi olamamakta ve kendileri bu hakikatten faydalanamamaktadırlar.                                                                                                                                                                

         Yaşam ve idrâki oldukça zor olan bu mertebeden geçmeyi Cenâb-ı Hakk oraya ulaşanlara fazla zorluk çıkarmadan nasib etsin. Gayret yolcudan. Yol verme Hâdîden’dir.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

**********

         Böylece hedefi, Nefs-i Merdiyye olan gönül ehli ağır, ağır, daha emin adımlarla yoluna devam  eder.                                                                                                             

        Bu mertebede zikirlerde küçük bir değişiklik yapmak yerinde olacaktır. Şöyle ki;

        Buraya gelinceye kadar ilâve olarak çekilen ara Âyetlerin (idrâk-i ve hâli) geçen  derslere ait olan larının çekimlerinin yeterli olmalarından dolayı bırakılması yerinde olacaktır.                                                                                                                                                                       

        Bu mertebenin zikri olan HAY esmâsı verilen sayıda çekildikten sonra, yukarıda belirtilen idrâki ve hâli ni ifade eden Âyetlerin en az (33) üçer def’a çekilmesi bu mertebe nin daha iyi yaşanmasına yardımcı olacaktır.     

        Ayrıca; diğer bir tavsiye olarak, yukarıda (109) uncu Âyet-i Kerîme de belirtilen (selâmun alâ İbrâhim) sözlerini en az bu dersini tamamlayıncaya kadar lisanlarında vakit  buldukça (vird  etmeleri)  tekrarlamaları  sâlikler  için  yerinde  olacaktır.                                                                                                                                                                                            

       Bu çalışmalar yapıldıktan sonra yine üç ihlâs bir fâtiha okuyup Peygamber Efendimiz (s.a.v.) min ve ehli beyt hazarâtının rûhlarına hediye eyleyip, o günkü dersimizi   bitirmiş oluruz.  Ancak  dersimiz  daha  ileride  ise  bu  duayı  son  dersimizin sonun da yaparız, diğerleri de böyle devam eder.                      

****************

 

        Biz yine yolumuza devam etmeye çalışalım.

        (2/70) “Dediler: Bizim için rabbine dua et nedir o bize beyan etsin, çünkü o bakare bize karışık geldi/hangi sığır olduğunu kestiremedik. Bununla birlikte biz-Allah dilerse onu elbette buluruz.”

        “Dediler: Bizim için rabbine dua et nedir o bize beyan etsin,”

        Yukarıda da ifade edildiği gibi burada da aynı mânâda ki Âyet-i kerîme tekrar edilmektedir. Birincisi “ilmel yakîn” ikincisi “aynel yakîn” üçüncüsü ise “hakkal yakîn” mertebesi itibariyledir. Daha evvel kendilerine yapılan izahlar yeterli gelmemiş daha başka işaretler aramaktadırlar.

        “ çünkü o bakare bize karışık geldi/hangi sığır olduğunu kestire-medik.

        Üzerlerinde musallat olan hayal ve vehim onları bir türlü rahat bırakmıyor zora sokarak belki vaz geçiririm diyerek, onlara vesvese veriyor idi bu yüzden hep soru üretiyorlar idi. “Bununla birlikte biz-“Allah dilerse onu elbette buluruz.” Dediler. Görüldüğü gibi burada hitab değişmektedir. Çünkü daha evvelce “Mûsâ”nın Rabb’ı na derlerken, bu def’a (İnşeallah) Allah dilerse” dediler ve kısmen de olsa teslimiyyetlerini ifade etmiş oldular. Zâten bakarayı kesebilmelerine de bu ifadeleri sebeb olmuştur. Yani bu isteklerini öylece (Allah)ın da isteği haline gelmesini istemişlerdir.

        (2/71) “Rabbim, dedi: Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne koşulur arazi sürer, ne de ekin sular, salma, hiç alacası yok, işte dediler, şimdi hak ile geldin, bunun üzerine o bakareyi boğazladılar, ki az kaldı yapmıyacaklardı.”

        “Rabbim, dedi: Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne (koşulur)” “koşulmak” tan murat, o devirlerden azda olsa günümüze kadar da gelen hayvanların kas gücünden yararlanılarak iş yaptırmak için boyunlarına takılan boyunduruk ismi verilen bir araç ile, fiziki olarak araba yürütmektir. Ve bir de mânevî olarak kişi nefsinin hükmü altına girip bu bedenini “bakara” sını nefis boyunduruğuna kaptırmasıdır. Birde “â’yan-ı sabite” itibariyle kısmî bir İlâh-î “boyunduruk-koşulma” (emri irâdî) vardır ki, ancak kişi bundan sorumlu değildir ve kurtulması da mümkün değildir, ve zaten kurtulmaya gerek te yoktur. Çünkü bu husus kişinin iç bünyesinde ki dengelerini kurmak içindir. 

        Gerek Fizîki bakara gerek o mertebe bulunan nefs ve beden bakarası böyle bir şartlanmışlıklar içerisine girmemiş başkasının malı olarak köle hükmüne düşmemiş olmalıdır.

        “Ne arazi sürer,” Bilindiği gibi arazi sürmek, daha çok, ürün almak içindir işte bu işler nefs-in yararlanması için yapılıyorsa aslında gelecekte onun felâketi olacaktır. Ve beden arzını da, daha derinlerine inip nefs tohumlarını ekmemek için beden arzını da sürmemiştir.

        Ayrıca kişi kendini bilmediği süre içinde kendi varlığında mevcud olan Allah-ın Esmâ-ül hüsnasını kendine ait olarak zannedip kendi mülkü gibi esmâ-i nefsiyye anlayışı ile kullanmaktadır, işlerini bu anlayışla yürütmektedir. İşte Allah-ın isimlerini böylece kendi nefsi için kullanması onları nefs-î mânâ da yarması ve sürmesi’dir. İşte böyle bir yarma ve sürme yapılmamış olması lâzımdır. Arazi sürmemiş olması Esmâ-i İlâhiyyenin gerçek mânâ da kendi istikametinde Hakk olarak kullanılması gereğinin şartını hatırlatmaktadır. 

        “ne de ekin sular,” Yukarıda bahsedilen hususların aynı şekilde nefs-i için  gerek toprak arz da, gerek beden nefs arzı için sulamama, hakkında da geçerli olması gerekmektedir,

         “salma, hiç alacası yok,” Zâhiren bakara’ya bakınca tamamen sarı karışık hiçbir başka rengi yok olacak, beden bakarasının da böyle olması gerekmektedir. Nefs-i râdiyye de olan sâlik’in de işte böyle gönlü Hakk’tan tam bir razı olmuş olarak hayatını sürdürmüş olmasıdır, eğer bir parça “neden niçin” gibi soruları olursa sarı rengi başka nefs renkleriyle karışmış olur. Bu da istenmemektir. 

        “işte dediler, şimdi hak ile geldin,” Bütün hükümler meydana çıkınca ve daha başka şüpheli bir şey kalmayınca sorularına makul cevap bulan kavm bu hadiseden mutmain olunca istenilenden râzı (nefs-i râdiyye) olarak “şimdi hak ile geldin,” yani şimdi “Hakk esmâsı” ile geldin. Bu âlemlerin hakikati bâtını Hakk, zâhiri ise halk’tır.  Şimdi aklımız erdi dediler.

        “bunun üzerine o bakareyi boğazladılar,” Bundan evvel Mûsâ (a.s.) 

        Tur dağında, Tevrât-ı Şerîf-i almak için Rabb’i nin huzuruna çıkınca kavminin içinde bulunan Sâmirî isimli bir kuyumcu tarafından altından yapılan (icl) bir buzağı heykelene tapmaya başlamışlardı. Tur dağından inen Mûsâ (a.s.) onların bu halini görüp yanlış yaptıklarını kendilerine bildirmek için o buzağı heykelini ataşe atıp yakmış idi. Ve bu şekilde olan hadiseden ibret alınsa idi daha sonra meydana gelen bakara hadisesi olmayabilirdi. Ben-î İsrâîl burada bir bedel ve bakara hadisesinde de bir büyük bedel ödemek zorunda kalmazlardı. İlk buzağıyı (icl) Mûsâ (a.s.) ateşe atarak öldürmüş-yok etmiş, bakara’yı ise zor da olsa kavmi öldürmüş-boğazlamıştır. İşte bir sâlik’te levvâme mertebesinde olan nefsini kesip Hakk’a kûrb’ân ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ta onu derisi dolusu altınla doldurup mülhime, mutmeinne ve râdiyye mertebelerine doğru yoluna devam ettirir. 

        (İcl) buzağı hadisesi Kûr’ân-ı Kerîm (2/92) “o buzağayı (tanrı) edinmiştiniz.” (2/93) “yüreklerinde o uzağayı içirildiler-buzağı sevgisi yüreklerine içirildi.”

        İşte bu ve benzeri Âyet-i Kerîmeler Ben-î İsrâîl’in içinde bulunduğu rûh halinin hakikatini açık olarak ifade etmektedir. Uzun süre yaklaşık (400) sene kadar, bu süre içerisin de Mısırlıların “bakara” kültüründen ne kadar çok etkilendikleri açık olarak görülmektedir. İnsanların şartlanmışlık ve alışkanlıklarından kurtulması oldukça zor olmaktadır. Bu Âyet-i Kerîme’lerin kendi genel seyri içinde çok daha geniş izahları vardır, yeri olmadığı için bu kadarla bırakıyoruz, daha çok araştırmak ve bilgi almak isteyenler tefsirlere bakabilirler. İşte onlar da bu zorluklar yüzünden,   “ki az kaldı yapmıyacaklardı.” Onlar için ve bir sâlik içinde gerçekten bu işi yapmak oldukça zordur. Bu iş ancak bir Ârif tarafından yönlendirilerek tatbik ettirilebilir, işte Mûsâ (a.s.) da onların Ârif bir (Rasûl) leri idi buzağıyı kendi yok etti, bakarayı ise kavmine tavsiyeleri ile tanıttı, buldurdu ve yok ettirdi. İşte bizde de Kûrb’ân bayramının hakikati, nefs bakarası’nın Kâmil bir mürşit-Ârif’in telkin ve sâlik’in kendi irade gücünü oluşturmasıyla, zâhir de inek-bakara’sını bâtın da ise nefsi levvâme bakarasını kûrb’ân ettirmesi dir. Gerçek kûrb’ân bayramı da budur.

        Zâhiren ise bakara kesilir kıyma ve ete dönüştürülür, daha sonra onu ibadet ehli bir kimse yer ondan aldığı gıda ile namazında (rükû) eder ve orada “Sübhane Rabb’iyel azîm) diyerek Rabb’i ni tenzîhi yönden tesbîh eder, ve bu haliyle şeklen bakara sûretindedir ama kendisi aslen insândır. Ve şahsında (hay) olan  bakarayı Hakk’ın huzuruna İnsân şekliyle çıkarmıştır, Çünkü onun bir uzvunu yemiş o bakara kendisinde fâni olup ona güç kaynağı ve dilinde dua ile tesbih olmuş bakara, insân mânâsına intikâl ederek onun varlığında Mi’râc  etmiştir. İşte bu yüzden Bakara ondan (râzı batınen de sarı) olmuş, onu bünyesinde gizleyerek Mi’rac ehli olmasını sağlayan insân da (merzi) râzı olunmuşlar’dan olmuştur.

        Namazın bilindiği gibi dört mertebesi vardır, bunlar kıyam, rükû secde, ve kâde-tahiyyattır. Kıyam İbrâhîmiyyet, rükû Mûseviyyet(2/43) “ve rükû edenler ile beraber rükû ediniz.” secde İseviyyet, kâde-tahiyyat ise Muhammediyyet’tir. Diğer taraftan, kıyam Hakk’ın huzurunda bitkilerin insân tarafından temsilciliği, rükû hayvanların temsilciliği. secde mâdenlerin temsilciliği, kâde-tahiyyat, ise insân oğlunun, namaz kılanın kendinin temsilciliğidir. Görüldüğü gibi Bakara ile insân oğlunun birlikteliği günümüzde de olduğu gibi ezelîdir. Ve ayrı iki gibi görülen aslında tek olan bir yaşantıdır. Ayrıca insân’a başlarda hayvân-ı nâtık “konuşan hayvan” denir. Bu mertebesi itibariyle onlarla müşterek değerdeyiz ve ortak pek çok değerlerimiz vardır. Ancak İnsânın bu halinden gerçek kendi aslî haline-mertebesine, yükselmesi gerekmektedir. Bunun ilk aşaması hayvân-ı nâtık “konuşan hayvan” dan (nefs-i nâtıka-konuşan nefs’e) oradan, (İnsân-ı nâtık’a-konuşan İnsân’a) oradan, (Kûr’ân-ı nâtık’a-konuşan Kûr’ân’a) ulaşılması gerekmektedir. İşte genel olarak bakara Sûresinin Mûseviyyet mertebelerinin de bulunduğu İnsân-ı Kâmil-in mertebeleri’dir. 

**************

        Yukarıda da belirtilmişti ama hatırlama babında gene belirtilen kaynak-tan ilgili bölümü (zâhiri olarak) ilâve edelim.

        Ba-ka-ra, yarmak, ayırmak, izah etmek ve araştırmak, anlamında Arapça bir fiildir. El-bakara ise, manda, sığır, inek, düve, öküz (tosun) anlamında Arapça bir isimdir.(1)

        Sığır cinsine bakara denilmesinin hikmeti ise geçmişte ve halen (!) bu hayvanların tarım sektöründe çiftçilik yaparken toprağı sürüp yarmasıdır. (2)

        Tasavvuf ilminde Bakara, çile çekme kabiliyeti kazanan ve süfli arzulardan kurtulmaya elverişli hale gelen nefis anlamındadır. (3)

        BAKARE, «bakar» ın müennesi veya müfredidir. «Bakar» mandaya dahi şamil olmak üzere sığır cinsinin ismidir. Binaenaleyh bakare erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veya bir manda olabilir, erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur dahi denilir, «bakr» yarmak demek olduğundan bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibarile bu isim verilmiştir.

        Hikâye olunuyor ki salihlerden ihtiyar bir zâtın bu evsafı hâiz bir buzağısı ve bir de çocuğu varmış, ihtiyar bu buzağıyı bir ormana götürmüş ve Allaha emanet ederek bırakmış, «Yarab, bunu çocuğum büyüyünceye kadar sana emanet ediyorum» demiş, sonra ihtiyar vefat etmiş, işte o buzağı da böylece himâyei ilâhiyye de büyümüş, bu sırada çocuk da yetişmişve bu hâdise vakı olmuş idi, araya, araya bunu buldular ve derisi dolu altın ile satın aldılar.  Yukarıda’ki   beyan üzerine kestiler. Ve halbuki kesmiye yanaşmıyorlardı.

        Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi. Ve bunun için Hazreti Mûsâ’yı mütemadiyen sual ile taciz ediyorlardı, hattâ bazıları bu işi kırk sene sürüklediklerini rivÂyet etmişlerdir. NihÂyet ilâhî zorlama ile emri yerine getirdiler, başlangıcında sıradan bir bakareyi kesip işin içinden çıkabilecek idiler, fakat pek ziyade uzak ve büyük bir iş zan ettiklerinden dolayı bu hadise kendilerine pek pahalıya mal oldu ki etraflıca düşünebilenler için işbu Bakare kıssasının incelikleri ve hassas ifadeleri pek çok ibretlerle dop doludur.

Sh:»385

        Bunun için umumi sûrette ihtar edildikten sonra yine Beni İsrâîl’e hıtaben bu emrin aciz bırakan bir neticesi şu yönüyle zikir buyuruluyor:

Meali Şerifi:

        (2/72) Ve o vakit bir kimse katletmiştiniz de hakkında biribirinizle atışmış, üstünüzden atmıştınız, halbuki Allah sakladığınızı çıkaracaktı.

        “Ve o vakit bir kimse katletmiştiniz” Yukarıda vakitten şöyle bahsedilmişti tekrar hatırlamaya çalışalım. “Bir vakit de Mûsâ kavmine demişti:” Bir vakti ve o vaktin içinde geçen hadiseleri daha iyi anlayabilmek için, üç yönü vardır. (1) hayâlen de olsa hadisenin geçtiği zamana dönmek, (2) veya o zamânı kişinin yaşadığı zamâna getirmek, bunlar kişinin hadisenin içine girip kendini Kûr’ân’da bulduğu ve yaşamaya çalıştığı ef’âl âleminde olan yönleridir. (3)  Veya zamânın olmadığı “esmâ ve sıfat” mertebesinde olan lâtif yönüdür. “İşte böyle bir vakitte Mûsâ kavmine bir şey demişti”.

         Ancak burada ki, hitap o hitaptan farklıdır, o vakitte Mûsâ kavmine yapması gerekeni, söylemiş bize de Kûr’ân-ı Kerîm vasıtasıyla Hazret-i Muhammed (s.a.v.) in lisânından bu gerçekler ilân edilmiş-edilmektedir. Burada ise, Mûsâ (a.s.) yoktur. kavmi ve Allah vardır, ayrıca bunları anlatan ismi verilmeyen.  (Allah sakladığınızı çıkaracaktı.) Diye  (Ahadiyyet) mertebesinden, lisân-ı Muhammed-î kaynağından bilgi vardır. Bu hakikati görmemiz gerekmektedir. Bu ve benzeri Âyet-i Kerîmeler zâtî Âyetlerdir ve ifadeleri çok değişiktir. Eğer bu Âyet-i Kerîme Ulûhiyyet mertebesinden olsa idi şöyle olması gerekecekti. (Ben olan Allah sakladığınızı çıkaracağım) oysa ifade, bir başka lisandan belirtilmekte, (Allah sakladığınızı çıkaracaktı.) şekliyledir. İşte Âyet-i Kerîmelere bakış açımız bu tür ifadeleri dikkate almamızla daha da zenginleşecektir, inancındayım. Burada bir husus daha vardır, eğer siz söylenenenlerin hiç birisini de yapmasanız, Allah (c.c.) hadiseyi gene de ortaya çıkaracaktı. Diye açık olarak belirtilmektedir. Şimdi hadiseyi kendi seyri içinde biraz daha yaklaştıralım.

        RivÂyet olunuyor ki içlerinde ıhtiyar ve gÂyet zengin bir adam varmış, bunun bir oğlu ve bir çok da yeğenleri, yani biraderzadeleri bulunuyormuş, yeğenleri bu zengin amıcalarının mirasına konmak için onun bir tek oğlunu gizlice öldürmüşler, ondan sonra da cenazesini kapıya koyarak bağırıp çağırmağa ve katilini aramağa, cinÂyeti şunun bunun üzerine atmağa kalkışmışlar, katilin bulunamaması hasebile netice olarak büyük bir fitne çıkmış idi.

        Yukarıda da özetle ifade edilmeye çalışılan, hikâyede belirtilen.

        (10) İhtiyar zengin adam:

       İhtiyar zengin adam, içinde, hazinesinde her şeyin mevcûd olduğu yaşlı dünya’dır, diğer yönüyle, birey olan hikâyenin bahsettiği kimsedir. Nefs-i emmâre’nin kendine tanıdığı geçici “azîz ve mâlik”  sıfatlarının Hakk’sız nefsi kullanılışıdır.

        (11) İhtiyar zengin adam’ın malı:

       İhtiyar zengin adam’ın malı. Tabiat’tır. “azîz ve mâlik” sıfatlarının nefsi emâre yönlü varisidir. Diğer yönden kendi benliğidir.

        (12) İhtiyar zengin adam’ın yeğenleri:

       İhtiyar zengin adam’ın yeğenleri: Sonbahar ve kış’tır. Diğer taraftan fizîkî, kardeşinin çocuklarıdır. Diğer nefsi yönden “kahhar” isminin, “kin, gadab, ihtiras” gibi yeğenleridir.

        (13) İhtiyar zengin adam’ın öldürülmesi:

        İhtiyar zengin adam’ın öldürülmesi: Tabiatın katledilmesi, “azîz ve mâlik”  sıfatlarının sahipsiz kalması ve bunların ele geçirilme isteğidir. Diğer taraftan hikâye de geçen ihtiyar kişinin öldürülmesidir. Ancak kendileri için ise dünya da (1,000/2/96) sene yaşasalar ölümü arzu etmezler.

        (2/96)  (Ve and olsun ki onları. İnsanların ve müşriklerin hayata en düşkünü bulacaksın. Her biri arzu eder ki bin sene yaşatılsın. Halbuki yaşatılması onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah Teâlâ ise onların neler yaptıklarını hakkıyla görücüdür.)

        “ hakkında biribirinizle atışmış, üstünüzden atmıştınız,” Kendi kitaplarında (10) emir’in içinde bulunan (öldürmeyiniz) hükmüne rağmen, o kişiyi kendi birey hükümleriyle nefsi menfeat sağlamak ve amcalarının  miraslarının hepsi kendilerine kalması için öldürmüşlerdi.  

         “ halbuki Allah sakladığınızı çıkaracaktı.” Allah (c.c.) lâtif ve habir ismi ile her şeyden haberdardır, çünkü zâten her yerde ve her şeyle de beraberdir. Bu yüzden nerde ve ne zaman kimin ne yaptığını kişi saklasa da gene kendisi bilir ve bir şekilde ortaya çıkartır bura da çıkartmazsa da gelecek âlemde her şeyi ortaya çıkaracaktır.

        (2/73) Onun için dedik ki o bakaranen bir parçasile o maktule vurun, işte böyle Allah ölüleri diriltir ve size âyetlerini gösterir gerek ki akıllanasınız.

        “Onun için dedik ki o bakaranen bir parçasile o maktule vurun,”

        Yukarıda da belirtildiği üzere nihÂyet Mûsâ kavmi belirtilen özelliklerde olan bakarayı bulup kestiler ve kendilerine onun bakaranın bir parçasile o maktule vurun,” dendi. Onlarda maktûle dili veya kuyruğu ile vurdular maktûl dirildi ve lisana gelip beni amca çocukları yeğenlerim öldürdü dedi ve tekrar eski ölü haline döndü.  Zâhiren bu ifadeler yeterli iken bâtınen düşünen beyinler için yeterli değildir, ve üzerinde de oldukça durulması gerekmektedir. Bu hadise de iki sessiz biri hareketli biri de âmir, hüküm veren bir de dava edilenler olmak üzere beş mertebe vardır.

        İki sessizden biri öldürülen maktül, diğeri ise kesilmiş bakaradır. Hareketli olan vur emrini yerine getirecek olan fail kişidir. Diğeri âmir-hüküm veren Allah’tır. Diğeri ise meçhul sanıklar dava edilecek olanlardır. Görüldüğü gibi ortada, biri insân sûretli diğeri hayvan sûretli olmak üzere bu dünya şartlarına göre iki ölü vardır. Hayret edilecek şudur. Eğer hayvanı diriltmek için insânın bir uzvu ile hayvana vurulması istenseydi. Zâhiren bu daha uygun olurdu çünkü insânlık mertebesi hayvanlık mertebesinden üstündür ve onu diriltmesi akla daha yakındır. Ancak istenen hayvanın bir uzvu ile insâna vurulup hayvan vasıtasıyla insânın diriltilmesidir ki, mertebe olarak bu mümkün değildir. Pekî o halde Âyet-i Kerîme hükmünün de yanlış olması mümkün olamayacağına göre, bize düşen bu hakikatleri idrak etmeye çalışmak olacaktır.

        Şöyle bir araştırma düşüncesiyle bu vadide yola çıkabiliriz. Elimizde bir insân cesedi birde bakara-hayvan cesedi vardır. Bunların ikisinin de sahipleri ihtiyar yaşlı kimselerdir. İhtiyarın biri Sâlih dünya malı olarak tek bakara’sı vardır, diğeri ise, dünyanın zenginidir. Sâlih ihtiyarın Allah’a emanet edilmiş olan bakarası kesilmiş, diğer yaşlı dünya zenginin ise kendi öldürülmüştür. İşte işin özü buradadır, şöyleki! 

        Yukarıda da kısaca bahsettiğimiz gibi:   

        (6)  Sâlihlerden ihtiyar bir zât: 

        Mûseviyyet’in tenzîh mertebesi itibari ile gizli velîsi’dir.

        Daha henüz buzağı, nefsi levvâme mertebesini ifade ediyor iken Allah’ın Zâtına emanet edilmiş ve onun terbiyesine teslim edilmiş olan buzağı yavaş yavaş esmâ-i İlâhiyyenin çeşitli gıdaları ile ilim mer’âsında yetişmeye başlamış ve nihÂyet gelişerek levvvâmeden sonra mülhime, mutmainne, ve râdıyye mertebesine ulaşmış sahibinin bereketiyle “Hay ve an”olan bir derviş hükmüne girmiştir. Dışarıdan bakılınca “bakara” ama özü itibari ile râdiyye (rıza) mertebesinin zikri olan gerçek (HAY) hayat sahibi olmuş ve bu esmânın hükmüne girmiş onun taşıyıcısı olmuştur. Diğer taraftan. 

      (10) İhtiyar zengin adam:

       İhtiyar zengin adam, içinde, hazinesinde her şeyin mevcûd olduğu yaşlı dünya’dır, diğer yönüyle, birey olan hikâyenin bahsettiği kimsedir. Nefs-i emmâre’nin kendine tanıdığı geçici “azîz ve mâlik”  sıfatlarının Hakk’sız nefsi emmâre yönüyle benlik üzere kullanılışıdır.

        Görüldüğü gibi bu ihtiyar zengin adam dünyayı ve nefs-i emmâre’yi temsil etmektedir. Onun varlığı da aynı şeydir yani kaynağı nefs-i emmâre’dir. Ve nefs-i  emmâre ise vahşi hayvandır. Kendisinde her türlü vahşi ve yırtıcı hayvan ahlâkı mevcuttur. Daha çok bilgi almak isteyenler (İrfan mektebi) kitabımızın ilgili bölümüne bakabilirler. Kûr’ân-ı Kerîmde bu tür varlıklara (kel en’âmü belhüm edal) (onlar sürüler gibidir belki daha aşağıdırlar, 7/179) şekliyle ifade edilmektedirler. Hâl böyle olunca, dışarıdan bakılınca, bakara hayvan, fakat özünden hakikatinden bakılınca ise hayat sahibi Hakk’tan râzı olmuş bir mertebedir. Ölmüş olan ise insân, zâhiren insân sûretinde, ama özünden bakılınca yırtıcı bir hayvandır, asıl olan ise iç bünyedeki hükümdür.  O halde sûreta insân görünümüde olan yaşlı adam, hayvan, hayvan görünümünde olan bakara ise gerçek insânî bir mânâdır. Hâl böyle olunca ise sorun yoktur insân mertebesi hayvan mertebesini diriltir.

        Kullanılan uzva gelince kuyruk olma ihtimâli vardır ve onun izahları da var ise de fazla uzatmamak için bu uzvun dil olduğunu düşünmek daha tercih edilecek yönüdür diyebiliriz. Bilindiği gibi dil kelâm sıfatının zuhur mahallidir ve yerine göre hem öldürür hemde diriltir. Acı söz, nefs-i emmârenin sözü, gaflete düşürüp öldürür, ama hay olan nefs-i râdıyye’nin sözü kendi diriliği gibi karşı tarafıda diriltir. İşte ölü olan insân sûretinde ki nefs-i emmâre hayvanına diri ve hay isminin zuhuru olan bakara sûretindeki nefsi râdiyye’nin dili ile vurulduğunda ona hay esmâsı ile hayat verip diriltmiştir. Bu diriltmede bir darp, vurma vardır ve bu günkü hayat veren kalb masajlarının da ilk bildirilen kaynağıdır,  diyebiliriz.

        Kişinin kendi ölü bedenini de gönlüne kelime-i tevhid diliyle devamlı vurması onun da ölü olan hayatını diri bir hayata çevirecektir. Ve diğer zikirlerde ölü olan kalpleri dirilmektedir. “işte böyle Allah ölüleri diriltir”  ve tabii çok daha başka şekiller ile de diriltir. “ ve size âyetlerini gösterir” Kelâm sıfatı nasıl ki dirilik veriyor ise basar sıfatıda âfak ve enfüs’teAllah-ın Âyetleri-işaretlerini görmeyi temin eder. Böylece marifetullah bilgisi artmış olur. Bu yollardan faydalanarak, gerek ki akıllanası-nız.” Cenâb-ı Hakkın bizler hakkında ki temennisine teşekkür edip gerçekten (Akl-ı kül) ile akıllanmaya gayret edelim, en çok ihtiyacımız olan şey de budur. Gerçek temiz, arı, duru, nefs tozlarıyla kirlenmemiş bir akıl sahibi olamaya çalışalım.

        Şimdi yeri gelmişken bir şeye daha dikkat çekmeye çalışalım. Bilindiği gibi Kûr’ân-ı Kerîm’in en büyük Sûresi zâhiren (Bakara) bir hayvan ismiyle, ifade edilmiştir. Sizce de bu düşündürücü değilmidir.? O halde burada var olan hakikatleri gene onun kendi içide arayıp bulmamız gerekecektir.

        Zâhiren bir hayvan ismiyle bildirilen Sûre-i Şerifenin başında (hurufu mukattaa) “ elif, lâm, mim” remzi ile muhteşem bir hâli yani İnsân-ı Kâmil-i şüphesiz olarak ifade etmektedir. Başında İnsân-ı Kâmil-i ifade eden bu hakikat-i nasıl bir bakara-hayvan isminin içine alırız? Diye tabii bir düşünce hasıl olabilir. İşte gerçekten düşündürücü olan da bu hâl’dir. Cenâb-ı Hakk’ın işinde de ise yanlışlık olmıyacağına göre bu işin bir hakikati olduğu açıktır.

        İşte bu en uzun Sûre-i Şerife’nin isminin (bakara) olması bir bakıma “Bakara” remzi ile ifade edilen mânâ’nın (İnsân-ı Kâmil olma yolunda ki başlangıç aşamalarının mertebelerini, yaşantısını ve hakikatlerini bildirmesi dir.

     

        (Füsûs-ül Hikem, A. A. Konuk şerhi, cild 4 İlyas fassı s. 63) te.

************** 

       Kim ki, İlyas (a.s.) ın hikmetine vâkıf olmak isterse, aklının hükmünden, ya’ni semâdan nefs ve duygular mahalline, yani arza tenezzül etsin ve (hayvân-ı mutlak) olsun. Yani eşya da tasarruf hususunda aklı sınırlandırılmış olmayıp varidat-ı Rahmâniyye ye boyun eğen hayvan gibi olsun. Tâ ki akılları emr-i tasarrufta “tasarruf işinde” sınırlandırılmış bulunan (sakaleyn.) Yani ins ve cinin gayrı olan her bir (dâbbe) nin, “yürüyen mahluk-debelenen) keşfettiği şey, ona da açılmış olsun. Ve bu bir makamdır ki, İlyas (a.s.) ın rûhâniyyeti onda müşahede olunur. Ve bu inkişaf-açılım zamanında makâm-ı hayvâniyyetle tahakkukun nasıl olduğu bilinir……….

***************  

        İşte daha yukarıda bahsedilen (Hay ve an) ın bir bakıma da hakikat-i budur, gerçek hayattır, ve Bakara temsili bu yüzden Sûre-i Şerif’e ye yakışan gerçek bir isimdir. Ayrıca (sarı bakara) bir başka yönden de gene İnsân-ı Kâmilin zâhiren de remzi- işaretidir. Eskiden olduğu gibi gene de dünyanın yükü bakara’nın üstünde’dir. Eskiler (boğa burcu) hakkında “dünya öküzün boynuzu üstünde durur” dedikleri de budur. Yani dünyanın bütün yükünü çeker demektir ki, İnsân-ı Kâmilin vasfıdır. Çünkü (İnsân-ı kâmil) zâhiri ve  bâtını ile hakikat-i ilâhiyye üzere mahlûk’tur) ve tecelli-i İlâhiyye esmâ ve sıfat bütün mertebeleri itibariyle İnsân-ı kâmilin üzerine yüklenmiştir.

        İşte bu yüzden de bakara derisi dolusu altındır. İçi, dolusu ise Allah’ın bitki hayatı tabiat mer’asından gıdalanmaktadır. Ve ürettiği ise ettir, bu ise gene gerçek mânâ da İnsân-ı Kâmilin gıdasıdır. Onun eti bitkiden, bitki de bilindiği gibi madenden’ topraktan’dır. Toprak ise hikmettir, ürettiği her şey bir hikmete dayanmaktadır. Maden yani toprak mânâ’dan meddeye bâtından zâhire çıkarken Hakk’a en yakın olan mertebedir. İşte bakara ismi ve mânâsı baştan sona her mertebesi itibari ile İnsân-ı Kâmil-i  anlatmaktadır, ve Sûre-i Şerife’ye isim olması yakışmış ve yerli yerince de olmuştur.

        Bu hakikat üzere Kûr’ân-ı Kerîm’de zâhiren hayvan ismi verilmiş başka Sûreler de vardır işte onların da hepsi bu ve benzeri hakikatler üzere kendilerine has İnsân-ı Kâmil-i anlatmaktadırlar. Ki! O nun Kitabının (Sûre) Sûretlerine İnsân-ı kâmilin bir Sûreti olarak isim almışlardır. Biz yine kaldığımız yerden devam edelim.

        Hâdise diğer bir şekliyle de.      

        (16)  İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi:     

        İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi: Sonbahar da ölmeye başlayan, kıştan sonra tekrar dirilmeye başlayan tabiat’tır. Diğer şekliyle fiziki ölünün dirilmesidir. Nefsi emmârenin, ölüm anında kendisini öldürene karşı olan kininin dirildiğinde öldüreni bildirmesi’dir. 

        (17) İhtiyar zenginin, maktûl-ölünün dirilmesi, daha sonra tekrar ölmesi:   

        Daha sonra tekrar ölmesi, tabii seyrinde olan tabiat’ın kış gelince tekrar bâtın âlemine, içine dönmesidir. Diğer şekliyle fiziki ölünün dirilmesi daha sonra kendini öldüreni bildirip, tekrar aslî haline dönüşmesidir diyebiliriz. İşte bu da gösteriyor ki; ahirette kim, kime bir şey yapmış ise gizli kalmış ne varsa hepsi açığa çıkacaktır.

        (2/74) Sonra bunun arkasından kalbleriniz katılaştışimdi onlar taşlar gibi hattâ daha duygusuz, çünkü taşların öylesi var ki içinden nehirler kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor ve öylesi var ki Allahın haşyetinden yerlerde yuvarlanıyor, sizler ise neler yapıyorsunuz Allah gafil değil.

        “Sonra bunun arkasından kalbleriniz katılaştı, Aradan bir müddet geçtikten sonra günlük tabii nefs-i emâre yaşantınıza gaflet halinize döndünüz de kalplariniz hassasiyetini kaybederek hissizleşerek kaskatı oldu, insânlığını kaybetti.

        “şimdi onlar taşlar gibi hattâ daha duygusuz,” Tamamen maddeleşen benî İsrâîl’in çoğunluğunun kalbi insânlık duygularını ve rahmetini kaybedince çok acımasız katı, taş kalpli oldular. “çünkü taşların öylesi var ki içinden nehirler kaynıyor,” Bu Âyet-i Kerîmeler ile misalen taşların iki özelliği olduğu anlatılıyor. Biri tamamen nefsi benliği diğeri ise üç özelliği ile ilâh-î benliği ifade etmektedirler. Diğer ifade ile taşlar iki yönüyle insânlarıda teşbih etmektedirler. Taş gibi ve hattâ daha katı olanlar, nefs-i benlik üzere yaşayan insânlardır. Diğeri ise İlâhi benlik üzere yaşayan, Ârifi Billâh olan İnsân-ı Kâmillerdir.

        (2/60) (Âsânı o taşa vur) denildiğinde vurulan taştan (12) kaynak fışkırdı ve her “sıbt” bölük, kendine ayrılan kaynağından sularını içtiler. Aslında diğer yönden bu dağ o günün İnsân-ı Kâmili olan Mûsâ (a.s.) ın gönül dağı idi. Ancak buraya bir açıklık getirmemiz gerekmektedir. Şöyle ki; (12) kaynak-mertebe hakikat-i Muhammediyye ye aittir. Her ne kadar zâhiren açılan kaynak (12) ise de aslında en üst mertebe olarak (9) dur. Çünkü Mûseviyyet (9) üzere kurulu ve yukarıda da ifade edildiği gibi (9) uncu (tevhid-i esmâ) mertebesidir. Yani (9) uncu kaynaktan sonrası için onlarda bâtın mertebesi yoktur (9) dan sonrası hep (9) meşrebindedirler. Hâl  böyle olunca, sayılar şöyle olur. (9-10) (9-11) (9-12) dir. Daha sonra gelecek olan İsâ mertebesi (10) Muhammediyyet mertebesi ise (11-12-13) tür, işte kaynağın (12) olması sonradan gelecek mertebelerin öncü habercileridir.

        İşte kendilerinden (12) kaynak zuhura gelen kümmelîn-Kâmil Âriflerin gönül dağlarıdır. Karşılarına hangi mertebeden sâlik gelse hepsini ilâhiyyat kaynağı suları ile ilim sususluklarını bol bol giderirler.       

       “ öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor” Bu ifade de, de Ârif-i billâh-ın gerektiğinde bütün mertebeleri bir ağızdan meydana getirebileceğini ifade etmekdir. 

“ ve öylesi var ki Allahın haşyetinden yerlerde yuvarlanıyor,”

        (59/21)  Eğer bu Kur’anı bir dağ üzerine indirmiş olsa idik elbette onu Allah’ın haşyet-korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün ve biz o misâlleri insânlar için veriyoruz, tâ ki, düşünüversinler.

         (7/143) Rabbim!. Bana varlığını göster sana bakayım. -Cenab’ı Hakk da- buyurdu ki: Sen beni katiyyen göremezsin. Fakat dağa bir bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin. Hemen Rab’bi dağa tecelli edince onu parça parça etti. Musa da baygın bir halde düşüp kaldı. Vaktaki, ayıldı, dedi ki: Seni tenzih ederim, sana tövbe ettim ve ben imân edenlerin ilkiyim. 

        (7/154)  “Ne zaman ki Mûsâ’dan o öfke dindi. Levhaları alıverdi ve onun nüshasında: Rablerinden korkanlar için bir hidâyet ve bir rahmet olduğu yazılmış bulunuyordu.” Bilindiği gibi Mûsâ (a.s.) a gelen levhalar, yedisi taş üzerine yazılı, ikisi de nûrdan idi. Bu ikisini kavmine açıklayamadı sadece taş üzerine yazılmış olanları açıklayabildi. Onları ise İsâ (a.s.) açıkladı çünkü onlar “Rubûbiyyet ve kudret hükümlerini belirtiyor idi.     

        Bunlar ve benzeri ifadeler dağlar ve taşlar hakkında verilen bilgileri açıklamaktadırlar dileyenler kendileri de kendi kaynaklarından inceleyerek daha geniş bilgilere sahip olabilirler.

        Bütün bu gerçek İlâh-î bilgilerden sonra. “sizler ise neler yapıyor-sunuz Allah gafil değil.” Çünkü her an bütün âlem gözetim altındadır, bu yüzden Allah (c.c.) âlemde ve gönüllerde, gizli aşikâr ne varsa ilmi ilâhiyyesi ile bilmektedir. Ayrıca âlem zâhir ismiyle zâten kendisidir. Kendisi kendisinde olan ise, kendisini tabii ki, bilir. Yeterki biz bunların böyle olduğunu açık bir müşahede ve irfaniyyet ile bilelim. Rabb’ı mızdan bu ve benzeri zât-î müşahede seyirlerini rica ederiz.    (Rabb’î zidnî ilmâ)

       İşte ey Beni İsrâîl siz Hazreti Mûsâ gibi bir Peygamberi âlişanın hayatında böyle bir cinÂyet yapmış, biribirinizle muhasameye kalkışmış idiniz   Allah tealâ ise sizin böyle gizleye geldiğiniz cinÂyetleri meydana çıkaracaktı. Bunun için siz muhaseme ederken biz azîmüşşan dedik ki    zebh edilmiş olan bakarenin bir parçasile o maktul nefse vurun işte Allah böyle akl-ü hayale gelmez bir sebeple ölüleri diriltir. Bundan anlaşılıyor ki bakarenin bir parçasını maktule vurdukları zaman maktul bir hayat eseri göstererek canileri haber vermiş ve bu suretle o gizli cinÂyet meydana çıkarak niza

Sh:»387

ve fitne de bastırılmıştır. Demek ki bakaranın kesilmesi emrinin neticesinde ölülerin dirilmesine misâl ve şâhit verecek büyük bir mucize zuhur etmiştir.

        Artık ölüler dirilir mi imiş diyerek ba’s ba’delmevti “öldükten sonra dirilme” inkâr etmemelidir. Allah tealâ böyle akılların ihata edemiyeceği her hangi bir sûretle ölüleri diriltir.  Ve aklınız kemale ersin, hatırlayasınız ve tedbirli olasınız diye size âyetlerini, delillerini de gösterir. –Siz ölenlerin dirilmesini akla muhalif gibi zannedersiniz, halbuki bu zan, akıldan değil, aklın noksanından gelir. Zira ilk hayatı benzersiz kuran, başlatan  İlâh-î kudretin, ikinci hayatı inşa edememesi için hiç bir sebep yoktur. Akıl bunu öncelikle kabul etmek lâzım gelir, akıl, gerçi kıyas için daima bir misal arar, lâkin ilk hayat da misal olmak üzere kâfidir. Böylece bunu idrak edemiyenler için de Peygamberlere böyle bakare kıssası gibi i’cazkâr misaller gösterilmiştir. Yukarıda “saika-yıldırım” kıssası da diğer bir misal idi ki biri genel’î diğeri ferdîdir. Binaenaleyh bakare kıssasını Beni İsrâîle gösterilen bir ba’s ba’delmevt “öldükten sonra dirilme” misali olarak tasavvur etmek lâzımgelir.

**************     

        Yeri gelmişken buraya yukarıda bahsedilen (Nefs-i levvâme) mertebesini de merak edenler için bulunması kolay olsun diye (İrfan mektebi) isimli kitabımızdan ilâve eldim İnşeallah bilmeyenlere faydalı bilenlerede tekrar olur.

***************   

İKİNCİ  BÖLÜM

                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

“NEFS-İ   LEVVÂME”

                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

         Levm etmek;  çekiştirmek, zemmetmek, paylamak, serzeniş telâşlân-mak, pişmanlık duymak, anlamında dır.                                                                                                                                                                                                                                                                    

        Zikri:   “YA  ALLAH” tır.                                                                                               

        İdrâki:  Bu mertebenin şuuru ile ileriye doğru gitmeğe gayret etmesidir.                                                                                                                                                        

        Kûr’ân-ı Keriym, Enbiya Sûresi, (21/87) Âyetinde bu mevzua işaret vardır.          

                                                                                                                                                           > Ù ãb z¤j¢  o¤ã a ¬ü¡a  é¨Û¡a ¬ü ¤æ a ¡pb à¢Ü¢£ÄÛa ó¡Ï ô¨…b ä Ï

  ›7 åî©à¡Ûb £ÄÛa  å¡ß ¢o¤ä¢× ó©£ã¡a

       “Fenâdâ fizzûlümâti en lâilâhe illâ ente sübhaneke inni küntü minezzâlimiyn.”                                                                                                                                                     

        Meâlen; “ Karanlıklar  içinde “senden başka ilâh yoktur, sen münezzehsin,  doğrusu ben  zalimlerden  oldum,” diye  niyaz  etmişti”.                                                                                                                                  

        Hâli:  Bu mertebenin haliyle hallenmeye çalışmaktır.                                                                                                                                                                                                               

        Kûr’ân-ı  Keriym;  Kıyâmet Sûresi; (75/1-2) Âyetinde  bu  hâle  işaret  vardır.                

         “Lâ uksimü bi yevmil kıyâmeti.  (1) “                                                                     

         “Ve lâ uksimü binnefsillevvameti. (2)”                                                                             

         Meâlen: “ Kıyâmet gününe ve pişmanlık çeken nefs-e yemin ederim.“                                                                                                                                                                        

        Yaşantısı:  Nefs-i levvâmenin biri emmâreye, diğeri de mülhimeye bakan iki yüzü vardır. Ehli hayvandır. Davul önünde oynar, kürsi dibinde ağlar. Kendini beğenmiş olup, şer kaynağıdır, ham sofudur.                                                                                        

        Nefs-i levvâmenin belirgin ahlâk ve sıfatları; “ cehalet, hamlık,  kızgınlık, gıybet, levm, çok yemek, ve seks” dir.                                                                                            

        (HAVF ve  RECA)   (korku  ve  ümit)  arasında  yaşar.                                                     

         Bu mertebeden kurtulup yükselmenin anahtarı, (yâ  ALLAH) ( c.c.) ismi Celâli dir.  Mürşidinin sâlik’e yapmış olduğu bu telkinle zikre başlar, nûrunu, sırrını ve halini müşahede edinceye kadar çalışmalarına devam eder.                                    

        Rengi:  Kızıldır. Mürşidinin himmeti irşadıdır.                                                                  

        Şeriat  mertebesidir.                                                                                                                                                                                                                                                             

        Bu hususta kısa bilgi sunmağa çalışalım.                                                          

        Bu dünya âleminde bulûğa eren ve (nefs-i aali) tesirinde olan kimse, yukarı da bahsedilen biçimde çalışmalarını sürdürdükçe yavaş, yavaş manen güçlenmeğe başlar.

        Nefs-i emmâre’de kendine hakim olamayan yapmış olduğu her işte, “oh olsun, ne iyi yaptım,” diyen ve pişmanlık duymayan  kişi, (nefs-i levvâme) ye ulaşınca az da olsa şuurlanmaya ve pişmanlık duymaya başlar.                                                                     

        Yaptığı düşük işleri her ne kadar henüz daha durduramaz ise de, ancak yanlışlıklarının farkına varır. Kendi kendine pişman olur.                                                                 

        Bir daha yapmamaya gayret eder. Böyle böyle irâdi güç toplamaya başlar. Eski hareketler firenlendikçe kötülükler azalır ve artık yapılmaz hale gelir.                                    

        Kişi yavaş yavaş üzerindeki  (emmâre nefs-in) hakimiyetinden kurtulmaya başlar. Ancak burada yine tehlike vardır. Çünkü  (nefs-i levvâme) bir yüzden içeriye, yani (nefs-i mülhime) mertebesine bakıyor ise de bir yüzden de eski mertebesi olan dışa dönük (nefs-i emmâre) ye bakar. Himmetini yüceltirse içeriye doğru ilerler. Eğer eksiltirse dışarıya doğru gidip eski haline döner.                                                                           

        Her ne kadar bu mertebe dıştan ikinci daire ise de aslında  çok mühim bir mertebedir. Balığın  karnında  karanlıklar  içinde  kalan  ve  oradan  çıkmağa  çalışan Yunus (a.s.) gibi niyaz eder ve içinde bulunduğu (nefs) mertebesinin karanlığından kurtulup, zikr’in nûru ve sohbetin feyzi ile aydınlanmağa çalışır.                                                                                                                                                                                                                      

       Âyet’te; “Kıyâmet gününe ve pişmanlık çeken nefse yemin ederim,” diye buyuran  Cenâb-ı Hakk, acaba kıyâmet ile nefs-i levvâme yi niçin birlikte zikretmiştir? Demek ki; Hakk Teâlâ Hz. “nefs-i levvâme”ye o kadar çok değer veriyor ve bizim dikkatimizi çok açık olarak bu istikamete çekmek istiyordur.                                                                                                                                                                                                                              

        Birimsel kişiliğinin gelişmesi için bu mertebe de yüzünü  (nefs-i mülhime)ye çeviren kimsenin oraya ulaştığında, (nefs-i levvâme) si nin kıyâmeti kopmuş olur. Böylece onun ahlâkından kurtulur, kendine ve Hakk’a doğru bir daire daha yaklaşmış olur.                  

        Yukarıda bahsedilen Âyet-i Kerîme de, Yunus (a.s.) hayatından bir bölüm kısaca anlatılmaktadır.                                                                                                                                                                  

        Lâkabı Zünnun (Nun sahibi) olan Yunus peygamber,                                                                                                                                uzun nasihatler ve vaazlar neticesinde ıslah olmayan kavminden ümidini keserek bireysel akl-ı ile hareket ederek bulunduğu kasabasından hicret etmeğe karar vererek yola çıkar. NihÂyet bir suyun başına geldiğinde, karşıya geçmek üzere bir gemiye biner, fakat bütün şartlar yerinde olduğu  halde gemi hareket etmez.                                                                                                                                                                                                                   

        Bunun üzerine kaptan gemide bir günahkâr olduğuna ve bu yüzden geminin hareket edemediğine karar vererek, bunu ilân ettirir. Bu hadise üzerine, gemiden suya atlayan Yunus(a.s.) mı yutan yunus balığı, onu midesinde bir müddet dolaştırdıktan sonra sahilde bir kenara çıkarır.                                                                                                                                                                                                                                              

        Balığın midesinde; karanlıklar içerisinden,  (lâ ilâhe illâ ente sübhaneke inni küntü minezzâlimiyn.) Duasını okuyarak, Rabb’ı nın affına nail olur.                                                                                                                                                               

        Bu hadise bizlere Hakk yolunda çok büyük tecrübeler kazandırmaktadır. Evvelâ bir kimsenin aldığı görevini kendi aklına göre karar vererek bırakmaması gerektiğini.

        Dara düştüğünde Rabb’na sığınmayı.                                                                 

        Her zaman Rabb’ı ndan ümit var olmayı.                                                               

        Başına gelen hadiselerden ibret almayı.                                                                       

        Kendini eleştirmeyi ve varsa, yapılan yanlışlıklardan pişmanlık (levm) duymayı. Ahdine vefayı ve daha bir çok ibretleri bildirmektedir.                                                                                                                                                                                                  

        Yunus  (a.s.) balığın midesinde iken üç karanlık içerisinde idi.

Biri kendi varlığında mevcud!                                                                                                                               

         (1)    Nefs-i levvâme karanlığı:                                                                                    

        (2)    Balığın midesindeki karanlık:                                                                           

 (3)    Suyun içinin karanlığı:                                                                                                                                                                                                                                                 

        İşte bir Hakk yolcusu sâlik de, başlarda bu üç karanlık içerisinde dir de, farkın da bile değildir. Ayrıca yaşayan her insân da, bilsin bilmesin, fikren ve fiziken dahi bu hüküm içindedir. İnsân-ı insân yapan kendinde ki ilâhi akıl ve bilinçtir.                       

        Bu akıl, nefs-i benliği tarafından kaplandığında birinci karanlık içerisinde dir. Vücûd varlığı da bunları kapladığından ikinci karanlık içerisindedir. Vücûd varlığını da nasıl ki; suyun, içindekilerini kapladığı-sardığı gibi, oksijen deryası kaplayıp sarmaktadır. Bu da üç üncü karanlıktır.                                                                                                                 

        İşte bu karanlıklardan kurtulmak için, (Zünnun) lâkab-ı nı faaliyyete geçirmek gerekecektir. ( ‡)  zü” sahip (æ) “nûn” Nûr-u İlâhi ve kudret nun-u dur. Nun nûr’a dönüşünce kudret, ortaya çıkar. Melâike-i kiram nûrdan dır ve Hakk’ın bütün ilâhi kudret ve sıfatlarıyla her mahalde faaliyettedirler, ulaşamadıkları hiçbir zerre ve mahal  yoktur.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

        Genelde yaşadığımız hayat dahi  Zünnun’un hayatından başka bir şey değildir. Hava dediğimiz (oksijen) deryası her tarafımızı istilâ  etmiş lâtif bir denizdir. Vücud varlığımız yunus balığıdır, aklımız olan gerçek kimliğimiz ise o balığın karnında yani (batn-ı n da) bâtının da dır, ve sadece bedenler yaşanan hayatlar aynen bu üç karanlık hükmünde dir. Tek fark bizim dikey, balıkların yatay geziyor olmalarıdır.                     

        Bu halde iken bireysel dini görevlerini ihmal edip onlardan uzaklaşarak hakikat-i ilâhiyyeden hicret etmek, aynen Yunus (a.s.) mın o günkü haline düşmek olur ki; nefis  balığı her birerlerimizi hemen yutarak kendine yem yapar ve bir ömür boyu beden balığımızın içinde onunla birlikte, o nun esiri olarak yaşar gideriz de haberimiz bile olmaz.

        İşin aslı ise nefs yunusumuz’un içinden çıkıp o na hakim olup eğitmekle bir çok yararlı işlerde kullanıp ondan istifade etmeyi öğrenmek bizlere çok şey kazandıracaktır.                                                                                                                                      

        İşte,  Cenâb-ı  Hakk  bu  hakikatleri  bizlere  Kûr’ân-ı  Keriyminde (Zünnun) Yunus (a.s.) mın hayatından küçük bir bölüm halinde hikâye ederek habibinin lisanından bizlere ulaştırarak  lütfetmiştir.

        Faydalı olur düşüncesiyle, yeri gelmişken bu hadise hakkında küçük bir hatıramıda ilâve edeyim.                                                                                                                               

        Sayın; muhterem hocam, Ahmed Elitaş ile tefsir derslerimizi okurken Yunus (a.s.) mın bu faslına gelince, kendinin Kûr’ân-ı Azimüşşandan daha evvelce derlediği (10) soruyu sormuştu, onlardan bir tanesi de; (tabutuyla gezen  kişi  kimdir?)  idi, az sonra sorusunu yine kendisi cevaplayarak, “dünya da tabutuyla gezen tek kişi  Yunus (a.s.)  dır,” diyerek ilâve etmişti. ALLAH  (c.c.)  lühü  razı  olsun.                                                                                                                                                                                              

        Kıyâmet kelimesi genel anlamda dünyanın sonu, kıyametin kopması diye ifade edilirken, özel anlamda ise (KIYAM-ET) yani ayağa kalk anlamında dır. Ayağa kalkmak ise, iki türlüdür. Biri fiziki mânâ da, yatmak veya oturmaktan kalkmak, diğeri ise akıl ve şuurda ayağa kalkmak, yani şuurlanmak, gafletten uyanıklığa yönelmektir.                                                                                                                                                                              

        İşte bu durum da olan kimse, eski yaptıklarından pişmanlıklar duyarak kendini  levm etmesi ile aklî mahiyette kıyam, etmektedir. Böylece nefsinin hükmünde olan akl-ı cüz’ün den, akl-ı külle doğru yola çıkması o mertebenin gerçek kıyâm-et’ i dir.                                 

        Böylece beklenen genel kıyâmet gelmeden, kendi bireysel kıyâm-et’i ni koparmış ve vaktiyle hesabını, kitabını da görmüş olur.                                                                              

        Âhirette ise belki insânların çoğu kendilerini  levm edeceklerdir. Günahkârlar, günahlarından pişman olacakları için, iyiler ise neden daha iyi olamadıklarından pişman olup kendilerini levm edeceklerdir.      

        Bu ve benzeri hallerden bizleri vaktiyle uyaran Cenâb-ı Hakk, Kıyâmet Sûresi 1-2 Âyetlerinde ki; ikazlarıyla başımıza gelebilecek olumsuz hadiselerden bizleri yemin ederek korumağa çalışmaktadır. Bu çalışmalar sonun da idrak yükselmesi yolunda bir merhale daha aşılmış olur. ALLAH (c.c.) seyr halinde olanlara gayret ve kuvvet versin.

        Bu mertebenin zikri olan ALLAH esmâsı verilen sayıda çekildikten sonra yukarıda belirtilen idrâki ve hâli ni ifade eden  Âyetlerin en az (33) üçer def’a çekilmesi bu mertebenin daha iyi yaşanmasına yardımcı olacaktır.                                                                                                                                                                                                                          

        Bu çalışmalar yapıldıktan sonra yine üç Îhlâs bir Fatiha okuyup Peygamber  Efendimiz (s.a.v.) min ve ehli beyt hazaratının rûhlarına hediye eyleyip, o günkü dersimizi bitirmiş oluruz.                                                                                                                                                                                                                                                                             

        Ancak dersimiz daha ileride ise bu duayı son dersimizin sonunda yaparız diğerlerine de böyle devam ederiz.                                                                                                                                                      

***************

        Nihâyet epey uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra hamdolsun bakara dosyası-kitabını da bitirmiş bulunuyoruz Cenâb-ı Hakk okuyanlara en geniş mânâ da fayda sağlasın içinde yazısı bulan dost kardeş ve evlâtlarımıza da daha geniş idrak ve anlayışlar nasib etsin İnşeallah.

        Terzi Baba; (16/01/2011) Pazar Tekirdağ:

Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz

Cumartesi-halkı.jpg

(65) Ve lekad alimtümülleziyna’tedev minküm fiysSebti fekulnâ lehüm kûnu kıradeten hasiiyn;

       * Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.

       Ve andolsun ki sizin içinizden bazıları bildiği halde sebt gününü yani cumartesi’yi istismar ettiler, Biz onlara dedik ki, maymunlar olunuz;

       Bakın benî isrâîl ne oyunlar yapmış vaktiyle, halâ da yapıyorlar, biz İseviyyet mertebesinde de Muhammediyyet mertebesinde de olsak o Mûseviyyet mertebesinin hayal yönü var ya işte o hep oyunlar kuruyor fakat gerçek İseviyyet mertebesinde olan kimseye tesiri olmuyor, gerçek Muhammediyyet’te yine hiç olmuyor ama o ahlakı itibarıyla yapmaya devam ediyor, işte burada benî isrâîl’in dinlenme günü, sebt günü olan cumartesi günü o gün onlara çalışmak yasak, ancak onların içinde deniz kenarında yaşayıp balıkçılıkla geçinen bir topluluk varmış, onlar bir hile yapıp denizin birkaç metre içerisine bir havuz açmışlar, denizden bir bağlantı yapıp kapak koymuşlar, o kapağı cuma akşamından açıyorlarmış, geceden sabaha kadar deniz suyuyla beraber balıklarda havuza doluyorlarmış, cumartesi geçince de kapağı kapatıyorlarmış, daha sonra bu balıkları kolayca o havuzdan yakalıyorlarmış, işte böyle bir hile-i şerriye yaptıkları için Cenâb-ı Hakk onlara hor ve hakir maymunlar olunuz diyor ve tefsirlerde yazdığı gibi o şehir ahalisinin tümü maymun oluyorlar, işte tarihte kayıtlı olarak maymundan olan insân yok ama insândan dönen maymunlar var.

       Demek ki insânların bir hayvanlık mertebesi var ve insâna câzip  gelen daha çok hayvanlık mertebesinde yaşamak, meleklik mertebesi de var insân da o da belirgin ama daha az kimselerde, çoğunlumuzda hayvanlık mertebesi zuhurda, işte dış görünüşlerimiz her ne kadar insân sülietinde ise de iç bünyemizdeki hakiki halimiz ne ise bizim gerçek kimliğimiz o, kimimiz ihtiras peşinde koşuyoruz, kimimiz hırsızlık peşinde koşuyoruz, hırsızlık derken şunun bunun malını değilde kendi malımızı çalıyoruz, kendi nefsimiz çalıyor ve hatta kendi yönünde kullanıyor, hepimiz başka ahlâktayız işte bu ahlâk bizim insânlık yönümüzden daha ağır basıyorsa biz o hayvan kimliği üzereyiz, Cenâb-ı hakk bu hakikati belirtmek için bunları söylüyor.

       Ahirette üç türlü toprak kaynaklı mahlûk olacak, ahirette cinler de olacak, ruhlar da, melekler de yani bir çok varlık olacak mahşer de ama toprak kaynaklı üç tür olacak, bizi ilgilendiren onlar, bunlar;

       *dünyada hayvan olarak yaşamış ahirete hayvan olarak intikal etmiş,

       *dünyada insân olarak yaşamış ve ahirete insân olarak intikal etmiş, ve

       *bu ikisi arası yani dünyada insân sûretinde yaşamış ahirete hayvan olarak intikal etmiş, yani kendi asli varlığı üzere intikal etmiş olanlar.

       Şimdi herbirerlerimizin biz dünyaya gelirken Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı ilâhisi ile “Her insân İslâm fıtratı üzere doğar ebeveyni onu hıristiyan veya mûsevi yapar” denildiği şekilde, İslâm fıtratı üzere hâlk olunduğumuz için bizim zâhir varlığımız insân sülieti, işte bizim dünya yaşam süreci içerisinde hangi tarafa doğru meylimiz artmışsa yani hangi mahlûkun kimliğini almışsak ağırlıklı olarak o bizim kimliğimiz oluyor, yani biz ona dönüşmüş oluyoruz, kimimiz meleki yöne gidiyoruz melek hüvviyyetini oluşturuyoruz, kimimiz hayvani mertebeye doğru gidiyoruz onu oluşturuyoruz, kimimiz de gerçek insân hükmüne ulaşıyor ve halife hükmünü oluşturuyoruz kendimizde, bunların içinde en ağırı hayvan cinsinden birini ifade eder hale gelmemiz dünya içerisinde.

        Efendimiz (s.a.v), “insân hangi hal ile yaşamışsa o hal ile ölür, hangi hal ile ölmüşse o hal ile mahşere kalkar, dirilir”diyor. Biz burada kendi gerçek varlığımızı idrak edememişsek ve biz de mevcut olan şeyi Mısır’a gidin hükmüyle nefsaniyetimize kaptırmışsak, nefsaniyetimizde hangi hayvanın fıtratı üzere hareket etmişse ahirette o hayvan sûretinde kalkacağız, çünkü o bedeni mânâ oluşturduğundan, bizdeki mânâ ne ise o süliet o vücûdu oluşturacak, mânâ o zuhuru oluşturacak, ahiretteki bede-nimizide o mânâ oluşturacağından o sülietlerle kalkacağız.

       Mahşerde adaletle hareket edilip hayvanlar birbirlerinden haklarını aldıktan sonra onlara “Toprak olun” denilecek ve onlar o anda toprak olacaklar, onların âhireti yok, ama dünyada insân olarak, insân sülietinde yaşamış olan kişiler ahirete hayvan sûretiyle geldiklerinde ya leyteniy küntü turaba;” (Nebe,78/40.Ayet) “Keşke toprak olsaydım!” temennisinde bulunacaklar, bunun dışında dünyada insân olarak yaşamış insân asaletine yakışır şekilde hayatlarını sürdürmüş olanlarda insâni muameleye tabi olacaklar ama biraz günahları varsa cehennem de günahlarını çekecekler, eğer cennet ehli iseler kendi mertebelerine göre cennetlerine gidecekler, irfan ehlide Zat cennetine kendi yerine gidecek, Hakk’ın indine gidecek böylece o hayatta bitmiş olacak, işte bu Âyetten mahşerin bütün halinin anlatılması mümkün oluyor.

        Burada Sebt günü Allah’ın günü demektir, Allah’ın günü de kıyamet gününün sahibi demektir, cumartesi’de onların Allah’a ibadet etme günleri, ibadette din demektir, yani din gününün sahibi derken, bizim yaşadığımız zaman içerisinde ne kadar vaktimiz Allah ile geçmişse işte o vakitlerin sahibi Allah’tır, o da dindir, yani din gününün sahibi, burada dinden kasıt zamandır, onun dışında geçen günleri nefsimiz kapmışsa, nefistir o zamanların sahibi, vaktimizin ne kadarını Allah için ne kadarını nefsimiz için kullanıyor isek bizim üzerimizde sahip olan o dur, işte bunlar cumartesi gününü nefsleri için kullandıklarından ziyan ettiler, hayvan oldular, burada maymun diye belirtiliyor, çünkü maymun en büyük taklitçi, bizler de ibadetlerimizi taklidi yapıyorsak hayali veya nefsani bir çıkar için yapıyorsak maymundan başka bir şey değiliz bu dünya da.

        Cuma günü de bizim günümüz olduğuna göre bizler haftanın bütün günlerini Cuma etmek zorundayız, Cuma cem etmek demek, toplamak demek, Hakk’ın zaman zaman dünya işi giren o dakikalarını hep Rabbimizle birlikte olup, Cuma etmemiz gerekiyor, Cum’a da bayram olduğundan mü’minler olarak her günümüzü bayram etmek, her gecemizi de kadir gecesi etmek zorundayız, durumundayız ve bu imkânda bizde vardır.     

Firavun’u ve çevresini, orada gark ettik, boğduk, sizde bakıp duruyordunuz

frederick_arthur_bridgman_10x.jpg

(50) Ve iz feraknâ Bikümül bahre feenceynaküm ve ağrakna le fir’âvne ve entüm tenzurun;

       * Hani, sizin için denizi yarmış, sizi kurtarmış, gözlerinizin önünde Fir’âvn âilesini suda boğmuştuk.

       Yine o vakti hatırlaki, size denizi yardık, onu da hatırlayın, yine size necat verdik sizi kurtardık fir’âvn ve çevresindekileri boğduk, sizde bakıp seyrediyordunuz bu hâdiseyi, Biz yaptık bu işleri; İşte bakın nefsi emmârenin yani fir’âvn’un ölüm yeri burası, ölüm yeri derken hükmünün kalktığı yer burası, bir insân başlangıçta şeriat mertebesinde de olsa, tarikat mertebesinde de olsa nefsi emmâresi fir’âvn gibi önünde dikiliyor ama ne zaman ki Mûseviyyet mertebesinden bir “Hâdi-HidÂyet” gelecek, bir kurtarıcı gelecek, bunlarda ilham, idrak ve şuurun geldiği zamanlar işte, bunun içinde onun talepçisi olmak lâzım, Kızıldeniz olduğu söylenen denizi yardık demesinden maksat, hayalinde varettiğin hayal denizi, beşeriyetinle, aklı cüz’inle meydana getirdiğin hayal denizi, insânoğlunun burasını aşması mümkün değil, ta ki Hakk’tan bir necat gelecek, bir kurtuluş gelecek, bir Mûsâ gelecek ve asasıyla vuracak, oradan Oniki yol açılacak.

       Her tarikatın yolu kendine göre ayrı bir yol demektir, yeter ki o tarikat isminin ifadesi olan gerçek yolunu bilmiş, bulmuş olsun ve o yoldan gitmiş olsun yoksa o yolun kendisine açılmaması mümkün değildir, eğer yol açılmıyorsa ya dervişte aksaklık vardır ya Mûsâ’da aksaklık vardır fakat Mûsâ gerçek Mûsâ ise o yolu açar mutlaka ve dervişte gerçek bir dervişse Mûsâ’nın açtığı yoldan geçer eğer geçilmiyorsa eksikliği aramamız gerekiyor.

Firavun’u ve çevresini, orada gark ettik, boğduk, sizde bakıp duruyordunuz;

       Beni İsrâîl Mısır’dan çıktıktan sonra fir’âvn onları gönderdiğine pişman oldu ve arkasından ordusuyla birlikte geldi, önlerinde deniz arkalarında fir’âvn ve ordusunun olduğunu gören Yahudiler şaşırdılar, panik yapmaya başladılar, Mûsâ (a.s.) bu durumda Rab’binden niyaz etti, Cenâb-ı Hakk’ta ona elindeki âsâyı suya vur dedi, Mûsâ (a.s.) On iki defa muhtelif yerlerde asasını suya vurunca On iki yol açıldı (Not: burada açılan denizin dibindeki kumlar dünyada güneşi bir defa gördü ve sonra deniz tekrar kapandı)   

       Cenâb-ı Hakk o suyu öyle bir hâle getirmişki, o su açıldıktan sonra buz dolabında donan su gibi donup kalmış, şeffaf bir şekilde ve açılan On iki yoldan giden beni İsrâîl’in hepsi birbirini görmüşler, kalpleri mutmain olsun, huzurlu olsun diye bu şekilde olmuş, beni İsrâîl’in son ferdi bu yoldan karşıya geçtikten sonra fir’âvn ve ordusu oraya ulaşmış, fakat girme cesaretini gösterememişler, su kapanır diye, fakat o anda Cenâb-ı Hakk Cebrâîl (a.s.) ı bir kısrağın üzerinde suya göndermiş, fir’âvn’un altındaki at kısrağı görür görmez o da onun arkasına takılmış yoksa fir’âvn kendi isteğiyle oraya girmiş değil, at üstünde fir’âvn’u götürüyor, arkasındaki orduda fir’âvn gidiyor diye onun arkasından yola giriyorlar, ne zaman ki bütün ordu denize giriyor, o anda su üstlerine çöküyor, fir’âvn suya batıp boğulmak üzereyken “ben Mûsâ’nın Rabbine imân ettim” diyor “Lâ ilâhe illâllah” diye fakat o kabul edilmiyor tabi müşahedeli olduğu için, bir müddet sonra bütün ordu suyun dibinde kaldığı halde fir’âvn’un cesedi suyun üstüne çıkıyor, buradaki hikmet şu, zâhir olarak bile olsa Kelime-i Tevhid’i söyleyen bir kişi mutlaka fayda sağlar. Nefsimizde aynı şekilde, ne zaman ki biz kendimize ait yolu bulup hayal ve vehmin dışına çıkacağız, Mûsâ gelecek yani bizi götüren kimse olan irfan ehli, arifibillâh bize yol açacak biz o yola girdiğimiz zaman yani hayal ve vehmin dışına çıkmaya başladığımız zaman, nefsi emmâre’nin aslı hayale dayandığından o kendi anasına ulaşıp kendi anasında boğulmuş olacak, fakat Kelime-i Tevhidi telâffuz ettiği için bizde hayatını sürdürecek ama gerçeği olarak, işte ondan sonra karşıya geçtiğimizde o bize yardımcı olacak, bizi arkamızdan kovalamayacak, elimizden tutup yanımızda yardımcı olacak inşeallah, işte o mertebe itibarıyla gerçek tarikat ve yaşantısı budur.

       Ve sizde buna bakıp duruyordunuz; sanki bu oyunlar başka bir yerde oynanıyormuş gibi, bizler de cesedimiz üzerinde oynanan, duygularımız üzerinde oynanan bu oyuna aklımız itibarıyla bakıp duruyoruz, seyrediyoruz, işte nefsini bilen demek bu fiilleri itibarıyla, duyguları itibarıyla, aklı itibarıyla kendini tanıyabilmiş olan kendi nefsini bilen kimse demektir bu da bizim aklı külden gelen o mertebedeki zuhurumuz veya temsilci tarafımız, işte o bakıp duruyor seyrediyor çünkü müşahede ehli.    

Rabb-ine ulaşma (mülâku Rabbihim)

bittizzzpng.png

الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُوا رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

       (46) Elleziyne yezunnune ennehüm mülâku Rabbihim ve ennehüm ileyhi raciun;

       * Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O’na döneceklerini çok iyi bilirler.

       O kimseler ki, onlar Rab’larına mülâki olacaklarını zannederler, ümit ederler, yani zannederim, ümit ederimki ben Rabbime kavuşacağım diye, iyi niyet içerisindedirler, ve muhakkak ki onlar Rab’larına döneceklerdir, yani sabır ve salâtla namazlarını kılanlar ve sabırla isteyenler ve huşu içinde olan kimselerin yani gerçek tevhid ehli olan kimselerin, zannettikleri, arzu ettikleri şey Rablarına mülâki olmaktır. Zâhiri olan bazı kitaplarda Allah’a ahirette mülâki olacağı yazılıdır, o da doğrudur hayal ve vehim içinde olan kimseler için fakat irfan ehli Rablerine ahirette değil burada mülâki olurlar, en azından onu zannederler, onu isterler eğer zâten burada Rabbine ulaşamayan kimse ahirette gerçek Rabbine ulaşamaz kendi hayalindeki Rabbine ulaşır, çünkü Rabbe kavuşma yeri burasıdır, ahiret değildir. Yaşadığımız şu dünya o kadar muhteşem ve mübarek bir yer ki, beşer kelimesi bunu anlatmaya yetmiyor ne yazık ki, ama söyleyenden dinleyen ârif dediği gibi, insân kendi bünyesinde beşer lisânı yetmese bile gönül lisânı onun ne olduğunu açıklar daha yaklaşık bir ifade ile.

       Ve muhakkak ki onlar Rab’larına ulaşacaklardır diyor, demek ki huşu ile, sabır ile ve namazla, burada namazdan kasıt bütün ibadetler, sabırdan kasıt yaşam içerisinde başımıza gelen her türlü olgular, huşuda bunların yapılmasına sebep olan bizdeki İlâh-î enerji, bu nereden kaynaklanıyor, yaptığımız zikirlerden, sohbetlerden, çektiğimiz tesbihlerden bunlar meydana geliyor.

       Yalnız burada dikkat çeken bir şey daha var, “mülaku Rabbihim” onlar “Rablarına mülaki olacaklardır” diyor, Allah’a mülâki olacaklardır demiyor, niye, çünkü burası tarikat mertebesi itibarıyla olduğundan burada Rab kelimesi ve mânâsı geçerlidir, Rabbül Erbab, Rabbe ulaştıktan sonra ancak Allah’a ulaşmak mümkün olur, işte burası tarikat mertebesinin hakikatidir, hakiki tarikatın mensubu bu mertebede buraya ulaşır, çünkü Efendimiz (s.a.v) öyle buyurdu “men arefe nefsehu fakat arefe rabbehu” yani kim ki nefsine arif olduysa Rabbine arif oldu, İnsân-ı Kâmil adlı eserinde Abdulkerim Ciyli Hz.leri diyor ki: “Nefis rububiyet zatından meydana gelmiştir, öyle olduğu için bir buğday tanesini tanıyan kimse o ekmeği tanımış olur, bir buğday başağını bilmiş olan kimse o tarlayı bilmiş olur”.

       Bunları biz beşer kafasıyla dinlediğimiz için hayali bir bilim vermekten öte geçmiyor, ama Cenâb-ı Hakk’ın muradı İlâhî’si içerisinde sabırla, namazla, huşu ile eğer bunları gerçekten ciddi olarak yapmış olsak ve bizi yöneten kişi bu hallerden daha evvelce geçmiş ise her iki taraftada kabiliyet varsa kişinin bu âlemde Rabbine ulaşmaması mümkün değil tabi ki Cenâb-ı Hakk’ın muradı İlâhî’si içerisinde, ve kaderi İlâhî’si içinde fakat kişinin benim kaderimde bu yokmuş diyerek bunları bir kenara bırakması doğru bir hareket olmaz, acaba kaderinde varmıdır, yokmudur onu kesin olarak bilmek mümkün değildir, Cenâb-ı Hakk’tan iyi niyet üzere herbirerlerimizin kaderinde Rabbe mülâki olma ihtimali olduğundan, her insân doğuşta İslâm fıtratı üzere hâlkedildiğinden, İslâm da Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının zuhuru olduğundan, gerçek ifadesi olduğundan, herbirerlerimizde kendi mertebesi itibarıyla Rabbine ulaşması ihtimali mutlaka vardır, dolayısıyla biz bu hakikatleri çalışmadan, kenara bırakırsak onun sorumlusu tabi ki bizler yani beşeri yönümüz olmuş olacaktır, onun için takdiri İlâh-î var veya yok biz elimizden geleni yaptıktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın varmış gibi de ahirette ona mükâfat vermesi mümkün çünkü iyi niyet şart herşeyde.

       Kişinin Rabbine dönmesi biz istesekte istemesekte mutlaka meydana gelecek olan bir hâdisedir, yalnız burada acaba kim hangi Rabbe dönecek? Herkes tesiri altında olduğu Esmâ-i İlâhiyye’ye dönecek, Cenâb-ı Hakk’ın Doksan dokuz olarak belirtilen ama sonsuz sayıda isimleri vardır ve her bir isim bir Rabb yani terbiye edicidir, o esmânın çercevesi içerisinde de o esmâ’ya bağlı varlıklar var, işte her ne varsa bu âlemde o Rabbine dönecek, Mudil isminin zuhuru olan dalel ehli Mudil ismine dönecek yani o Rabbe mülâki olacak, Hakk isminin tecellisinde olan kimseler Hakk esmâsı olan o Rabbe dönecek fakat bunlar ayrı ayrı Rablar değil, Rabbül Erbab’ın kendine ait zuhurları veya güçleri zâten böyle olmasa bu âlemdeki bu sistem yürümez karmakarışık olur, her Esmâ-i İlâhiyye kendine ait zuhurları kontrol eder, tedbir eder, melekleri vasıtasıyla bu işleri yaptırırlar, yani netice bir şey nereden kaynaklanmışsa kaynağına dönecek.

       En kemâlli olan ve kendini bilen kimseler yani bu işi bu dünyada idrak etmiş olan kimseler ise bu zorlama hükmü altına sokulmadan kendileri diyecekler ki ”innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’un” (Bakara,2/156.Ayet) yani “muhakkak ki biz Allah içiniz ve O’na dönücüyüz” “innâ” dediğimiz zaman kendini bilen insânlar demektir , bakın burada Allah içiniz demenin de bir çok ifadeleri vardır yani Allah bizden Zât-i zuhurunu yapmakta onun içiniz biz demek bu ifade ve anlaşılması zor ve beşer idrakinde olanlarında kabullenmesi kolay değildir, ama gel gör ki hakikatte budur yani Zât mertebesinden bakıldığı zaman âyetin ifadesi “Ey o mertebeye ulaşmış olan kullarım ben sizden Zât-i tecellimi yapmaktayım” ama bunu çevremizdekiler bilir yada bilmez, ve “ileyhi raci’un” bakın burada Allah’a döneceğiz diyor, konumuz olan âyette ise Rablarına döneceklerdir diyor, demek ki mertebeleri itibarıyla birinin döneceği yer Rabb Esmâ-i İlâhiyyesi ve oradan sonraki ulaşımla Allah’a dönecekler fakat diğerleri doğrudan doğruya Zât ehli olduğu için “Biz Allah içiniz Allah’a döneceğiz” diyorlar.

       Muhiddini Arabi Hz.lerinin Lübb ül lübb isimli, kitabından;

       “Cennet ehli cennete vardıkları zaman Cenâb-ı Hakk onlara Zâtından Azamet ve Kibriya perdesini kaldırarak tecelli edecek, ve onlara “Ben sizin Rabbinız değilmiyim” diyecek, onlarda: ”hayır sen bizim Rabbimiz değilsin diyecekler” ve çok azı secde edecek, diğerleri secde etmeyecek, ikinci defa yine Cenâb-ı Hakk onlara Zâtından Azamet ve Kibriya perdesini kaldırarak tecelli ettiğinde “Ben sizin Rabbinız değilmiyim” diye onlar yine” hayır” diyecekler yine az bir zümre “evet sen bizim Rabbimizsın” diyerek secde edecek, üçüncü defa yine az bir kimse secde edecek, secde etmeyenlere Cenâb-ı Hakk buyuracak ki, Ey kullarım sizinle Rabbiniz arasında bir işaret var mı dediği zaman onlar “evet” diyecekler işte o zaman Cenâb-ı Hakk, cennet ehlinin herbirerlerinin kafalarındaki sülietlenmiş Rabları şekliyle onlara tecelli ettiğinde, “evet sen bizim Rabbimizsın” diye hepsi secde edecekler”,

       Bizler Cenâb-ı Hakk’ı sürekli tenzih mertebesinde düşündüğümüzden ve hep o haller ile gördüğümüzden başka bir tecellide olduğuna akıl erdiremediğimizden başka işleri başka bir Allah varmışta o yapıyormuş gibi düşündüğümüzden teşbihi mertebeleri, yaşantıları ona maledemiyoruz, diğer mahlûkata malediyoruz o zamanda diğer mahlûkata müstakil vücut vermiş oluyoruz işte bu da gizli şirkin en büyüğü olmakta, buna rağmen Cenâb-ı Hakk’ın yine Hadîs-i Şerifte “Ben kulumun zannı gibiyim” diye bildirmesi de kulları yani bizleri bu yükten kurtarmış oluyor. Cenâb-ı Hakk’ın Zât-i şekliyle idrak edilip kendi hakikati İlâhiyye’si içerisinde ârifane bir şekilde bilinmesi, birde beşeriyyet sınırları içerisinde hayal ve vehim olgusu içerisinde Cenâb-ı Hakk’ı anlamak var, işte beşeriyyet sınırları içerisinde bilmek avamın hâli, Zât-i şekliyle idrak edip ârif olmak hassül hasların hâli’dir, eğer biz bu şekilde kendimizi beşeriyet çerçevesi içinde bırakarak Cenâb-ı Hakkı idrak etmeye çalışırsak az çok yanılgı içerisinde oluruz, cennet ehli de olsak neticede hayal ehli olmuş oluruz ama biz yani ümmeti Muhammed hayal ehli olarak getirilmedi yeryüzüne, ümmeti Muhammed’in bütün ümmetlere şahit bir ümmet olabilmesi için bütün bu mertebeleri idrak edip diğer ümmetlerin halini izah etmesi gerektiği için, bu irfan ve idrake ulaşması gerekmekte aksi halde biz ümmeti Muhammedin hayalperestleri ve zâhiri zuhurları olmuş oluruz, gerçi o da eski ümmetlerin zâhiri zuhurlarına göre çok üstün bir şeydir ama niye elimizde sonsuz bir imkân var iken onu beşer sınırları içerisinde kullanalım, bize çok yazık olur ve bize yakışan bir şey de olmaz çünkü ümmeti Muhammed ümmetlerin en üstünü en güzelidir fakat ne yazık ki bizler bu hakikatleri bilemediğimiz için veya gayret etmediğimiz için ve çok acıdır ki ümmeti Âdem’den bile gerideyiz.

       Âdemi ümmet olmak için Âdemi hakikatleri idrak edip “ve nefahtü fihi min ruhi” Âyetini bizim yeryüzümüz olan beden mülküne indirmemiz gerekiyor ki o bizde faaliyete geçsin, o tohum bizdeki yerini bulsun, biz “ve nefahtü”’yü gönlümüze ekemediğimiz için Âdemi hakikat bizde yeşerip ağaç olup İbrâhîmiyyet, Mûseviyyet İseviyyet, ve Muhammediyyet kemâlatına ve meyvesine ulaşamıyoruz ne yazık ki.

       Bütün bunları beşer ve aklı cüz idraki içerisinde anlamaya çalıştığımız ve o kalıp ve çerçeve içerisinde kaldığımız için kendi hakikatimize ulaşamıyoruz, bizim öyle bir iç bünyemiz var ki (s.a.v.) Efendimizden verese olarak gelen, o kadar muhteşem bir iç bünyemiz var ki, hani Cenâb-ı Hakk Hadîs-i Kudsî’de “Ben yerlere göklere sığmam mü’min kulumun gönlüne sığarım” dediği sır da, aslında sır da değil biraz kafasını, gönlünü çalıştıran kimse kendinde bu açılımın olduğunu görür, dışardan baktığımız zaman biz kendimizi küçük bir âlem olarak görmekteyiz aslında Hz. Ali Efendimizin âlem-i Ekber’sin dediği gibi o hâle ulaşmamız gerekmektedir yani insân bâtınî olarak bütün bu âlemlerden büyük bir âlem ama zâhir olarak baktığında 70-80 kg. ağırlığı, 1,70 mt civarı ortalama boyu olan bir küçük maddecik ve biz kendimizi böyle görmekteyiz, ama işte bu küçük madde dediğimiz bizim asli varlığımız değil, bakın dikkat edelim asli varlığımıza giriş kapısıdır bu beden, eğer bu bedenlerimiz olmasa mânâ âleminede geçişimiz olmaz, bu bedenimiz bizim zâhir âlem ile bâtın âlem arasında berzahtır, kapıdır yani bizler için, onun için “illâ ulûl elbab” “ancak kâmil akıl sahipleri”, bir başka ifadeyle kapı sahipleri bu işleri idrak eder diyor.

       Her beden Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i İlâhiyyesi’nin zuhur ettiği bir kapıdır, herkes bir Esmâ-i İlahiyyesi’nin kaynağıdır, kim ki bunu idrak ettiyse ulûl elbab’tır, her kapıyı o kapının gerektirdiği anahtarı takarak açar yani karşısına gelen her kişiyi aynı anahtarla açmaz çünkü her anahtar her kilidi açmaz, onun için elhlullah bazı durumlarda “senin kilidin falan kimsede git o açsın” der, onun ihtisası o esmâ üzerine olduğundan oradan ona hitabı ve ulaşması daha kolay ve daha gerçekçi olur. Rabbinı bilen şeriat mertebesi itibarıyla bu sözü lâfzi olarak söyler, tarikat mertebesi itibarıyla bu sözün hakikatini huşu duygular içerinde söyler, hakikat mertebesinde artık hakikate eriştiğinden ve beşeriyeti orada kalmadığından, duyguları da orada izale olduğundan kendisini orada bulur, marifetullah mertebesi itibarıyla onun Rabbi İlâh-i olan Allah esmâsıdır, Yusuf (a.s.) zindandan çıkarken Ya sahıbeyissicni e erbabün müteferrikune hayrun emillâhul Vahıdül Kahhar;”(Yusuf 12/39.Ayet) yani “Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı rabler mi daha hayırlı, yoksa Vâhid-ül Kahhar olan Allah mı?” diyerek bize o kadar büyük yol açıyor ki, buradan gir ve bütün Esmâ-i İlâhiyye saltanatını seyret, her an, taptaze.