Günlük arşivler: 21 Ağustos 2018

Muhyiddin Arabî ‘den Gençlere Öğütler

images_1.png

Ey Mürid!

Öfke ve gazabını tut ve gösterme.Bunu yaparsan Allah’ı memnun etmiş,şeytanı üzmüş,kendi nefsini düzeltmiş terbiye etmiş olursun.Gazap,nefsin zaptedilmemesinden,başı boş bırakılmasından doğduğundan ,sen öfkeni tuttukça,nefs sırrını bilir,azmaz ve sana boyun eğer.Sen öfkeni tutarsan,karşındakini sevindirmiş,onun fiiline karşılık vermemiş,o na bir ceza biçmemiş olursun ki,bu davranışın cezadan çok tesir ve onun kendi nefsini cezalandırmasını telkin eder ve hak ve insaf dairesine dönüştürür,kusurunu itirafa yol açar.Öyleyse bu öğüüde önem ver ve bu huyu edin.Elbet bunun karşılığını,ecir ve sevabını ötede görürsün,mizanda kazanırsın.

Fakat,bunlardan da önemli olarak ,kazancın ve sevincin,en büyüğü şudur:Sen öfkeni tutarsan,Mutlak Âdil de,ilahi gazabını gerektiren fillerinden dolayı seni cezalandırmaz,affına kavuşturur.Senin affedişin ,ilahi afla mükafatlandırılır.Demek ki mü’min kardeşinin kusurunu affetmek ve verdiği zahmetlere tahammül etmekten daha büyük fayda düşünülemez.Allah,kullarına senin nasıl davranmanı buyurmuşsa,o da sana öyle davranır.Öyleyse ,sende bu gönül alıcılık,huyunu,yardım,barış ve adalet, elini uzatma hasletini ,ahlakını edin.Buna sarıl,buna çalış.Bu güzel ahlakve huy,halkın gönlüne karşılıklı sevgi ve saygıyı yerleştir.Allah’ın sevgilisi Peygamber’imiz Efenimiz,birbirimizi sevmeği ve hep sevgi üzere olmamızı buyuruyor,hep bu emri tekrarlıyor.Bu haslet,işte bu sevginin temel taşlarından başlıcasıdır.

Ey mürid!
Daima, ihsan makamına uy.Çünkü ihsan,Allah’tan hayaya,utanmaya ve ihsan dolu gönülde Allah’ın büyüklüğünün tecellisine sebep olur.Cibril-iEmin Hazretleri Peygamber Efendimize((İhsan nedir?)) diye sorduğunda,Peygamberlerin en üstünü ((Allah’ı görürcesine ibadet etmendir)) cevabını verdi.İşte İhsan makamının bu mertebesi,Yani Allah’ı görürcesine ibadet,ihsan halini kazanmış,bir mü’min kalbinde,Allah’ı tazim tecellisini doğurur;bu cevaptan sonra da Peygamber efendimiz;((Sen Allah’ı görmezsen de O seni görür.)) buyurdular.İhsanın bu mertebeside ,mü’minin Cenab’ı Hakk ‘tan haya etmesini sağlar.Hz.Peygamber,((Haya baştan başa hayırdır))dediğine göre,bir mü’minde haya bulunursa,o mü’min de fenalık bulunmaz.Ve gönlü haya kaplayınca,,böyle bir gönül sahibi,dünya ve ahirette fenalık görmez.Haya sahibi ,kimseye ululuk taslamaz ve tahakküm iddiasında bulunmaz.Haydi sen de;ihsan makamının bu iki yüce sıfatını kazanmaya çalış ve yönün hep bu makam olsun…

Ey Mürid!
Seher vaktinde,istiğfar ve zikre devam et.İstiğfar,hemen günah’ın ardından gelirse onu mahveder ve olmamışa çevirir.İbadet ve ihsandan sonra olursa nur üstüne nur,sevinç üstüne sevinç olur.Allah’ı zikretmek ise,kalbi dağınıklıktan,her parçası bir yerde olmaktan,perişanlıktan kurtarır ve bir noktada,bir hedafe yönelmiş olarak toplar ve gönlü sıkıntıdan kurtarır,onu sevinçle doldurur.Zikirden usanırsan Kuranı Kerim’den oku.Ama pkurken manasını düşünve tevhid ve tenzihe dair Ayet;i Kerimelerle Allah’ı an ve ta’zim et.Hayır ve korkutuşu taşıyan yüce Ayetler’de ilahi rahmeti iste ve azap bildiren ayetlerde Allah’ın koruyucu ismine sığın,geçmiş ümmet olaylarının açıklandığı ayetlerdende ibret al.Evet,gerçekten Kuran’ın taşıdığı hesapsız mananın çokluğu ve çeşitliliği sebebiyle okunuşundan kimseye usanç,melâl ve sıkıntı gelmez…

Ey Mürid!
Gönlündeki günahta ısrar düğümünü çözmeğe çalış.Nefsine:Ey söz dinlemez nefis,şimdi aldığın nefesten başka alabileceğini biliyormusun?Allah bilir ama,belkide şimdi aldığın nefes,dinya haytından en son nefesindir.Ölüm bu nefesinde yakana sarılır.Hâlâ sen kötülükte ısrar ısrar üstünesin.Günahta ısrar edenler içinmuhtalk Adil’in indinde dağların takât getiremeyeceği çok acıklı azaplar vardır.Böylesine korkunç bir azaba senin gibi çerden çöpten bir nesne nasıl dayanabilir?
Allah’a dön ve yönel ve tövbe et.Çünkü ecel pençesinin ne zaman hayatını iki parça edeceğini bilmiyorsun…

Muhyiddin Arabî

Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve ah-u eninlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor.Kim bilir belki de toplarla, tüfeklerle çözülemeyen problemler hiç umulmadık şekilde bir gün göz yaşlarıyla ve Hakk’a seherlerde yakarişlarla çözülecektir…

Kaynak: www.devisane.com

Tasavvufa Bakış ve İbn Arabi

95a6d50c50d4bf61ddcb348d6c664a58-d56f0yg.jpg

İslam dünyasında düşünceleriyle öne çıkan bir isim olan Muhyiddin İbn Arabi, gerek yaşadığı dönemde, gerekse daha sonraki süreçte sıkça eleştirilen bir o kadar da okunan bir düşünür. Bugünden bakıldığında İbn Arabi, saygın bir İslam düşünürü olarak anılmaktadır. İbni Arabi, Tasavvuf deyince ilk akla gelen isimlerden biri olmakla birlikte, en fazla eleştirilen mutasavvıfların da başında gelir. Genellikle tasavvuf, İbni Arabi üzerinden eleştirilir. Oysa Tasavvuf felsefesini eserleriyle fikirleriyle ortaya koyan ilk mutasavvıf Ebu Hâris Mehasibî’dir…Bundan sonra Cüneyd Bağdadî, Ebu Zeyd Bestami ve Şakik Belki’yi zikredebiliriz” (1) İbn Arabi’yi bu isimlerden daha çok eleştiri konusu yapan ise kendisinden önce yazılanları bir bütün halinde ve tek bir felesefede toplayabilmiş olmasıdır. Bu da şüphesiz kendisine atfedilen “Vahdet-i Vücud” görüşüdür.
Arabi, kainattaki her şeyi Allahın bir tecellisi olarak görür. Her şey onun bir yansımasıdır. Her şey ona aittir, her şey biraz da ondandır. Vahdet-i Vücud temelde yaratılanla yaradanın birliğini savunur. Arabi bunu şöyle izah eder “İnsan hakkın tecellî aynasıdır. Bütün eşyanın meydana çıkmasına insan sebep olmuştur. Öyle ise insan bütün eşyayı kapsayan ve ilâhi tecelliyat onda hitam bulmuştur.(3)
Bu görüş daha öncede başka düşünürler tarafından dile getirilse de, İslami açıdan bunu kurgulayan ve geniş kitleler tarafından başka biçimleriyle de kabul görmesine imkan sağlayan İbn Arabi’dir. Eleştirilerin odağında olmasının nedeni de budur. İbn Arabi bir terminoloji meydan getirmiş ve sistematik bir düzenleme yapmıştır. Kendisinden sonra gelen mutasavvıfların en fazla yararlandığı ve alıntı yaptığı isim olmasının nedeni de budur.
Endülüs’te doğan İbn Arabi, Aklın her şeyin çözümü olarak düşünüldüğü bir felsefi ortamdan sıyrılarak, (ki bunun Endülüs’teki en büyük temsilcisi İbn Rüşt’tür) kendisini seyahatlere ve araştırmaya vermiş, Bağdat, Mekke, Konya*, Şam olmak üzere birçok ilim merkezini dolaşmış, ve eğitim almıştır.
Tasavvuf’un başlıca üç merkezde doğup büyüdüğünü söylersek yanılmayız ki “bunlar, Kufe, Basra ve Bağdat’tır. Tasavvuf buradan Horasan ve Türkistan’a geçmiş, oradan Anadolu’ya gelmiştir. V. yüzyılda Endülüs’te bir kolu teşekkül etmiştir” (2) Özellikle Kufe öncelik ve nitelik açısından öne çıkan bir bölge olmuştur. Buranın köklü bir ilim merkezi olmasının etkisi büyüktür. Arabi’nin en önemli eserlerinden biri şüphesiz ki Fütûhâtı Mekkiye’dir. (3) Bu eseri önemli kılan yön, içinde yazanlardan daha çok, yazılış biçimidir.
Arabi bu kitabın kendisine manevi bir kanaldan yazdırıldığını ifade etmiştir. İçinde yazılanlar ise derinlikle okunması gereken anlatımlardır. Arabi’nin eserlerindeki güçlü anlatım ve felsefi derinlik, düz mantıkla anlaşılamaz. Bu açıdan başta Fütûhâtı Mekkiye olmak üzere Arabi’nin kitapları farklı okuma süreçlerinden geçirilmelidir. Benimde okuduğum zaman keyif aldığım eserlerden biri olan Fütûhâtı Mekkiye, özellikle tasavvufa ilgi duyan ya da gönül verenlerin mutlaka okuması gereken bir eser.
Son dönemlerde Tasavvuf’a artan ilgi, bu tür eserlerin okunmasını gerekli kılmaktadır. Tasavvuf’un sanata, müziğe, edebiyata, yaptığı katkılar, çıkarılan dergilerde neşredilirken, bu felsefi düşüncenin karşıtlıklarıyla birlikte iyice kavranması gerektiğini düşünüyorum. Arabi anlaşılması zor bir o kadar da yanlış anlaşılmaya müsait bir isim.**
Bu açıdan Tasavvuf’un bu müstesna ismini anlamak için çaba sarf etmeliyiz. Şeyh’ül Ekber sıfatına nail olan Arabi’yi diğerlerinden ayıran bir yön de halkın içinde, halkla birlikte yaşamasıydı. İnzivaya çekilip kendisini insanlardan soyutlamak yerini onların içinde onların sorunlarıyla ilgilendi.
Bu çok önemli; iş sadece nefis terbiyesi değil ya da sadece felsefe değil. Eğer sadece felsefi olarak düşünürsek geleceğimiz son nokta Yunan Felsefesidir, yok sadece nefis terbiyesi olarak düşünürsek, günlerce meditasyon yaparak, yemeden yaşayabilen ve kendini her türlü dünyevi zevkten arınmış Brahman ve Budist rahiplere takılıp kalırız.
Cüneyd Bağdadi tasavvufu “Hâkla yeniden diriliş” olarak tanımlar. Bu yeniden dirilişin merkezinde, Kur’an ve İslam peygamberi olmalıdır. İmam Ali’nin Hariciler için sarf ettiği “Sözleri hak, muradları batıldır” sözünü bir yerlere kazımalıyız.
Hasan Basri, Mevlâna, İbrahim Dûsuki, Mısrî, İmam Rabbani, Sadreddin Konevi, Cüney Bağdadi, isimlerini zikredebileceğimiz tasavvuf anlayışını, okuyarak anlamak zorundayız. Arabi bunu şöyle izah eder “Bizim meşrebimizde olmayanlar, bizim kelâmlarımızı anlayamazlar” (4) Okudukça yeni kapıların açılması ise özümseme ve gayret işi.
* Burada hemen belirtelim ki İbn Arabi, Türkler tarafından çok sevilmiştir, Konya’da bulunduğu sırada Risaletü’l-Envar’ı yazan Arabi, başta Selçuklu hükümdarı olmak üzere, ilgi ve saygıyla karşılanmıştır. Osmanlı zamanında da Yavuz Sultan Selim, İbn Arabi’nin düşüncelerine önem vermiş ve Şam Osmanlı idaresine geçince, mezarını koruma altına almıştır. Selim mezarın bulunduğu yere Camii inşa ettirmiştir.
** Bazıları İbn Arabi’nin yazdıklarını Panteist, Monist düşünceyle irtibatlandırmıştır. Bir kısım onun böyle düşündüğü zannına kapılarak bu düşüncelere meyletmişti.
(1) Osman Pazarlı, İslam’da Ahlak, Remzi Kitabevi, s.154, 1980
(2) age,155
(3) Fütûhâtı Mekkiye’den tavsiyeler, Yasin yayınevi, s.330 Tercüme; Ahmed Faik Arslantürkoğlu, 2006

MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ

indir (13)_0.jpg

Ibn Arabi Vakfı   Abū `Abd Allah Muhammad b. `Ali b. Muhammad b. al-`Arabi al-Hātimī al-Tā’ī (Arapça:أبو عبد الله محمد بن علي بن محمد بن العربي الحاتمي الطائي) Kısaca Muhyiddin ibn Arabi de denir (d. 1165 – ö. 1240[1]). Ünlü mutasavvıfİslam düşünürü ve şairidir.
Konu başlıkları

  • 1 Hayatı
  • 2 Muhyiddin İbn Arabi ve Ekberi Öğretisi
  • 3 İbn Arabi’ye Yönelik Eleştiriler
  • 4 Sadreddin Konevî’den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Osmanlılar döneminde devam ettiren sufilerden bazıları
  • 5 Eserleri
  • 6 Türkçede İbn Arabi
    • 6.1 İbn Arabi Üzerine
  • 7 Batı Dillerine Çevirilen Eserleri
  • 8 Yabancı Dillerde İbn Arabi ve Okulu
  • 9 Eserlerinden Alıntılar, Tez ve Makaleler
  • 10 Ayrıca bakınız
  • 11 Kaynakça
  • 12 Dış bağlantılar ve diğer internet sayfaları

Hayatı Muhyiddin İbn-i ArabiMuvahhidun döneminde 27 Ramazan 560’da Mursiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı.
İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında ‘Ahmed İbnu’l-Esirî’ adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. Hakkındaki kayıtlara göre İbnu’l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet’e çekilen İbnu’l-Arabi, halvetinden keşf yoluyla edindiği çeşitli bilgilerle çıkmıştır.
Endülüs‘de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. ŞamBağdad ve Mekke‘ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182‘de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi’nin akıl yolu’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki gençMuhyiddin gerçek bilgi’nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Bu senelerde ‘Şekkaz’ isminde bir şeyh‘le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183’de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de ‘Lahmî’ isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur’an dersi aldı.
1184-1185’de ‘Ureynî’ isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. ‘Ureynî’, Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar’da ‘Martili’ adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, ‘Ureynî’’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir’ dedi.
Bu yıllar’da İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzünün İbn Arabi’nin bakmaktan utanacağı kadar güzel olduğu söylenir.
1189‘da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii’nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir.
Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyet’ini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 589‘da (Hicri) Sebte Şehri’ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.
1196‘da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198‘de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasındaŞekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu’nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200’de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs’la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye’de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve “Ruhu’l-Quds”, “Tacu’r-Rasul” adlı eserler’ini yazdı.
1204‘de MedineMusulBağdad‘da bulundu. Musul’da, “et-Tenezzülatu’l-Musuliyye” yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığıSadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken “Risaletü’l-Envar” ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Futuhat-ı Mekkiye’deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüzyüze gelince gizlice oradan kaçtı.Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.Şam’da kendisinin Fütuhat’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus’u kaleme aldı(627/1230). İbn Arabi bu eseri rüya’sında Peygamber’den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam‘da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun dağı eteğindedir. 1516 yılında I. SelimŞam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde -İbn Arabi’nin kendisine ait olduğu iddia edilen- ‘bütün yüzyıllar yetişdirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benimle anılacak’ mealindeki bir beyit yazılıdır.
Muhyiddin İbn Arabi ve Ekberi Öğretisi  Ana madde: Ekberilik  Varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden sonra Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi’nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber’e atıfla Ekberî sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da Ekberi sufiler kimi görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. Örneğin Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî her ikisi de Ekberî olmakla birlikte özgün görüşleri de olan ve başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.
İbn Arabi’ye Yönelik Eleştiriler Muhyiddin İbn Arabi’ye karşı öğretisini benimseyenlerce Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar veya düşmanları tarafından Şeyh-i Ekfer (en kafir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, Muhyiddin İbn Arabi’nin İslam tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri hatta en ünlüsü olduğunun da bir göstergesidir. Öğretisini benimseyen birçok sufi/filozoflara göre Muhyiddin İbn Arabi diğer sufilerin yaşadıkları ve bildikleri ancak toplumsal, teolojik gerekçelerle sözünü etmekten kaçındıkları bir durumu ilk ifade edenlerden biridir. Esasen Muhyiddin İbn Arabi de öğretiyi kendisinin keşfettiğini asla söylememiş tersine diğer sufilerin bu hallerini kendisinin açıkça ifade eden ilk kişi olduğunu belirtmiştir. Bu açığa vurmanın sebebini de Fusus adlı eserinde kendi iradesine değil peygamberin doğrudan emrine dayandırmıştır.
İbn Arabi varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi [kaynak belirtilmeli] sebebiyle hem bazı fakihler, kelamcılardan hem de bazı sufilerden bazıları ılımlı bazıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabi’nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş [kaynak belirtilmeli] ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabi’nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir. İbn Arabi’nin görüşlerine katılmayan ancak onu kafirlikle suçlamayanlar da eserlerinin tevili yani yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddia etmişlerdir. Akademik, ilmi çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabi’nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.
İbn Arabi’nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbeli mezhebi geleneğinden beslenen alim İbn Teymiyye‘dir. Arabi’nin vefatından yirmi sene sonraHarran‘da doğan İbn Teymiye Arabi’nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.
Hanefiler’den Ali el-Qarîİbn Teymiyye’yi savunarak İbn Arabi hakkında Sert Eleştiriler’de bulundu. Bu Eleştiriler İsmail Fenni Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhaneddin Ebu’n-Nasr Parsa, Fusus için Can, Fütühat için Gönül Tabir’ini kullanır.
’..Şu halde o Ezelî olan İnsan (şekliyle) Hadis, Zuhur ve Neş’eti bakımından Ebedî ve Daimi’dir.’ (Fass-ı Âdem’den) Alem’in kıdem’i inancını savunan bu sözü Zahirî Mütekellimlerce Küfür sayılmıştır. Eğer Fikirlerinde bir Değişme meydana gelmemişse Futuhat’ta savunduğu tez’in ışığında bu söz’ü anlamak gerekir.
Futuhat’ta Araz olduğunu söylediği Alem’in Fusus’ta insan sözkonusu edildiğinde A’yan-i Sabite yani Allah’ın İlmi’nde olan Sureti (Suver-i İlmiye) yönüyle ezeli olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadimdir.
Bu yoruma imkân veren gerekçe, bir Şey‘in hem Hadis, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Fusus’taki Cümle’den anlaşılan mana,Alem‘in bir itibara göre Hadis (Feyz-i Mukades), diğer bir itibara göre de Ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).
   Ibn Arabi’nin Ortaçağda yayınlanmış kitaplarının listesi   Aliyyu’l-Karî, bu Söz’ün Açık bir Küfür olduğunu söyler. Çünkü İnsan’ın Zat ve Sıfat’ı ancak, Hulul ve İttihat ve Vucudiyye (Panteizm) Mezhebi’nce Allah’ın aynı ve Sıfatı Kabul edilir.[12]
İsmail Fenni ise bu Metni şu Anlam’da okuyarak [Aliyyu’l-Karî]’ye katılmaz:
Bu sözler’den maksat, Allah ilahî isimlerin suretleriyle bize göründüğünden, biz kendimizi, O’nun bizde Zahir olan Sıfatlar’ı üzerine biliriz. Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam gibi, kendimize nisbet ettiğimiz sıfatları, O’na nisbet ederiz. Yani bizde Zahir olan ilahi sıfatlar’la, bizim sıfatlanmamız sebebiyle, biz o sıfatlar’la Hakk’ı vasıflandırıp, kendimize nisbet ettiğimizi, O’na nisbet ederiz demektir. Gerçi bu sıfatları Allah da kendisine nisbet etmiştir. (9/et-Tevbe 104, 56/el-Vakıa 63). Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak O’nun 500 kadar Eseri olduğunu nakleder. Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini söylediği firhistinde, çoğu tasavvufla ilgili olan 250’yi geçmeyen eserini sayar. En büyük eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. O’na göre ‘onun ıstılahlar’ını anlamadan, tenkidler’in düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki söz ve tenkidleri göz önünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O, çözüm’ü şu tavsiyeler’de arayacaktır:
a) Şeriat’a Aykırı olduğunu zannettiğimiz bir Söz nakledilirse, Naklin Sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu sözün o kişi tarafından söylendiği iddiasını reddederiz. b) Te’vil’e imkân buluyorsak te’vil eder, aksi taktirde ‘Tasavvuf Ehli katında belki te’vil’i vardır’ demeliyiz. c) Bu Sözler sekir halinde söylenenler cümlesindedir diyerek, anlayamadığımızı beyanla o söz ile amel etmemeliyiz.’ Bazı eleştirmenlere göre “Varlıkta ancak Allah vardır”, veya “Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir.” diyen İbn Arabî, bu sözleriyle inancını ifade ederken Kur’ân âyetlerini de hiç bir kural tanımaz tavırla yorumlamıştır.
Bazıları için safi küfür olan bu itikadı yumuşatmak için çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Sadreddin Konevî’den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Osmanlılar döneminde devam ettiren sufilerden bazıları  Ana maddeler:Sadreddin Konevî ve Osmanlılar

Eserleri Nefahat’a göre, Bağdad Uleması’ndan birisi Muhyiddin İbnu’l-Arabî üzerine bir Kitap Te’lif etmiş ve bu Kitap’ta Musannefat’ının 500’den fazla olduğunu söylemiştir. İbnu’l-Arabî’nin Eserlerinin sayısı kendine de Malum değildi, denir. Hayat’ında Dostlar’ının İsteği üzerine birkaç defa bunların Fihristini yapmak istedi. Bu Fihristler birbirinden ayrı 3 yazma halinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bazıları:

  • Fütûhat-ı Mekkiyye fi Esrâri’l-Mahkiyye ve’l Mülkiye, Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881’dedir. Bu Nüsha 31 Cild halinde tertib edilmiştir.
  • Fusûsu’l-Hikem, Türkçe’ye çevrildi Molla Cami, Hoca Muhammed Parsa’nın “Füsûs” için, “can”, “Fütûhat” için “gönül” dediğini rivayet eder.
  • Kitabu’l-İsra ilâ Makâmi’l-Esrâ,
  • Muhadaratü’l-Ebrâr ve Müsameretü’l-Ahyâr,
  • Kelamu’l-Abâdile,
  • Tacu’r-Resail ve Minhacu’l-Vesâil,
  • Mevaqiu’n-Nucûm ve Metali’ Ehilletü’l-Esrar ve’l-Ulûm,
  • Ruhu’l-Quds fi Münasahati’n-Nefs,
  • et-Tenezzülatü’l-Mevsiliyye fi Esrari’t-Taharat ve’s-Salavat,
  • Kitabu’l-Esfar,
  • el-İsfar an Netaici’l-Esfar,
  • Divan,
  • Tercemanu’l-Eşvak,
  • Kitabu Hidayeti’l-Abdal,
  • Kitabu Taci’t-Terâcim fi İşarati’l-İlm ve Lataifi’l-Fehm,
  • Kitabu’ş-Şevâhid,
  • Kitabu İşarati’l-Qur’an fi Âlaimi’l-İnsan,
  • Kitabu’l-Ba’.
  • Nisabü’l-Hiraq,
  • Fazlu Şehâdeti’t-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi’l-Mükinîn,
  • Cevâbü’s-Sual,
  • Kitabu’l-Celal ve hüve Kitabu’l-Ezel,
  • Kitâbu’l-Cem ve’t-Tafsîl fî Esrâri’l-Ma’ânî ve’t-Tenzîl, Meryem Süresi’ne kadar yazdığı Kuran-ı Kerim tefsiridir. Her ayeti Celal, Cemal ve İ’tidal olmak üzere 3 ayrı makamda incelediğini belirtir. İbn Arabi’ye göre Kuran-ı Kerim’i bu tarzda tefsir eden hiç olmamıştır. Sadece 64 defter Kehf Süresi’ndeki “Ve iz kâle Mûsâ li fetâhu lâ ebrahu …” (18/60) ayetine ayrılmıştır.

Türkçede İbn Arabi

  • Fusus’ül-Hikem, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayıncılık
  • Fütuhat-ı Mekkiye, çev. Ekrem Demirli, I.-VI. Cilt Litera Yayıncılık
  • Fususu’l – Hikem Tercüme ve Şerhi I, Ahmed Avni Konuk, Hazrılayan: Doç. Dr. Selçuk Eraydın, IV cilt, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı
  • Arzuların Tercümanı, İz Yayıncılık
  • Fenâ Risâlesi, İz Yayıncılık
  • Fenâ Risâlesi – Arzuların Tercümanı, İz Yayıncılık
  • Marifet Kitabı, İz Yayıncılık
  • Marifet ve Hikmet, İz Yayıncılık
  • Nurlar Hazinesi, İz Yayıncılık
  • Saatlerin Hazinesi, Sümer Yayınları
  • Tedbirât-ı İlâhiyye -Tercüme ve Şerhi-, İz Yayıncılık

İbn Arabi Üzerine

  • Yetkin İlker Jandar, İbn Arabi ve Ekberilik, Ataç Yayınları
  • Tahir Uluç, İbn Arabi’de Sembolizm, İnsan Yayınları
  • İbn Arabi Anısına, ed. İbrahim Medkur, Çev: Tahir Uluç, İnsan Yayınları
  • Suad El-Hakim, İbnü’l Arabî Sözlüğü, Çev: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları
  • Claude Addas, İbn Arabi-Kibriti Ahmer’in Peşinde, Çev: Atila Ataman, Gelenek Yayınları
  • Michel Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman: Muhyiddin İbn Arabi, Çev: Atila Ataman, Gelenek Yayınları
  • Şeyh Mekki Efendi ve Ahmed Neyli Efendi, Yavuz Sultan Selim’in Emriyle Hazırlanan İbn Arabi Müdafaası, Gelenek Yayınları
  • Seyfullah Sevim, İslam Düşüncesinde Marifet ve İbn-i Arabi, İnsan Yayınları
  • İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdeti Vücud Ve İbn Arabi, Hazırlayan: Prof. Dr. Mustafa Kara, İnsan Yayınları
  • Mustafa Fevzi, Vahdet-i Vücud Meselesi, Hece Yayınları
  • Metin Yasa, İbn Arabi ve Spinoza’da Varlık, Elis Yayınları
  • William Chittick, Hayal Âlemleri, İbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, çev: Mehmet Demirkaya, Kaknüs Yayınları

Batı Dillerine Çevirilen Eserleri

  • Commentary on Tirmidhi’s Hadith Collection (book)
  • The Bezels of Wisdom (Fusus al-Hikam) , Arabi’nin Magnum Opusu olarak değerlendirilen eseri.
  • The Meccan Illuminations (Al-Futuhat al-Makkiyya), Mistik felsefesinden tasavvufi pratiklere kadar kadar geniş bir konu yelpazesine sahip en hacimli eseridir.
  • The Meccan Revelations, Volume I (Al-Futuhat al-Makkiyya),Edited by Michel Chodkiewicz. Translated by William C. Chittick & James W. Morris. Preface and Introduction by James Morris. Pir Press, New York, 2002.
  • The Meccan Revelations, Volume II (Al-Futuhat al-Makkiyya),Edited by Michel Chodkiewicz. Translated by Cyrille Chodkiewicz and Denis Gril. Introduction by Michel Chodkiewicz. Pir Press, New York, 2004.
  • The Mysteries of Bearing Witness to the Oneness of God and Prophethood of Muhammad A translation by Aisha Bewley of three chapters of the Futuhat and a portion of the Introduction. The greatest part of the book consists of the translation of the last chapter of the Futuhat (Chapter 560), called here “Advice Which Benefits the Seeker”. Great Books of the Islamic World, 2002
  • The Diwan, beş ciltlik şiir kolleksiyonu
  • The Holy Spirit in the Counselling of the Soul (Ruh al-quds), Mağrip’deki çeşitli tasavvuf üstadlarıyla edindiği deneyimlerin özetini de içeren ruh üzerine risalesi.
  • Contemplation of the Holy Mysteries (Mashahid al-asrar), Ondört rüyet ve Tanrı ile diyaloglarını içermektedir.
  • Divine Sayings (Mishkat al-anwar),Anqa Publishing, new edition 2010, Arabi’nin hadis kolleksiyonu.
  • The Book of Annihilation in Contemplation (K. al-Fana’ fi’l-mushahada), Zühdün anlamı üzerine kısa bir risale.
  • Devotional Prayers (Awrad), Arabi’nin gündüz ve gece okuduğu dualar.
  • The Four Pillars of Spiritual Transformation (Hilyat al-abdal) Translation and Arabic edition by Stephen Hirtenstein, Arabi’nin tasavvuf yolunda tanıştığı velilerle ilgili eseri.
  • A Prayer for Spiritual Elevation and Protection (al-Dawr al-a’la or Hizb al-wiqaya)Study, translation, transliteration and Arabic text by Suha Taji-Farouki
  • The Universal Tree and the Four Birds – Treatise on Unification (al-Ittihad al-kawni) Introduction, translation and commentary by Angela Jaffray, Arabic text edited by Denis Gril.
  • The Universal Tree and the Four Birds – Treatise on Unification (al-Ittihad al-kawni)
  • Muhyiddin Ibn ‘Arabi – A Commemorative Volume, Edited by Stephen Hirtenstein and Michael Tiernan. A selection of papers and translations.
  • Divine Governance of the Human Kingdom, Interpreted by Tosun Bayrak from the Ottoman Turkish, Fons Vitae, 1997.
  • The Seven Days of the Heart, Prayers for the nights and days of the week, Translation into English of Ibn ‘Arabi’s Awrâd al-usbû (Wird), with introduction and notes. Translated by Pablo Beneito and Stephen Hirtenstein. Read an Extract on the publisher’s website. Anqa Publishing, 2000
  • La Production des Cercles, Kitâb inshâ ad-dawâ’ir al-ihâtiyya Book of the Description (i.e. drawing) of the Circles Encompassing the Correspondence of Man to Creator and Creatures. Parallel text – Arabic / French translation, with introduction and notes by Paul Fenton & Maurice Gloton. Éditions de l’Éclat, 1996
  • Las contemplaciones de los misterios (Mashahid al-asrar al-qudsiya wa-matali al-anwar al-ilahiyya) Muhyi l-Din Ibn ‘Arabi This includes a critical edition made by Suad Hakim and Pablo Beneito of the Arabic text of the Mashâhid al-asrâr of Ibn ‘Arabi, and their introduction and translation of the text into Spanish. This was the basis for the English translation by Cecilia Twinch, Contemplation of the Holy Mysteries. Editora Regional de Murcia, first printed 1994, reprinted 2003
  • Le Dévoilement des Effets du Voyage, Kitâb al-isfar ‘an natâij al-asfâr Muhyiddin Ibn ‘Arabi Describes the kinds of journeys travelled by human beings, with specific reference to the model journeys of the prophets. Parallel text – Arabic / French translation, with introduction and notes by Denis Gril. Read a Review from the Journal. Éditions de l’Éclat, 1994
  • L’Interprète des Désirs by Ibn ‘Arabi The Tarjuman al-Ashwaq translated into French with introduction and notes. Includes Ibn ‘Arabi’s full commentary. Translated by Maurice Gloton. Albin Michel, Paris, 1996
  • El lenguaje de las alusiones – amor, compasión y belleza en el sufismo de Ibn ‘Arabi Pablo Beneito. This book includes three chapters related to essays which appear in English on this website, on The Divine love of Beauty, and The Servant of the Loving One – reflections on the Divine Names al-Jamil and al-Wadud, and on The Presence of Superlative Compassion (Rahamût). Altogether there are seven chapters. Editora Regional de Murcia,2005

Yabancı Dillerde İbn Arabi ve Okulu

  • Masataka Takeshita  : Ibn ‘Arabi’s Theory of the Perfect Man and Its Place in the History of Islamic Thought, Tokyo: Institute for the Study of Languages and Cultures of Asia and Africa, Tokyo University of Foreign Studies, 1987
  • William C. Chittick :Ibn ‘Arabi’s Imaginal Worlds: Creativity of Imagination and the Problem of Religious Diversity
  • _____________  : The Sufi Path of Knowledge: Ibn al-‘Arabi’s Metaphysics of Imagination
  • ______________  : Ibn ‘Arabi – Heir to the Prophets.
  • ______________  : Imaginal Worlds.
  • ______________  : The Self-Disclosure of God
  • Stephen Hirtenstein: The Unlimited Mercifier: The Spiritual Life and Thought of Ibn ‘Arabi
  • _____________  : Prayer and Contemplation: The Principles of Spiritual Life according to Ibn ‘Arabi.
  • Henry Corbin  : Creative Imagination of the Sufism of Ibn ‘Arabi
  • ______________  : Alone with the Alone: Creative Imagination in the Sufism of Ibn ‘Arabi.
  • Claude Addas  : Looking for the Red Sulphur: The Story of the Life of Ibn ‘Arabi (İbn Arabi: Kibrit-i Ahmer’in Peşinde adıyla Türkçeye çevirildi)
  • ___________________: The Voyage of No Return
  • Michel Chodkiewicz: An Ocean without Shore -Ibn ‘Arabi, The Book and the Law.
  • ___________________: The Seal of the Saints
  • ___________________: The Spiritual Writings of Amir Abd al-Kader
  • Peter Coates  : Ibn ‘Arabi and Modern Thought – The History of Taking Metaphysics Seriously
  • Alexander D. Knysh : Ibn ‘Arabi in the later Islamic Tradition
  • Titus Burckhardt  : Mystical Astrology According to Ibn ‘Arabi
  • __________________ : Universal Man by Abd al-Karim al-Jili translated with commentary
  • Michael Sells  : Mystical Languages of Unsaying
  • Ronald L. Nettler  : Sufi Metaphysics and Qur’anic Prophets: Ibn ‘Arabi’s thought and method in the Fusûs al-Hikam
  • Toshihiko Izutsu : Sufism and Taoism (Fusus’daki Anahtar Kavramlar ve Lao Tzu’da Anahtar Kavramlar adıyla Türkçeye iki cilt olarak tercümesi yapıldı)
  • Caner K. Dagli: The Ringstones of Wisdom (Fusús al-hikam)translation, introduction & glosses by Caner K. Dagli.
  • E.A.Afifi  : Ibn Arabi: Life and Works, http://www.muslimphilosophy.com/hmp/XX-Twenty.pdf
  • Mohamed Haj Yousef : Ibn ‘Arabi – Time and Cosmology Ibn Arabi’nin zamanın kozmos ve yaratıcıyla ilişkisini ele aldığı eseri.
  • Pablo Beneito  : La taberna de las luces, İbn Arabi, Şusteri ve diğer sufilerin İspanyolca’ya çevirilen şiirlerini içeren seçki. Editora Regional de Murcia, 2004

İkrâm sahibi zâtlar Hak-perest ve geriye kalan insan fertleri ise kendini-perest

452-13.jpg

Mevlânâ (r.a.) buyurmuşlardır:
Tercüme:
Her kim ki eleste kapılmıştır
Tâ ahd-i “eles”ten o mesttir
Bağlanmış ayağı derd evinde
Can vermek için küşâde-desttir
Kendinden o fânî Dost’la bâkî
Hayret ki, o yoktur ve vardır
Bu zümredir ancak ehl-i tevhîd
Gerisi cihanda kendini-peresttir

Kim nefsine ârif olursa…

indir (12)_0.jpg

“Kim nefsine ârif olursa…” Benim nefsime kim ârif oldu? Emr, haberdâr-lık için istenilmiştir; yoksa helâkı kabûl edici olan mâdene ârif olunması için değil. “Küllü şey’in hâlikun” ya’nî “Her şey helâk olucudur” ile “illâ vechehu” (Kasas, 28/88) ya’nî “O’nun Zât’ından başka” hiçbir diğerine orantı kabûl eder mi? Ya’nî sonradan olmuş helâk olucu olan şeyin ârif olması ile ka-dîm olanın ârif olması arasında ne nisbet vardır? Ey göz, sende güneşten bir nûr vardır. Eğer o nûru tanırsan, güneşi tanırsın; yoksa helâk olucu ve halk ve mâden olan gözün yağından ibâret bulunan şebekesini ve karalığını ve aklığı-nı tanımakla güneşe ârif olmazsın. Ey cüz’i nûr, sen asılda küllî olmuş idin. Bu donmuş yağı, senin ayağına ”ihbitû” (Bakara, 2/38) ya’nî “Hepiniz ininiz” emri bağlamıştır. Onun için cüz’i oldun ve sözün de “ene beşerun” (Fussilet, 41/6) ya’nî “Ben ancak bir beşerim” oldu. Bu yağın aynı içinde de eğer kendi-ni görür ve tanır isen, bilirsin ki, sen cüz’î değilsin; yine olduğu gibi küllsün. Bu mâdenler içinde bir iş için mevcûd oldun. Vallâhu a’lem.
Fîhi Mâ-Fîh

Hz. MEVLÂNA’dan ÖZLÜ SÖZLER

mevlana-yedi-ogudu.jpg

Sevgide güneş gibi ol,
dostluk ve kardeşlikte
akarsu gibi ol,
hataları örtmede gece gibi ol,
tevazuda toprak gibi ol,
öfkede ölü gibi ol,
her ne olursan ol,
ya olduğun gibi görün,
ya göründügün gibi ol.
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok.
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.
Eşekten şeker esirgenmez ama eşek
yaratılışı bakımından otu beğenir.
Dert, insanı yokluğa götüren rahvan attır.
Leş, bize göre rezildir ama, domuza,
köpeğe şekerdir, helvadır.
Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül,
kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?
Pisler, pisliklerini yapar ama
sular da temizlemeye çalışır.
Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür.
Selviyi hür bir halde yücelten,
kederi de sevinç haline sokabilir.
Nasıl olur da deniz, köpeğin agzından pislenir,
nasıl olur da güneş üflemekle söner?
Akıl padişahı kafesi kırdı mı,
kuşların her biri bir yöne uçar.
Tövbe bineği, şaşılacak bir binektir. Bir solukta
aşağılık dünyadan göğe sıçrayiverir.
Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü,
inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.
Kim daha güzelse kıskançlığı daha fazla olur.
Kıskançlık ateşten meydana gelir.
Dünya tuzaktır. Yemi de istek.
İstek tuzaklarından kaçının.
Irmak suyunu tümden içmenin imkanı yok ama
susuzluğu giderecek kadar içmemenin de imkanı yok.
Gürzü kendine vur. Benliğini, varlığımı kır gitsin.
Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer.
Eşeğe, katır boncuğuyla inci birdir. Zaten o eşek,
inciyle denizin varlığından da şüphe eder.
Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu,
dinleyenin dinlemesinden, anlamaesından ileri gelir.
Oruç tutmak güçtür, çetindir ama
Allah’ın kulu kendisinden uzaklaştırmasından,
bir derde uğratmasından daha iyidir.
Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz.
Suyu başına döksen, başı kırılmaz.
Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan,
toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.
Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana,
içinde inci vardır.
Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir.
Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.
Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?
Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes
çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?
Meyve ekşi bile olsa, olmadıkça ona ham derler.
Her dil, gönlün perdesidir.
Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.
Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları
olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de.
İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey
görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun
diye bu alem yok değildir.
A kardeş, keskin kılıcın üzerine atılmadasın,
tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme.
O dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti.
Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme.
Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da
nedir bir sevgiye harcanmadıktan,
bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.
Gördün ya beni gamdan başka kimse hatırlamıyor,
gama binlerce defa aferin.
Nefsin, üzüm ve hurma gibi
tatlı şeylerin sarhoşu oldukça,
ruhunun üzüm salkımını görebilir misin ki?
Şu dünyada yüzlerce ahmak, etek dolusu altın verir de,
şeytandan dert satın alır.

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok.
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Sen diri oldukça ölü yıkayıcı seni yıkar mı hiç?

Dert, insanı yokluğa götüren rahvan attır.

Ehil olmayanlara sabretmek ehil olanları parlatır.

Leş, bize göre rezildir ama, domuza, köpeğe şekerdir,helvadır.

Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır.
Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?

Pisler, pisliklerini yapar ama sular da temizlemeye çalışır.

Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür.
Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.

Nasıl olur da deniz, köpeğin ağzından pislenir,
nasıl olur da güneş üflemekle söner?

Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar

Tövbe bineği, şaşılacak bir binektir.
Bir solukta aşağılık dünyadan göğe sıçrayıverir.

O beden testisi ab-ı hayatla dopdolu, bu beden testisi ise ölüm zehiri ile.
İçindekine bakarsan padişahsın, kabına bakarsan yolu yitirdin.

Genişlik, sabırdan doğar.

Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü,
inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.

Kim daha güzelse kıskançlığı daha fazla olur.
Kıskançlık ateşten meydana gelir.
Dünya tuzaktır. Yemi de istek. İstek tuzaklarından kaçının.

Irmak suyunu tümden içmenin imkanı yok ama
susuzluğu giderecek kadar içmemenin de imkanı yok.

Gürzü kendine vur. Benliğini, varlığımı kır gitsin.
Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer.

Ey altın sırmalarla süslü elbiseler giymeye, kemer takmaya alışmış kişi.
Sonunda sana da dikişsiz elbiseyi giydirecekler.

Eşeğe, katır boncuğuyla inci birdir.
Zaten o eşek, inciyle denizin varlığından da şüphe eder.

Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu,
dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.

Ayın, geceye sabretmesi, onu apaydın eder.
Gülün, dikene sabretmesi, güle güzel bir koku verir.
Arslanın, sabredip pislik içinde beklemesi, onu deve yavrusu ile doyurur.

Zahidin kıblesi, lütuf, kerem sahibi Allah’tır.
Tamahkarın kıblesi ise altın torbası.

Sarhoş, cinayeti yapar da sonra “özrüm vardı, kendimde değildim”der.
Kendinde olmayış, kendiliğinden gelmedi sana,onu sen çağırdın.

İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir.
İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır.

Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz.
Suyu başına döksen, başı kırılmaz.
Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan,
toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.

Yoldaki bir tepecik seni bunaltmış, oysa önünde yüzlerce dağ var

Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır.

Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak.
Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak,başka yere koymak.

Hiçbir kafire hor gözle bakmayın. Müslüman olarak ölmesi umulur çünkü.

Şu deredeki su,kaç kere değişti,yıldızların akisleri hep yerinde.

Yol kesenler olmadıkça ,lanetlenmiş şeytan bulunmadıkça,
sabırlılar, gerçek erler, yoksulları doyuranlar nasıl belirir, anlaşılır?

Oyun ,görünüşte akla uymaz ama çocuk oyunla akıllanır.

Anlayış, edep şehirlilerdedir. Ziyafet, garip konaklamak da köylülerde.

Resimler ister haberleri olsun,ister olmasın,
hepsi de ressamın elindedir, o elden çıkar.

Alışan güvercin sallanan kamıştan kaçar mı hiç?
O kamıştan göklere uçan yere alışmamış olan güvercin ürker,kaçar.

Mal, sadakalar vermekle hiç eksilmez.
Hayırlarda bulunmak,malı yitmekten korur.

Çalınmış kumaş,devamlı kalmaz insanda. Hırsızı da darağacına götürür.

Ağlayışın,feryat edişin bir sesi,sureti vardır. Zararınsa sureti yoktur. Zararda insan elini dişler ama zararın eli yoktur.

Her korkuda binlerce eminlik vardır,göz karasında onca aydınlık mevcut.

Verdiğini geri alan kişi, köpek gibi kusmuğunu yemiş olur.

Şarap kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir ki.
Ağzını,şarabı verene aç.

Ekme günü gizlemek toprağa tohumu saçmak günüdür.
Devşirme günüyse tohumun bittiği gündür,karşılığını bulma günüdür.

Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir.
Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.

Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?

Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları.
Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?

Meyve ekşi bile olsa, olmadıkça ona ham derler

Çayırlıktan, çimenlikten esip gelen yel,
külhandan gelen yelden ayırt edilir.

Dünya malı, bedene tapanlara helaldir.

Gerçek kokusuyla, ahmağı kandıran yalan sözün kokusu,
miskle sarımsak kokusu gibi, söz söyleyenin soluğundan anlaşılır.

Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.

Ahlaksızların bağırışıyla, yürekli yiğitlerin naraları,
tilkiyle arslanın sesi gibi meydandadır.

Kötü nefis, yırtıcı kuştur.

Hırsın yemdir, cehennemse tuzak.

Doğan, avdan av getirir, fakat kendi kanadıyla uçar da avlanır.
Padişah da bu yüzden onu keklikle, çil kuşuyla besler.

Dil, tencerenin kapağına benzer.
Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın.

Yemekle dolu karın, şeytanın pazarıdır.

Sözle anlatılan şey, yalan bile olsa, kokusu,
gerçek olduğunu da haber verir, yalan olduğunu da.

Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir.
Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir.
Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir.

Mumundur karanlık veren sana.
Anlatırdım bunu ama, gönlünün beli kırılıverir.
Gönül şişesini kırarsan artık, yaşamak fayda vermez.

Rüşvet alan para pul padişahı değiliz.
Paramparça olmuş gönül hırkalarını diker, yamarız biz.

Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı,
dünyada su da olmazdı, ateş de.

İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir. Görememek ayıbı, göstermemek kusuru, uğursuz nefsin parmağına ait işte.

İnsan, gözden ibarettir aslında, geri kalan cesettir.
Göz ise ancak dostu görene denir.

A kardeş, keskin kılıcın üzerine atılmadasın,
tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme.

Bir gömlek derdine düşeceksin ama belki o gömlek kefen olacaktır sana.

Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti.
Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.

Saman çöpü gibi her yelden titrersin.
Dağ bile olsan, bir saman çöpüne değmezsin.

O dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti.
Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme.

Gördün ya beni gamdan başka kimse hatırlamıyor,
gama binlerce defa aferin.

Nefsin, üzüm ve hurma gibi tatlı şeylerin sarhoşu oldukça,
ruhunun üzüm salkımını görebilir misin ki?

Ağzını kapa ve altın dolu avucunu aç.
Ceset cimriliğini bırak da cömertliği seç.

İnanmışsan, tatlı bir hale gelmişsen, ölüm de inanmıştır, tatlılaşmıştır.
Kafirsen, acılaşmışsan, ölüm de kafirleşir, acılaşır sana.

Doğruluk, Musa’nın asası gibidir. Eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer.
Doğruluk ortaya çıkınca, bütün eğrilikleri yutar.

Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek
Allah’ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir.

Sıkıntı ve huzursuzluk mutlaka bir günahın cezası,
huzur ise bir ibadetin karşılığıdır.

Üzerinde pek çok meyveler bulunan bir dalı, meyvalar aşağı doğru çeker.
Meyvasız bir dalın ucu ise, servi ağacı gibi havada olur.

Topluluk bizim yanımıza geliyor. Susacak olsak, incinirler.
Bir şey söyleyecek olsak, onlara göre söylemek lazım geldiğinden
o zaman da biz inciniriz.

Ümit, güvenlik yolunun başıdır.

Kuş seslerini öğrenen kimse, kuş olmadığı gibi aynı zamanda
kuşların düşmanı ve avcısıdır.

Dert, insana yol gösterir.

İman, namazdan daha iyidir. Çünkü namaz beş vakitte,
iman ise her zaman farzdır.

İki canlı kuşu birbirine bağlasan, dört kanatlı oldukları halde uçamazlar, çünkü ikilik mevcuttur.

Sokak köpeğine ister altın, ister yünden tasma tak,
yine sokak köpeği olmaktan kurtulamaz.

Cübbe ve sarık ile alimlik olmaz.
Alimlik, insanın zatında bulunan bir hünerdir.

Değil mi ki gönül mutfağında yemekler tabak tabak,
peki ne diye aşağılık kişilerin mutfağına kase tutacakmışım?

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi,
ne diye insan tohumunda böyle bir şüpheye düşüyorsun?

Testi taştan korkar ama o taş çeşme oldu mu,
testiler her an ona gelmeye can atar.
Sus artık yeter! Sır perdelerini pek o kadar yırtma.
Çünkü bize, kırıkları sarıp onarmak, sırları örtmek yaraşır.

Altın aramıyorum, altın olmaya yeteneği olan bakır nerede?

Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren mum ve petek değildir. Arı biziz. Şekil sadece bizim imal ettiğimiz mumdur.

Dünya köpüktür. Allah sıfatlarıysa denize benzer.
Fakat şu cihan köpüğü, denizin arılığına, duruluğuna perdedir.

Sözün içini elde etmek için harf kabuğunu yar.
Saçlar da sevgilinin yüzünü, gözünü örter.

Burnuna sarımsak tıkamışsın, gül kokusu arıyorsun.

Biz, tulumla, küple, testilerle tatmin olmayız.
Bizi çekip ırmağınıza götürün.

Dünyaya demir atmış Karun’u, yer çekti, yuttu.
Ulular ulusu İsa’yı gökyüzü çekti, yüceltti.

Ekmek, beden hapishanesinin mimarıdır.

Gübre olup bostanın gönlüne giren pislik, yok olur gider de pislikten kurtulur, kavunun, karpuzun lezzetini arttırır.

Avlanmak istedik mi uçup gittiğimiz yer Kafdağı’dır.
Akbaba gibi leş avlamayız biz.

Bir köpeğin önüne bir çuval şeker koysan bile,
onun gönlü yine leş peşindedir.
Şekerden ne anlar o?

Allah ile birleşmek demek, senin varlığının O’nunla birleşmesi demek değildir. Senin yok olmandır.

Küfürle iman, yumurtanın akıyla sarısına benzer.
Onları ayıran bir berzah var, birbirine karışmazlar.

Köpekler gibi kızmayı bırak, arslanların gazabına bak.
Arslanların gazabını görünce de var, bir yaşına girmiş koyun gibi yavaş ol.

Din evinde haset faresi bir delik açar ama
kedinin bir miyavlaması ile ürker kaçar.

Kadınlar, aklı olanlara, gönül sahiplerine pek üstün olurlar.
Cahillere gelince, onlar, kadına üstündür.
Çünkü tabiatlarında hayvanlık vardır. Sevgi ve acımak,
insanlık vasıflarıdır. Hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasıfları.

Mümin bir kopuza benzer. Madem ki inanan kişi feryat edip ağlamada
kopuzdur, kopuz kendisine mızrap vuran olmadıkça feryat etmez.

Madem ki, akıl babandır beden de anan, oğulsan babanın yüzüne bak.

Yeryüzü ile dağda aşk olmasaydı, gönüllerinde bir ot bile bitmezdi.

Kuş, kafeste kaldıkça başkasının buyruğu altındadır.
Kafes kırıldı da kuş uçtu mu, nerede ona geçecek buyruklar?

Bal çanağının ağzı kapalı. Sen ise, üstünü, yanını yalayıp duruyorsun. Çanağı yere çal,

İnsana bütün korku içinden gelir fakat insanın aklı daima dışarıdadır.

Dil, anlamlara bir oluktur adeta, fakat nereden sığacak oluğa deniz?

O kadar çok koşmayın, o kadar yorulmayın,
şu yerin altında çırak ne olmuşsa usta da o olmuştur.

Bir lağımın pis kokusunu koklamak,
ruhu kokuşmuş zenginlerle sohbetten yüz misli iyidir.

Sen, yeni bir çocuk doğurmadıkça, kan tatlı süt haline gelmez.

Hırsızlara, kötülere, alçaklara acımak, zayıfları kırıp geçirmektir.

Aşk, davaya benzer. Cefa çekmek de şahide.
Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki.

Tohum yerde gizlenir de, o gizlenmesi bağın,
bahçenin yeşermesine sebep olur.

Yazı yazılırken eli görmeyen kişi,
yazı kalemin oynamasıyla yazılıyor sanır.

Gül solup, gül bahçesi harap olduktan sonra
gülün kokusunu nereden duyabiliriz? Gülsuyundan!

Firavun, yüzbinlerce çocuk öldürttü, aradığıysa evinin içindeydi.

Geminin içindeki su, gemiyi batırır.
Geminin altındaki suysa, gemiye arka olur.

Aynanın berraklığını yüzüne karşı söylersen, ayna hemen buğulanır,
seni göstermez olur.

Eşek, suyun kadrini bilseydi, ayak yerine baş koyardı ırmağa.

Aklın deveciye benzer, sense devesin.
Aklın seni ram eder, ister istemez dilediği yere çeker götürür.

Eğer parça buçukta bütünle beraberdir, ondan ayrılmaz diyorsan,
diken ye, diken de gülle beraberdir.

Gümüşün dışı aktır, berraktır ama onun yüzünden el de kararır, elbise de.

Ateşin kıvılcımlarıyla al al bir yüzü vardır.
Ama yaptığı kötü işe bak, karanlığı seyret.

Yoksul, cömertliğin aynasıdır.

Peygamberler insanları Allah’a ulaştırmak için gelmişlerdir.
İnsanların hepsi bir bedense, kulla Allah birleşmişse
kimi kime ulaştıracaklar?

Sabır, genişliğin anahtarıdır.

Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen varlığını yaka dur.

Ana karnındaki çocuğa doğmak, dünyadan göçmektir.

Terazide arpa altınla yoldaş olur ama bu,
arpanın da altın gibi değerli olmasından değildir.

Koruktaki su ekşidir ama koruk üzüm olunca tatlılaşır, güzelleşir.
Derken küpte yine acır, haram olur fakat sirke olunca ne güzel katıktır.

Ay, yıldızlardan utanır ama yine de cömertliği yüzünden
yıldızların arasında bulunur.

İnanan, inananın aynasıdır.

Sen şekillerde kalırsan puta tapıyorsun demektir.
Her şeyin şeklini bırak, manasına bak.

Rengi kara bile olsa, bir kişi seninle aynı maksadı güdüyorsa,
ona ak de, senin rengindedir.

Hacca gideceksen, bir hac yoldaşı ara.
İster Hint’li olsun, ister Türk, ister Arap.
Şekline, rengine bakma, maksadı ne, ona bak.

Yokluk, varlığın aynasıdır.

Arslanın boynunda zincir bile olsa, bütün zincir yapanlara beydir arslan.

Zıddı meydana çıkaran, onun zıddı olan şeydir. Bal, sirkeyle belirir.

Kasırga pek çok ağaçlar yıkar fakat yeşermiş bir ota ihsanlarda bulunur.

Dostların ziyaretine eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmektir.

Herkes güneşi görebilseydi,
güneşin ışıklarına delalet eden yıldızlara ne ihtiyaç vardı?

Hiç köpeğin havlaması, ayın kulağına değer mi?

Huzurunda bulunmayanlara bile böyle elbiseler,
böyle yiyecekler verirse, kim bilir konuğun önüne ne nimetler koyar.

Hıristiyanların bilgisizliğine bak ki, asılmış Allah’dan medet umuyorlar.

Resim, ressama, beni kusurlu yaptın diye söz mü söyleyebilir?

İnsanoğlu, dilinin altında gizlidir.
Dil, can kapısının perdesidir. Yel, perdeyi kaldırdı mı ne var, belirir bize.

Sen de sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede,
Musa’nın eli nerede

Akıllı birisinden gelen cefa, bilgisizlerin vefasından iyidir.

Kara odun ateşe eş oldu mu, karalığı gider, tümden ışık kesilir.

Bağış, kine merhemdir.

Tahta içinde yaşayan kurt,
o tahtanın fidan olduğu vakit ki halini bilir mi hiç?

Madem ki hırsızsın, bari o güzelim inciyi çal, madem ki gebe kalıyorsun, bari yüce bir çocuğa gebe kal.

Sabrı olmayanın imanı yoktur.

Korukla üzüm birbirine zıttır ama, koruk olgunlaştı mı güzel bir dost olur.

Allah yüzünü çirkin yaratmışsa, kendine gel de,
hem çirkin yüzlü hem çirkin huylu olma bari.

Aynada bir şekil görürsün hani, senin şeklindir o, aynanın değil.

Satrançta piyon yola çıkar da, sonunda yüce vezir olur.

Kibir kokusu, hırs kokusu, tamah kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.

Sonsuzun iki yanı da yoktur, ortası nasıl olabilir?

Dosttan, yakınlardan gelen bir cefa,
düşmanın üçyüzbin cefasına bedeldir.

Güneşin ışığı pisliğe vursa bile pislenmez, ışıktır o.

Başın ırmağın suyuna daldı mı, suyun rengini nasıl görebilirsin?

Davud’un elinde mum oluyor, senin elindeyse mum, demire dönüyor.

Sabır, insanı maksadına en tez ulaştıran kılavuzdur.

Yılan yumurtası da serçe yumurtasına benzer ama
aralarında ne kadar fark var.
Bilginin, iki kanadı vardır, şüphenin tek.

İkiyüz batman bala, bir okka sirke döksen, balın içinde erir, gider.
Balı tattın mı sirkenin tadını bulamazsın fakat tartarsan bir okka fazla gelir. Demek ki sirke, hem yok olmuştur, hem vardır.

Bir kuyudan her gün toprak çeker, her gün orayı kazar, eşersen, sonunda arı duru suya ulaşırsın.

Denizden bile yerine su koymadan devamlı su alsan,
bu işin denizleri çöle çevirir.

Sen, yerdeki yeşillik gibisin, ayağın bağlı.
Bir yel esti mi, tam inanca ulaşmadan başını sallarsın.

Oltandaki et lokması, balık avlamak içindir.
Öyle lokma ne bağıştır ne cömertlik.

Sözün eğri olsa da, anlamı doğru bulunsa,
sözdeki o eğrilik, Allah’ya makbuldür.

İçen akıllıysa, aklının parlaklığı daha da artar,
fakat kötü huyluysa daha beter olur. Ama halkın çoğu kötü olduğundan, beğenilmez huylara sahip bulunduğundan, içki herkese haram edilmiştir.

Eşeğin ardını öpmekte bir tat, tuz yoktur.
Faydasız yere, sakalını, bıyığını kokutur.

Pirlik, saçın sakalın ağarması ile elde edilmez.
İblisten daha ihtiyar kim var?

Tavus kuşu gibi sadece kanadını görme, ayağını da gör.

İnci de denizin dibinde, taşlarla beraberdir.
Övünçte, ayıpların arasındadır.

Pirenin ısırışından meydana gelen yanış,
seni yılan soktu mu yok olur gider.

Öküz, ansızın Bağdat’a gelir, şehri bir baştan öte gezip, dolaşır.
Bütün o zevki, hoşluğu, tadı, tuzu görmez de
göre göre karpuz kabuğunu görür.

Hani bir hayvan vardır, porsuktur adı.  Dayak yedikçe semirir, büyür, köteği yedikçe daha iyileşir, sopa vuruldukça semirir,
insan da gerçekte porsuktur, çünkü o da dert, mihnet sopasıyla
büyür, semizleşir.

Uçan kuş, yeryüzünde kalsa tasalanır,
derde düşse ağlayıp inlemeye koyulur.
Fakat ev kuşu, kümes hayvanı, yeryüzünde sevinçle yürür,
yem toplar, neşeyle koşar durur.

Ölülerle savaşıp gazilik elde edilmez.

Hoş, güzel ömür, yakınlık aleminde can beslemektir.
Kuzgunun ömrü ise fışkı yemeye yarar.

Kin, sapıklığın da aslıdır, kafirliğin de.

Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker.

İnciyi sedefin içinde ara, hüneri de sanat ehlinden iste.

İnsan bir ağaca benzer, kökü, ahdinde durmaktır.

Susmakla canın özü, yüzlerce gelişmeye ulaşır.
Ama söz, dile geldi mi, öz harcanır.

Ömür de Allah’la hoştur, ölüm de.
Allah’a kavuşmadıktan sonra, ab-i hayat bile ateştir.

Hiç ay, yeryüzünde ev sahibi olur mu?

Hırs, çirkinlikleri bile güzel gösterir.

Padişahın adamlarından biri, zindanın burcunu yıksa,
zindancının gönlü bu yüzden kırılır mı hiç?

Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan, gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına,
sonra güzelim akıl, fikir, ayırt ediş varlığına geldin.

Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur.

Demirciliği bilmiyorsan, demirci ocağından geçerken
sakalın da yanar, saçın da.

Taş, taşlıktan çıkıp yok olmadıkça,
mücevher olup yüzüğe takılır mı hiç?

Padişah, töhmet altına alınanı Karun’a çevirir.
Artık suçsuzu ne hale kor, onu sen düşün.

Eğri ayağın gölgesi de eğridir.

Tam inanç aynası kesilen kişi,
kendini görse bile, Allah’yı görmüş olur.

Bilgiye ulaştı mı ayak, kanat olur.

Göz olgunlaştı mı, temeli, özü görür.
Ama kişi şaşı oldu mu parça buçuğu görür ancak.

Sınama, deneme yolunda bilgi,
tam inançtan aşağıdır, zindansa yukarı.

Can, doğan kuşuna benzer, beden ona bir tuzak.

Vazifesini tam yerine getirmemiş  olanın vicdan yarasına
ne mazaretin  devası ne ilacın şifası deva getirmiş..

– Yeşillerden, çiçeklerden meydana gelen  bahçe geçici,
fakat akıllardan meydana gelen gül bahçesi  hep yeşil ve güzeldir..

– Nice alimler vardır ki hakiki bilgiden, hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bunlar, bilgi hafızıdır, bilgi sevgilisi değil..

– Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur..

– Bal yiyen arısından gocunmaz..

– Aşk altın değildir, saklanmaz. Aşıkın bütün sırları meydandadır..

– Aşk, davaya benzer, cefa çekmek de şahide:
Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki..
– Aşkı aşktan başka birşey söndüremez..

– Gerçek aşkta ne vefa vardır ne cefa..

– Balığa denizden başkası azabdır..

– Dertli adamın kararsızlıklarla, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır,
derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun..

– Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa,
o yine dilsiz sayılır..

– Dinin aslını anlamaya imkan yoktur, ona ancak hayran kalınır..

– Ayıpsız dost arayan , dostsuz kalır..

– İnsanlarla dost ol.
Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa
yol keseni o kadar kırılır..

– Hazine, eziyet çekene, çalışıp çaba gösterene gözükür..

Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir…

Güneş olmak ve altın ışıklar halinde
Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim
Gece esen ve suçsuzların ahına karışan  Yüz rüzgarı olmak isterdim…

Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap…

Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz…

Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir
Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır…

Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini
Bizim huyumuzla huylan, bize alış başkalarına değil…

Bir katre olma, kendini deniz haline getir
Madem ki denizi özlüyorsun, katreliği yok et gitsin…

Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…

“Baskalarının bahtiyarlığına imrenme.
Çok kimseler var ki,senin hayatına gıpta ediyorlar.”

“Topraktan biten güller solar gider,
gönülden biten güller daimidir”

“İçteki kiri su değil,
ancak gözyaşı temizler.”

Keskin dişli kaplana acımak,
zavallı koyunlara haksızlıktır.

Önce farenin şerrini defet,
sonra buğday biriktirmeye çalış.

İnsan yüzlü pek çok seytan var,
her ele el vermemek gerek.

Herkes herkese bir lokma birşey verebilir ama
boğaz bağıslamak, ancak Allah’ın işidir.

Tatlı suyun başı kalabalık olur.

Putlarin anası, nefsinizin putudur.

Ecel verileni almadan önce,
verilmesi gereken herşeyi vermek gerekir.

Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar.

Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır.

Bir kimseyi tanimak istiyorsan düsüp kalktigi arkadaslarina bak.

Bir şeyi bulunmadiği yerde aramak,
Onu aramamak demektir.

Hiç bir el, gönülden gizli bir iş yapamaz.

Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışıgından birşey kaybetmez.

Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde saşılacak bir şey yok.
Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, aşık olmuştur.

Ne kadar bilirsen bilirsen bil
söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.

Doğrudan nasihat, kisiyi yaralar.

Hayatta muvaffak olmak için üç sey lazımdır:
Dikkat, intizam, çalışma.

Her şeye doğru demek ahmaklıktır,
fakat her şeye yanlış demek de zorbalıktır.

Akıl, aşk ve can! Bu üçü üçgendir.
Her derde çare, her yaraya merhemdir.

Dertli adamın kararsızlıklarla, dumanlarla dolu bir evi vardır.
Derdini dinlersen o eve bir pencere açmı olursun.

Düşüncen gül ise sen gül bahçesisin,
diken ise dikenliksin.

Komşularından av kapmak aslanlara ayıptır,
köpeklere değil.

Dünya alimin kıymetsiz oyuncağı,
delinin de değerli salıncağıdır.

Aşksız olma ki, ölü olmayasın
Aşk ile öl ki, diri kalasın…

Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun.
eğer dost buldunsa niçin  sevinmiyorsun.

“Allah için ateşe atılmak vardır,
Lakin ateşe atılmadan önce kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır.
Çünkü ateş İbrahimleri tanır ve yakmaz.”

“Bütün cihanı araştırdım,
iyi huydan daha iyi bir liyakat görmedim.”

“Fikir ona derler ki bir yol açsın
Yol ona derlerki bir gerçeğe ulaşsın.”

“Sopayla kilime vuran
kilimi dövmez tozlarını silkeler.”

“Dua ve ibadet Allah ile olmaktır.
Allah ile olan kimse için ölüm de, ömür de hoştur.”

Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan;
hırstan ayıptan adamakıllı temizlendi.

Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir.
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü,
sonu idrak edebilirim?”

Ehl-i Keremin vaatleri akıp duran,
eseri daima görünen hazinedir.
Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların
vaatleri ise gönül azabıdır.

Diri aşk, ruhta ve gözdedir.
Her anda goncadan daha taze olur, durur.
O dirinin aşkını seç ki; bakidir ve canına can katan
içkiden sana sakilik eder.

Kalp altınla halis altın ayarda belli olur.
Kalple halisi, mihenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Allah kimin ruhuna mihenk korsa ancak o kişi,
yakini şüpheden ayırt edebilir.

Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur.
Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından
ibarettir. Sûret, o denize ulaşmak için
neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz;
sûreti o vesile yüzenden daha uzağa atar.
Gönül, kendisine sır vereni; ok kendisini uzağa atanı görmedikçe.
Bülbül, Güle aşık, halbuki esasen gül,
kendisine aşık, kendi aşkını aramakta.

Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır.
Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.
Gönle uran, adamı gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir.
Yalnız tene tesir eden,
insanın malı olmayan ilim yükten ibarettir.

Gönül, ne tarafı işaret ederse
duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.

Sevgiliye kavuşma devletine eren kişinin gözünde bu dünya,
murdar bir şeyden ibarettir.

Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir.
Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı-duru bir hale gelir,
sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir,
sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgide bilgi neticesidir.
Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da
böyle bir tahta oturur ki? Noksan bilgi nereden aşkı doğuracak?
Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.
Noksan bilgi sahibi, cansız bir şeyde
dilediği şeyin rengini görünce
adeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.

Gönül aynası saf olmalı ki
orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin.

Gönül, yalan sözden istirahat bulmaz.
Suyla yağ karışık olursa çırağ aydınlık vermez.
Doğru söz kalbe istirahat verir.
Doğru sözler gönül tuzağının taneleridir. Gönül hasta olur,
ağzı kokarsa ancak o vakit doğruyla yalanın tadını alamaz.
Fakat gönül ağrıdan illetten salim olursa
yalanla doğrunun lezzetini adamakıllı bilir, anlar.

Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır;
bu sûretle duygulara zevk, munis olur.

Bakır, altın olmadıkça bakırlığını;
gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.
Bakır gibi sen de iksire hizmet et. Gönül, dildarın cevrini çek.
Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehl-i dildir. Çünkü elh-i dil olan,
gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta,
âlemde eğleşmemektedir. Allah kulunun ayıbını az söyle,
padişahı hırsızlıkla az kına.
Aşıkların neşesi de odur, gamı da,
hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de!
Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir,
aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı
sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
“Lâ kılıcı”, Allah’tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür.
Bir bak hele “Lâ”dan sonra ne kalır?
“İlla Allah; kalır, hepsi gider.
Neşelen, sevin, ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk!”

Ruh bağışlayan güzelden ruhunu esirgeme.
O, seni kır atın üstüne bindirir.
Taçlar veren o başı yücelerden başını çekme.
O gönlünün ayağındaki yüzlerce düğümü çözer.
Fakat kime söyleyeyim?Bütün köy içinde nerede bir diri? Âbıhayatın bulunduğu tarafa doğru koşan kim?
Sen bir horluk görür görmez aşktan kaçmadasın.
Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki?
Aşkın yüzlerce nazı, edası, ululuğu var.
Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.
Aşk vefakar olduğu için vefakar olanı satın alır.
Vefasız adama bakmaz bile.
İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne.
Kökün iyileşmesine sağlamlaşmasına çalışmak gerek.

Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız
yüz binlerce tercüman zuhur eder.

Söz söylemek için önce dinlemek gerekir.
Söze kulak verme yolundan gir.

Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz,
ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allah’ın sözüdür.

Yol düzgün ama altında tuzaklar var.
Yazının tarzı hoş ama içinde manâ kıt…
Sözler, yazılar; tuzaklara benzer.
Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur.
İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!

Gönül dilerse el, yemek için kepçedir,
dilerse on batmanlık gürz.

Dert,
Allah’ı gizlice çağırmana sebep olduğundan
bütün dünya malından yeğdir.
Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz.
Dertli dua ve niyaz, gönülden aşktan gelir.

Dosta dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet: içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
Dostluk nişanesi beladan, afetlerden, mihnetlerden
hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir.
Bela da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir.

Gönül istemeden ağza gelen lâtif sözler,
külhandaki yeşilliğe benzer, dostlar. Uzaktan bak, geç.
Yavrum, onlar yemeye kokmaya değmez.
Vefasızlara gitme. Onlar: iyi dinle”yıkık köprüdür”
Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.
Asker, nerde bir bozgunluğa uğrarsa
iki-üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.
O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer.
Diğerleri de, “işte tam dost”, diye ona güvenirler.
Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir.
Onun kaçışı senin manevi kuvvetini de kırar.

İyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın!
Dostluk son demdedir.

Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer; bostanı,
ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir.
Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
İhtiyat ve tedbir ona derler ki, “kötü zannı gideresin,
kaçıp kötülüklerden kurtulasın.”

Seni dostundan ayıran sözü dinleme.
O sözde ziyan vardır, ziyan!

Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur.
Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.
Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır.
Çünkü bütün nakışları aksettirir.

İyilik, hoşluk zamanında hepsi dosttur, eştir.
Fakat dert ve gam zamanı Allah’tan başka kim sana dost?

Dost nasıl dosttur?
Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen,
seni aklıyla her an irşat edip yücelten dost.

Dünya sevgisi, dünya geçimiyle savaşma yüzünden
sana o ebedi azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse
bunda şaşılacak ne var ki?
O sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!

Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlardır,
fakat Allah sıfatlarına bürünmüşlerdir.
Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı,
güneşin karşısındaki yıldızlara dönüşmüştür.

Kör bir deveye benzersin. Boynundaki yular, seni yeder, durur.
Fakat çekeni gör, yuları değil.!
Çekeni ve yuları görsen
senin için bu âlem ‘aldanma yurdu’ olmazdı.

Bu âlemin direği gafletten ibarettir.

Gerçi dünyanın değeri taklittir ama
her mukallit sınanmada rüsvay olur.

Dünya Allah’ın kahır yurdudur.
Kahrı seçtiysen kahır göre dur.!

Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir,
karnına kul olanların kıblesi sofra. Arif’ in kıblesi vuslat nurudur,
filozoflaşan aklın kıblesi hayâl.
Zahid’in kıblesi ihsan sahibi Allah’tır,
tamahkârın kıblesi altınla dolu torba.
Manâ gözetenlerin kıblesi sabırdır,
sûrete tapanların kıblesi taştan yapılan sûret.
Batın âleminde oturanların kıblesi lütuf ve ihsan sahibi Allah’tır,
Zahire tapanların kıblesi kadın yüzü.

Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey!
Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet!

Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz.
Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

Hile ve çare diye ‘zindanı delip de çıkmaya’ derler.
Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş,
soğuk ve ters bir iştir.

Kaza gelince: bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.
Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki?
Kaza ve kaderi inkar edenin inkarı bile,
bil ki, kaza ve kaderdendir.

Ticarette kamil değilsen yalnız başına dükkan açma;
yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir!
“Susun, dinleyin!” emrini işit, sükût et.
Madem ki Hak dili olamadın, kulak kesil.
Söylersen bile sual tarzında söz söyle.

Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir.

Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de “itiyat” yüzündendir.
Kötü huy, adet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir ..

seni, ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.
Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye
kalkışırsa onu düşman sayarsın.
Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden
men edenlere düşman olmuşlardır.

“Ey müslüman, edep nedir?” diye sorarsan bil ki edep,
ancak her edepsizin edepsizliğine
sabır ve tahammül etmektedir.
Kimi, “falan adamın huyu kötü, tabiatı fena” diye
şikayet eder, görürsen,
Bil ki, bu şikayetçinin huyu kötüdür;
kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara
tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.
www.semazen.net

Hz. MEVLÂNA’nın DİLİNDEN DUA

indir (10)_0.jpg

Yâ Rabbî!
Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.
Yâ Rabbî!
Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim!
O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.
Yâ Rabbî!
Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.
Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim!
Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.
Yâ Rabbî!
Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
Ey ihsânı çok olan Rabbim!
Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim!
Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
Bizi hidâyete çıkar.
Yâ Rabbî!
Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur.
Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Ey âlemin yaratıcısı!
Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.
Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al.
O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).
Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin.”
Hz. Mevlâna son demlerinde iken, dostu Siraceddin Tatari’yi yanına çagırarak, kendisine su duayı ögretmis ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmistir:
“Ya Rabbi!
Bana ne senin zikrini unutturacak,
sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver.”
Ey Merhamet edenlerin merhametlisi!
Merhametinle bu duamı kabul et.
Hz. Mevlana’nın Sabah Namazından Sonra Okudukları Dua
Allah’ım kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır,
gözümü nurlandır, saçımı nurlandır, derimi nurlandır,
etimi nurlandır, kanımı nurlandır, önümü nurlandır, ardımı nurlandır, altımı nurlandır,
üstümü nurlandır, sağımi nurlandır, solumu nurlandır,
Allahım! nurumu artır, bana nur ver. Ey nurun nuru ey merhametlilerin merhametlisi Allahım merhametinle beni nur et.
Bu dua, ismi güzel, cismi güzel, teni güzel, canı güzel, ruhu güzel, huyu güzel
Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in dilindendir.

MESNEVİ’NİN İLK 18 BEYİT’İNİN ŞERHİ

d8956258f48f7ea90e72db6ebd35d14d.jpg

1. Bu neyi dinle, nasıl şikâyet ediyor? Ayrılıklardan hikâyet ediyor. Ellerindeki nüshalarda “Bisnev ez ney” ve “hikâyet” “şikâyet”den evvel yazılı ise de, eski nüshalarda “Bişnev în ney” sûretindedir; ve “şikâyet”,”hikâyet” den evveldir. Hz.Pîr:” Bu neyi dinle” ta’bîriyle, kendi vücûd-ı şerîflerine isâret buyururlar. Zîrâ neyin içi bos olup , üfleyen kimsenin nefesi, ondan ses çıkarır. İnsân-ı kâmilin vücûdu da “ney” e benzer.”Ney” in yedi deliği, insanın azâ-yı zâhirîsine işarettir ki, beserin fiileri bu uvuzlardan sâdır olur. İnsân-ı kâmilin “ney” gibi bos olan vücûdundan zâhir olan fiiller, ancak Hakk ‘ın tasarufuyladır. “Ney” ta’bîriyle, zâhirî “ney”e de isâret buyrulmus olmak câizdir. Zîrâ “ney”in sesi, her bir sazın sesinden daha muhrik olup, dinleyenlerin kalplerine rikkat verir ve ehl-i askı vecde getirir.Binâenaleyh zâhirî “ney” âsıkların rûhlarına kelimesiz ve lafızsız hitâblarde bulunmuş olur.
Mesnevî-i Serif’e “dinle” hitâbı ile başlanması da, kemâlât-ı insâniyeden olan ilim ve irfânın, insana kulak yolundan hâsıl olacagına isârettir.Ve Kur’ân-ı Kerîm’de de işitmek, görmeğe takkadüm etmiştir. Nitekim Fir’avn’ı da’vete me’mur olan Musâ ve Hârûn (aleyhime’sselâma) a hitaben Hak Teâlâ, Sure-i Tâhâ’da(Tâhâ, 20/46) Ya’nî “Korkmayınız, muhakkak ben sizinle berâberim. İsitirim ve görürüm” buyurmuştur. Başka âyetlerde de nazîri müteaddiddir.
İnsân-ı kâmilin ayrılıklardan şikâyeti ve hikâyeti hakkında Hz.Mevlânâ efendimiz Fîhi Mâ Fih’ lerinin 54. faslında kendilerine vâki’ olan bir suâl üzerine su tafsilâtı verirler “Birisi Hz.Şeyh’den yanî Hz.Mevlânâ’ dan sunu sordu : Hakk-ı âlîlerinde ya’nî “Ey Resûlüm sen olmasa idin, felekleri yaratmaz idim” buyrulan Mustafâ (s.a.v.) bu azamet ile berâber ya’nî “Ne olaydı, Muhammed’in Rabb’i keske Muhammed’i yaratmasa idi” der. Bu nasıl olur? Hz. Mevlânâ bu vech ile cevâb verdi: “Bu söz bir misâl ile tavazzuh eder. Bir karyede bir erkek, bir kadına âşık oldu ve her ikisinin evleri yakın idi. Beraberce ömür sürerler ve balıkların su ile hayât buldukları gibi, onlar da semirir ve nesv ü nemâ bulurlar ve hayatları birbirinden olur idi. Nâgâh Hak Teâlâ onları zengin etti. Öküzleri, koyunları, at sürüleri, malları, altınları, ve hasem ve hademleri çogaldı. Kesret-i tena’umdan sehre azm edip, her birisi birer sâhâne konak satın aldılar ve orada ikâmet ettiler. Bu bir tarafta ve o, bir tarafta. Hâl bu gâyeye erişince o ıys ve o visale muvaffak olamadılar. Derûnları altüst ve cigerleri süzan olup, gizli nâleler ettiler, çâre olmadı. Bu sûzis, son dereceye vâsıl oldu Onlar bu firak âteşi içinde külliyyen yandılar. Böyle olunca nâleleri mahal-i kabûlde vâki’ olup, emvâl ve mevâsîye noksan ârız olarak tedrîc ile evvelki hâle döndüler. Bir zaman sonra evvelki karyede birleştiler ve aynı vasla koyuldular, firkatin acılığını yâd eylediler. Âvâzı zâhir oldu. Çünki cân-ı Muhammed (s.a.v.) mücerred olup âlem-i kudsde ve Hak Teâlâ ‘nın visalinde nesv ü nemâ bulur idi. Balıklar gibi o deryâ-yı rahmete dalar idi. Gerçi bu âlemde peygamberlik ve halka rehberlik makâmına ve padişahlık azametine mâlik ve şöhret ve sahabet içinde idi. Velâikin yine evvelki yaşayışa döndükde ” Keske peygamber olmasa idim ve bu âleme gelmese idim” der. Zirâ o visâl-i mutlaka nisbetle bütün bu memleket, bâr-ı azâb ve meşakkatdir ilh…”
İste, vâris-i Muhammedi olan insân-ı kâmillerin, ayrılıktan şikayetleri dahi bu kabildendir ve şikâyet değil hikâyetdir. Nitekim Hz. Pîr, aşağıda gelecek olan bir beyt-i şerîfde açık bir sûretde bu ma’nâyı beyân buyurlar: Mesnevi:
“Ben cânın cânından sikâyet ediyorum:, hayır, ben sikâyet edici degilim, hikayet ediyorum.”
2. Ney der ki, beni kamışlıktan kestikleri zamandan beri, nâlemden erkekler ve kadınlar inlemişlerdir.
Hz. Mevlânâ yukarıki beyitte cism-i serîflerini “ney” e ve içi bos kamışa teşbih buyurmuşlar idi. Bu karîne ile, “neyistan”dan ve kamışlıktan murâd, cismâniyet âlemi olmak münâsibdir. Ve filhakîka bu kesâfet âleminde peydâ olan ecsam-ı beşerden her birisi, Hakk’ın mezâhir-i esma ve sıfatı olup, dâimâ onlardan bu sıfât ve esmâ-i ilâhiyye ahkâmı zâhir olmaktadır. Su kadar ki, insânı-ı kâmil, bu kamışlık mesâbesinde olan cismâniyet âleminde, kendi vücûd-ı mevhûm ve yok olduğunu idrâk eder: ve insân-ı nâkıs ise kendi mevhum olan varlığında ve enâniyyetinde müstağrakdır. Ve bir Hakk’ın vücûdu ve bir de benim vücûdum vardır deyip durur. Meselâ, insân-ı kâmil, kamışlıktan kesilip nayzenin üflemesine ve güzel nâğmeler çıkarmasına Sâlih bir “nây”a benzer. İnsân-ı nâkıs ise, her ne kadar kamıslıktan kesilmis ise de, tesviye edilmemiş ve içinin doluluğundan dolayı güzel nağmeler ve sadâlar çıkarmasına müsâid olmayan “nây”a benzer. Eğer bu nây dahi, üstâd-ı kâmil tarafından tesviye görüp ve içi boşaltılır ise, güzel bir nay hâline gelir. “Erkek”ten murâd, hazz-ı nefsânîsine mağlûb olmayan kâmil ve ârif şahılar; ve “kadın”dan murâd dahi, nefsânî hazlarıyla ve enâniyeti ile meşgûl nâkıs ve câhil sahıslardır. Bu iki ma’nâ, sûretde erkek ve kadın olanların her ikisini de şamildir. Zira kâmil ve ârif olan kadınlar, her ne kadar sûretde kadın iseler de, ma’nâda erkek hükmündedirler. Nitekim Râbiatü’l-Adeviyye (kuddise sırruhâ) hazretleri bu zümredendir. Ve kezâ sûretde erkek olan nâkıs ve câhil şahıslar dahi, ma’nâda kadın hükmündedirler. Nitekim Fir’avn’ın ve Nemrûd’un ve emsâlinin cehâletleri ve sersemlikleri meydandadır.
“Nâle” den murâd, insân-ı kâmilin, ârif ve câhil insanlar önünde, beyân buyurduğu hakâyık ve maârife dâir olan sözleridir ki, bu Mesnevî-i Şerîf basından sonuna kadar Hz.Pîr’in bu kabil nâlelerinden ibarettir. Ve Hz. Pîr’in sözlerini dinleyen her sınıf halk, o yüksek ma’nâlardan müteessir olur. Nitekim Fîhi Mâ Fîh’lerinin 24. faslında söyle buyururlar:
“Bir gün bir cemâat arasında söz söylüyor idim. Onların arasında kâfirlerden dahi bir tâife var idi Esnâ-yı kelâmda ağladılar ve zevk ve hal hâsıl ettiler ilh…” Ve kezâ Sipehsâlâr Menâkıbı’nda buyrulur ki:”Hz. Mevlânâ, câmi’-i şerîfde kürsîye çıkıp, kendilerinde olan halden nâşî şevk ve sûz-i azîm ile ciğerden ve gönülden çıkan hâdsiz âteş-engîz âhlar ile bu iki beyti okudular:
“Ey ne hoş gece idi ki, yârimizin visâlinden tesâdüf vâki’ idi. Müşterî tâli’de ve güneş kucakta idi. Her kadehi ki bana verirdi; aklına mâlik ol derdi. Ey müslümanlar! Bu hâl içinde aklın ne yeri var idi!”
Bu beyti okur okumaz, onların muâmelelerinin aksinden ve nûrlarından bilcümle halâyık ağlamağa başladılar; ve halkın asagı ve yukarı tabakasından, bir ağızdan feryâd ve figân zâhir olup, hayli dem agladılar. Cemâat, bu ağlayıştan kendilerine geldikleri vakit, gördüler ki Hz. Mevlânâ kürsîden inip gitmiş idi”
Bu mukaddime anlaşıldıktan sonra, beytin hulâsa-i ma’nâsı şöyle olur; “Evvelki vuslat hâlimi ve cismâniyyet âleminde olan sonraki ayrılığımı yana yakıla kâmillerin ve nâkısların önünde hikâye ederim. Benim sözlerimden ve nâlemden, onların rûhları da bu ayrılığı tahattur edip ağlarlar.”
Gördüğüm şerhlerde sârihler, kamışlığı “a’yân-ı sabite” veyâ “ervâh âlemi” ve erkeği, “suver-i fâile ve müessire” ve kadını da “suver-i münafile ve müteessire” diye şerh etmişlerdir.
3. Ayrılıktan pâre pâre sîne isterim, tâ ki istiyâk derdinin şerhini söyliyeyim.
“Serha” et dilimi ve bıçak yarası, “şerh” gizli olan bir şeyi açıp meydana koymak demektir. Ya’nî “Ben bu cismâniyyet âleminde efrâd-ı beser arasında, bu ayrılık duygusundan dolayı sînesi ve kalbi dilim dilim ve pâre pâre olmuş ve kendi aslı olan âlem-i kudse kavusmaga âsık bulunmus kimse isterim, tâ ki ona, bu asla olan iştiyâk derdinin sırlarını açayım ve serh edeyim. Zîrâ benim bu hususda söyliyeceğim esrârı ve hakâyıkı, bunların isti’dâdları cezb eder.”
Bu cezb-i kelâm hususunda Hz. Pîr’in, bu Mesnevî-i Şerîf’in muhtelif mahallerinde beyânâtı vardır. IV. cildin 1318, 1319 numaralı beyitlerinde söyle buyururlar:
“Eger meclisde söz çekici bulur isem, kalbimin çemenistânında yüz bin maârif gülü çiçeği bitiririm; ve eğer o dem söz öldürücü deyyûsu bulursam, nükteler kalbimden hırsız gibi kaçar. ”
Ve VI cilde ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ vâizlerin diline, dinleyenlerin himmeti mikdârınca hikmet telkîn eder” sürh-i şerîfinde de bu ma’nâ mündericdir.
Ve Fîhi Mâ Fih’ lerinin 26. faslında da söyle buyururlar: “Söz, dinleyen kimselerin isti’dâdı kadar gelir. O ne kadar emip mütegaddî olursa, hikmet sütü o kadar nâzil ve zâhir olur. O emmeyince, hikmet dahi hârice çıkamaz ve yüz göstermez. Acîb şey! Sen niçin kelâmı cazb etmiyorsun? Sana dinlemek kuvvetini vermeyen Zât-ı azîmü’şan, söyleyenede de kelâm dâiyesini vermiyor.”
4. Her bir kimse ki, o kendi aslından uzak kaldı, tekrar kendi vaslının zamânını ister.
Bütün bu dünya âleminin suretleri, Hakk’ın vücûd-ı hakîkîsi denizinin dalgalanmasından hâsıl olan köpüklerdir. Bu köpükler yine o vücûd-ı hakîkî denizinde mahv olurlar. İnsân-ı kâmilde bu asl-ı hakîkîye ulaşmak istiyâkı zâhirdir. İnsân-ı nâkısta ise bu iştiyâk bâtındır. İnsân-ı kâmil, bu dünyânın sûretleriyle eğlenemez ve zevk edemez. İnsân-ı nâkıs ise bu iştiyâk-ı bâtınîsini tatmîn İçin, zevk edeceğim ve eğleneceğim diye çırpınıp durur; fakat netîcede her şeyden bıkar.
Sebebini idrâk edemediği bir zevksizlik ve ıztırâb içinde yasar. Nitekim âyet-i kerîmede (Tâhâ,20/124) ya’nî “Bizi anmaktan yüz çeviren kimse için, muhakkak sıkıntılı bir yaşayış vardır” buyrulur.
Bu ma’nâ hakkında Hz. Pîr Fîhi Mâ Fîh ‘lerinin 16. faslında söyle buyururlar:”İnsanda bir aşk, bir taleb, bir ıztırâb ve bir takâzâ vardır ki, eğer bu alem mülkünün yüz bin mislini verseler, farig ve müsterih olmaz. Bu halk, her bir ma’rifet ve hırfet ve san’at ve mansıbı ve ulûmu ve nücûmu, vesâireyi tafsilâtıyla tahsîl eder ve aslâ gönül müsterîh olmaz; çünkü maksûd olan seyi elde edememiştir. Nihâyet ma’sûka “dil-ârâm” derler. Ya’nî gönlü onunla karar ve râhat eder.
Böyle olunca ma’şûkun gayri ile nasıl ârâm ve karâr edebilir? Bilcümle ezvâk ve makâsıd bir merdiven gibidir. Mâdemki merdivenin basmakları ikâmet ve tavakkuf mahalli olmayıp geçmek içindir; ne mutlu o kimseye ki, uzun yolun kısa olması için pek çabuk bîdâr ve vâkıf olup, merdivenin bu basamaklarında ömrünü zâyi’ etmez.”
Ve kezâ 27. faslında da söyle buyururlar: “İnsan, görmediği ve işitmediği ve anlamadığı şeyin tâlib ve âşıkıdır; ve gece gündüz onu arar durur. Ben görmediğimin bendesiyim. Herkes anladıkları ve gördükleri şeyden usanmışlardır ve kaçıcıdırlar. İşte bu sebebden dolayı felâsife rü’yeti münkirdirler, bu ise câiz değildir. Sünnîler derler ki, doymak ve bıkmak, bir renk üzere göründüğü vakit olur. Mademki (Rahmân, 29/55) ya’nî “Hak her anda bir şe’ndedîr” âyet-i kerîmesi mucibince, her bir lahzada yüz bin renk görünür. Eğer yüz bin tecellî etse aslâ birbirine benzemez. Nihâyet sen dahi bu sâatde Hakk’ı âsâr ve ef âl içinde görüyorsun. Her lahza türlü türlü müşâhade ediyorsun; zîrâ bir fiil, bir fiile benzemiyor; meserret vaktinde başka tecellî ve havf ve recâ vaktinde başka tecellî. Mâdemki Hakk’ın efâ’li ve O’nun tecellî-i efâli ve âsârı türlü türlüdür ve birbirine benzemez; binâenaleyh O’nun tecellî-i zâtîsi de böyle olur. Tecellî-i ef’âlini buna kıyâs eyle ilh…
5. Ben her bir cem’iyyette nâle edici oldum. Kötü halliler ile, iyi hallilerin esi oldu.
“Kötü halliler”den murâd, Hak’dan ve hallerinin sonundan gâfil olan nefsânî ve cismanî kimselerdir. “İyi hallerlilerden” murâd dahi, Hakk’dan âgâh hallerinin sonunu idrâk eden kimselerdir.
İnsân-ı kâmil, Hakk’ın bilcümle sıfât ve esmâsını câmi’ olduğundan, bütün gâfil ve câhil ve âgâh olan efrâd-ı beser ile, onların isti’dâd mahzarlarına göre musâhabet edip, onları üslûb-ı hakîmâne ile terbiye buyurur.
Beyt-i şerîfde kötü hallilerin evvelâ zikrindeki incelik budur ki (Asr, 100/2,3) ya’nî “insan cinsi elbette ziyân ve hüsran içindedir. Ancak îmân edenler ve iyi amel yapanlar müstesnâdır” âyet-i kerîmesi mûcibince, bu cismâniyyet âlemine gelen her bir insan, evvelen gaflete ve nefsâniyyete müteveccih olur ve bu sûretle hüsrân ve ziyân içinde bulunur. Sonra hidâyet-i ezeliyye sâhibi olanlar, Peygamber’in ve onun vârisleri olan kâmillerin da’vetlerini ve nasîhatlerini kabûl edip iyi haller tahsîl ederek, bu hüsranda bulunan zümreden ayrılırlar. İnsân-ı kâmil böyle, birbirlerine zıt duygulu olan kimselerin meclisinde söz söylediği gibi, ney dahi, saz olmak i’tibâriyle hem ehl-i fıskın ve hem de Hak âsıklarının meclisinde nağme-sâz olur; ve nağmeleriyle her iki tarafın duygularını tesdîd eder. Ve kezâ insân-ı kâmil dahi Hakk’a da’vet ettikçe, sakâvet-i ezeliyye ashâbının inkârları şiddetlenir ve hidâyet-i ezeliyye ashâbının Hakk’a olan aşk ve iştiyâkları kuvvet bulur. Hz. Pîr, Fîhi Mâ Fîh’lerinin 9. faslında bu ma’nâ hakkında söyle buyurlar:”Hak Teâlâ enbiyâ ve evliyâyı, cesîm ve berrak sular gibi irsâl ve câri kıldı.
Küçük ve boyalı bulanık sular, onların içine akıp dâhil olunca, kendi bulanıklarından ve ârizî olan renklerden kurtulurlar. Binâenaleyh kendisini sâfi görünce “Ben mukaddemâ böyle sâf idim” diye evvelki hâlini tezekkür eder; ve o bulanıklıkların ve renklerin ârızî olduğunu yakînen bilir ve be avârızdan, evvelki hâli hatırlayıp: (Bakara, 2/25) ya’nî “Bu evvelce merzûk olduğumuz şeydir” âyet-i kerîmesini okur. İmdi enbiyâ ve evliyâ, ona evvelki hâli müzekkir olurlar; yoksa onun cevherine yeni bir şey koymazlar. Şimdi…O bulanık sulardan ba’zıları, o sâfî olan cesîm suyu tanıdı, “Ben ondanım, o bendendir” diye ihtilât etti; ve ba’zıları bu büyük ve sâfî suyu tanımadı ve onu, kendinin ve cinsinin gayri görüp, deryâya karışmamak ve bu ihtilâtdan tebâud etmek için, renklere ve bulanıklıklara ilticâ etti ilh…”
6. Her bir kimse, kendi zannı cihetinden benim yârim oldu. Benim bâtınımdan esrârını istemedi.
İnsân-ı kâmilin bâtının esrârını müşâhede etmek, ancak rûh gözüyle mümkündür. Rûh gözünün açılması ise ,bir insân-ı kâmilin terbiyesi altında, insân-ı kâmil oluncaya kadar ,şiddetli mücâhedât ve riyâzât ile meşgûl olmaya mütevakkıfdır. Halbuki herkesin buna tahammülü olmadığı için, sözden ve amelden, kemâli tahsil etmek isterler. Ve insân-ı kâmili dinleyen her bir sâir ve her bir âlim-i zâhirî ve her bir sûfî, o insân-ı kâmilin sözlerine bakıp, onu da kendi cinsinden ve kendi sınıfından bir sâir ve bir âlim ve bir sûfî zannefer. Nitekim Hz. Pîr Fîhi Mâ Fîh’lerinin 27. faslında şöyle buyururlar: “Seyhu’l-İslâm Tirmîzî der idi ki, Seyyid Burhâneddîn, hakîkate müteallık sözleri güzel söyüyor ; zîrâ meşâyihin kitaplarını ve onların makâlât ve esrârını mütâlaa etmiştir. Birisi dedi ki: Nihâyet sen dahi mütâlaa ediyorsun, niçin onun gibi söz söyliyemiyorsun? Ona cevâben dedi: Onun bir derdi ve mücâhedesi ve ameli vardır. O kimse dahi: O halde niçin onu söylemiyor ve yâd etmiyorsun da , yalnız mütâlaadan bahs ediyorsun; asl olan odur; biz onu söylüyoruz, sen dahi ondan bahs et!”
Yâ’nî ” Cism-i serîfî “ney”e müsâbih olan Hz. Mevlânâ buyurur ki: Benim ile musâhabet eden her bir kimse, sözlerime ve zâhirime bakıp, beni de kendi yâri ve kendi cinsi zannetti. Zîrâ o kimse, nefsinin hazlarından geçip mücâhedât ve riyâzât sâyesinde, rûh gözünün açılmasını ve bu göz ile benim bâtınımın sırlarını görmek istemedi.”
7. Benim sırrım nâlemden uzak değildir; fakat gözün ve kulağın o nûru yoktur.
“Sır” dan mûrad, rûh-i latîf-i Hz. Mevlâna olmak münâsibdir. “Nâle”den murâd, esrâr-ı ilâhiyyeye ve hakâyık-ı rabbâniyyeye dâir olan sözlerdir. “Göz”den ve “kulak”tan murâd, cismin his gözü ve kulağıdır.
Ya’nî “Benim halife-i İlâhî olan sırrım ve rûhum, benim sözlerimden uzak değildir; o sözler rûhumun sesleridir ve rûhum, o sözlerde mestûrdur; fakat cismin his gözünde, benim bâtınımı görecek ve rûhumun seslerini işitecek derecede nûr ve kuvvet yoktur.”Hz. Pîr, bu ma’nâya işâretle söyle buyururlar:
“Bu nefesden cihâna birçok ateş parlar; benim fânî olan sözlerimden ne çok bakâ kaynar.
Benim zâhir olan sözlerim cismin his kulaklarına erişir; fakat câna mensûb olan na’ralarım, hiçbir kimseye erişmez.”
Ma’lûm olsun ki, insân-ı kâmilin rûhu Hakk’ın halifesidîr; zîrâ rûh-i insânî ile Hak arasında ta’rîfe sığmayan bir ittisâl vardır. Mesnevî:
“Nâsın Rabb ‘inin nâsın cânına, keyfiyyetsiz ve kıyassız bir ittisâli vardır.” İnsân-ı nâkıs bu ittisâli, nefsin sıfatlarını hâil yaparak keser, İnsân-ı kâmil -ise nefsinin sıfatlarından ve enâniyyetinden fânî olarak, rûhâniyyet mertebesinde sâbit oldugundan, rûhunun Hakk’a olan bu ittisâli sebebiyle, Hak’ dan aldıgı esrârı ve ma’nâları lisân-ı zâhiri ile halka söyler.
Halk onun zâhirine bakıp, bu sözlerin, o insân-ı kâmilin suretinden sudur ettigini zannederler.
Nitekim Fihi Mâ Fîh’in 10. faslında bu ma’nâya işâreten söyle buyrulur: “Peygamberimiz (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) Efendimiz mest oldukları vakit, bî-hod bir halde söz söylerler idi.
Ya’nî “Allah Teâlâ buyurdu” derler ve nihâyet, sûretâ onun dili söyler idi.Velâkin arada kendileri olmayıp hakîkatte söyleyen Hak idi, ilh…”
İste Mesnevî-i Serîfte Hz. Pîr’in kelâmları da bu kabildendir.
8. Ten candan, can da tenden örtülmüs değildir; fakat bir kimseye, canı görmeğe izin yoktur.
Bu beyit,”Sırrın naleden uzak olmaması nasıl olur; zîrâ sır ve bâtın latifdir ve elfâz ve sadâ ise keşîfdir” suâl-i mukadderine cevâbdır.Ya’nî, keşîf olan cisim ve latîf olan rûhdan ve rûh-i latîf dahi cism-i keşîfden örtülmüş değildir; fakat o rûh-i latîfin zâtını ve cevherini his gözüyle görmek için bir kimseye izin verilmiştir. Zîrâ rûh âlem-i sıfâtdan ve âlem i emir ve se’nden olduğundan, tecerrüdü hâlinde kendisinden bir fiil sâdır olmaz; fiil sâdır olmak için, âlem-i halkdan bir kesîf âlet ve cisim lâzımdır.
Ma’lum olsun ki, rûh hakkında zâhir ve bâtın ulemâsının birçok sözleri vardır. Fakat Mesnevî-i Serîf’den ve Hz. Şeyh-i Ekber’in âsâr-ı aliyyelerinden ve Azîz Nesefî hazretlerinin risâlelerinden anlaşılan hulâsa-i ma’nâ sudur: Rûh, Hakk’ın sıfatının, yine Hakk’ın vücûd-ı hakîkîsinin her mertebeye tenezzülünde her bir şeyin isti’dâdına göre zuhûrundan ibârettir.
Cemâdda “rûh-i cemâd”, nebâtda “rûh-i nebât”, hayvanda “rûh-i hayvân” ve insanda “rûh-i insân” olur. Bu zuhûr cemâdda mahfî, nebâtda mahsüs, hayvanda zâhir ve insanda azhardır.
Binâenaleyh rûhdan hâlî hiçbir sey yoktur; fakat insan , eşyâ arasında cimiyyette mükemmeldir; ve bu hâl-i mükemmeliyete gelinceye kadar birçok merâtibden ve tabakalardan geçerek, hepsinin hükmünü yüklenmistir. Binâenaleyh insanın cisminde rûh-i cemâdî. rûh-i nebâtî, rûh-i hayvânî ve rûh-i insânî mündemicdir. Âlem-i tabîatta müstagrak olan “biyoloji” (ilm-i hayât) âlimlerinin tedkîkâtı , rûh-i hayvânî dâiresine kadar çıkabilir. Buradan ilerisi onlara kapalıdır. Onlara göre rûh, cismin hâricinde kâim olabilir bir sey değildir. Ehl-i hakîkate göre, mâdemki rûh vücûd-ı hakîkînin sıfat-ı Hayât’ının esyâya aksi ve eşyâda zuhûrudur, rûha ma’kes olan cismin vücûdu fânî olsa bile, günesin ziyâsı gibi o akis, ma’kese aks etmeksizin kâim olabilir. Burada rûhun bakâsı meselesi tesa’ub ederki, şimdilik burada bahsimizin hâricidir. İleride, ebyâtın şerhinde çok tafsilât gelecektir.
İmdi rûh-i hayvâni, her bir cismin bünyesine göre ayrı ayrıdır ve aralarında tefrika vardır; fakat rûh-i insânî ki, ancak rûh-i hayvânî mertebesinden terakkî eden insân-ı kâmillere mahsûsdur, bu rûh birdir, bunlar arasında ittihad vardır. Mesnevî: “Tefrika rûh-i hayvânîde olur. Rûh-i insanî nefs-i vâhid olur. Canların güneşi, bedenler pencerelerinin içinde müfterik oldu.”
İmdi sıfat-ı Hayât vücûd-ı hakîkî-i Hakk’ın bir şe’nidir ve şe’ni ta’rîf etmek mümkin değildir; ancak bir cisimde zâhir olduğu vakit his gözüyle görülür. Meselâ insanın gülmesi ve ağlaması, birer şe’ndir. Bu iki hâl, cisimden zâhir olmadıkça bilinmez. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’de ruh hakkında (İsrâ,17/85) ya’nî “Ey Resûlüm de ki, rûh Rabb’imin emrinden ve şe’nindendir.” Binâenaleyh bir kimsenin rûhunun mertebesi, ilim ve ma’rifete müteallık sözlerinden ve ahlâkından ve ef’âlinden belli olur. Zîrâ rûh-i hayvânî mertebesinde olan insanların ahlâkı ve ef’âline, uygundur. Hayvanlar arasında, nasıl nefislerinin hazzından dolayı cenk ve nizâ ve kavga olur ise, bunlar da o hâl içinde olurlar.
Bu mukaddime anlaşıldıktan sonra, beyt-i şerîfin hulâsa-i ma’nâsı söyle olur: “Cismin bir şe’n olan câna ve cânın cisme, ta’rîfe sığmayan bir ittisâli vardır; birbirinden örtülmüş değildirler; fakat rûhun zâtını ve cevherini gözüyle görmek için, hiçbir kimseye izin verilmemiştir.
9. Bu nâyın sesi âteştir ve hevâ değildir. Her kimde bu âteş yok ise, yok olsun.
“Ateş”ten murâd, aşk-ı ilâhî âteşidir; ve bu beyt-i şerîf, yukarıdaki dört numaralı beyte merbûtdur. Ya’nî, kendi aslından uzak düşen her bir kimse evvelki vuslat zamânını ister; çünkü kendi aslının âşıkıdır; ve bu aşk insân-ı kâmilde gâyet şiddetle zâhir olduğundan, onun sözleri de baştan basa bu şiddetli askın âteşidir. Ve halka kendisini âlim gösterip hürmetlerini kazanmak için kitablardan ezberlenip nefsin hevâsından sâdır olan sözler değildir, ilhâm ve vahy-i ilâhîdir.
Onun bu ilhâmî olan sözleri, kalbinde kendi aslına ulaşmak askı olan kimseleri vecde getirir.
Fakat bu aşkdan bos ve kendisinin benliğinde müstagrak olan kimselere bu ateşin te’sîri olmaz.
Binâenaley her kimde aslına ulaşmak aşkının ateşi yok ise, o kimse evvelen kendi mevhum olan varlığından yok olsun ve kendisinin aklî ve nazarî olan bilgilerinden fânî olsun.
Ankaravî hazretleri “nist bâd” “yok olsun” sözü beddua değildir buyurur. Filhakîka insân-ı kâmil, mahlûkat-ı ilâhiyyeden hiçbirisine inkisâr etmez; zîrâ ahlâk-ı ilâhiyye ve muhammediyye ile mütehallıkdır. Nitekim Uhud Gazâsı’nda Resûl-i Ekrem hazretlerinin mübârek yanaklarını yaralayıp dişlerini kırdılar. O Server-i âlem, bir taraftan akan kanları siler, bir taraftan dahi ya’nî “Yâ Rab! kavmime hidâyet et; zîrâ bilmiyorlar” buyurur idi ve bedduâ etmezdi. Ve ba’zan onlardan bedduâ tarzında zâhir sözler, hayırlı duadır.
Nitekim Nûh (a.s.) kavmi hakkında (Nûh 71/26) ya’nî “Yâ Rab, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolasan bir kimse bırakma!” buyurdu. Hz. Şeyh-i Ekber, Fusûsu’l-Hikem’de Fass-ı Nûhî’de, bunun şu ma’nâda hayır-duâ olduğunu beyan buyurur: “Yâ Rab! kâfirler senin ism-i Zâhir’nin ahkâmına müstagrak oldular ve gizli ve aşikâr olarak da’vet ettiğim halde, senin ism-i Bâtın’ının ahkâmına yaklaşmadılar. Sen onların cisimlerini ism-i Zâhir’inden, ism-i Bâtın’ına nakl
et ki, rûhları bu sûretle kemâl bulsun.” İşte ahlâk-ı enbiyâ ile muttasıf olan Hz. Pîr’in bu duâsı da bedduâ degildir; ancak bir tavsiyedir.
10. Askın ateşidir ki “ney” e düştü. Askın kaynayışıdır ki, meye düştü.
Bu beyt-i şerif yukarıda geçen ateşin tefsîridir. Ya’nî “ney”in sesi ateştir dedik; bu ateşten murâdımız, aşk ateşidir; ve aşk ateşi ise kâinatı kaplamıştır. Mahlûkâtın en mükemmeli olan insân-ı kâmilin, kalb-i şerîfine düsen aşk ateşi olduğu gibi, cemâd nev’inden olan sûrî meyin ve şarâbın kaynayısı da aşk ateşindendir. Zîrâ…. ya’nî “Ben, sıfatlarımın ve isimlerimin gizli hazînesi idim. Bu sıfât ve esmâ âsârının zuhûruyla bilinmeğe muhabbet ettim; binâenaleyh mahlûkatı bilinmem için yarattım” hadîs-i kudsîsi mûcibince, kâinatın sebeb-i zuhûru muhabbet-i ilâhiye olmuştur.Ve muhabbetin şiddetlisine “aşk” derler. Binâenaleyh bu muhabbet ve aşk bütün eşyâya sârîdir. Nitekim Hz. Pîr Fîhi Mâ Fîh’lerinin yetmiş ikinci faslında şöyle buyururlar:
“Sivrisinekten file varıncaya kadar, her birinin bir matlûbu ve ma’şûku vardır. Necâset köpeğin ve yırtıcının matlûb ve gıdâsıdır. Aşksız hayât muhaldir. Nitekim Sadr-ı İslâm buyurdu ki, her kim ben âşık değilim bir şeyi sevmem derse, kalkıp onun burnunu keşiniz ve gözünü çıkarınız; eğer bağırırsa, deyiniz ki: Bizim ma’şûktan murâdımız, iftirâkı, feryâda bâis olan şeydir, iste anbardan bir avuç ve kitabdan bir yaprak kâfidir; bakîsi bu kıyâs üzeredir.”
Ma’lûm olsun ki, vahdet-i mevcûda kail olan tabiat âlimleri derler ki: “Hilkatte en evvel nihâyetsiz olan fezâ içinde elastikî, dâimâ mütehavvil ve sayılması kabil olmayan gizli, ya’nî görünmez cüz’lerden müteşekkil, mütecânis ve kendi arasında maddenin atomları serpili olan esîrden başka hiçbir şey mevcûd değil idi. Hattâ belki bu atomlar da, yine esîrin tekasüf etmiş mühtezz cüz’lerinden ibaret bulunuyorlar idi. Bir zaman oldu ki, bu ibtidâî atomlar muayyen mikdârda bir araya toplandılar ve bizim madde dediğimiz tabîatın ma’cûnunu teşkîl ettiler.”
Burada birtakım sualler vardır ki, cevâbları tabîat âlimleri indinde meçhûldür. O sualler şunlardır:
1.Fen “hiçbir sey yoktan var olmaz ve var olan şey de yok olmaz” diyor. Su halde bu esîr-i cevher-i seyyâli fezâda nereden peyda olmuştur?” Cevâbı meçhûl.
2.İlm-i hikmetin atâlet kânûnu mûcibince bir maddenin harekete ve ihtizâza gelmesi için bir sebeb ve muharrik lâzımdır; bu kimdir? Cevâbı yine meçhûl.
3.Esîrin ihtizâz eden cüzleri, nihâyetsiz fezâ içinde kâmilen tekâsüf etmiyor da, niçin fezânın şurasında burasında öbek öbek muntazam manzûmeler teşekkül edecek sûrette tekâsüf ediyor; ve bir intizâm-ı tâm altında bir silsile ta’kîb ediyor? Cevâbı meçhûl.
4.Bu akılsız ve irâdesiz ibtidâî atomlar nasıl muayyen mikdârda ve muntazam surette bir araya toplanıyorlar?
Bu âlimler, bu suallerin cevâbları bizi alâkadar etmez deyip bu çıkmaz sokakta, önlerine gelen mechûlât duvarlarına baslarını çarptıktan sonra, zekâlarını ve idrâklerini tekrar âlem-i süflîye çevirirler. Fakat bu tedkîkâtlarında gizli bir hakîkatin üstüne basıp geçmiş olurlar. O da budur ki: Fezâ-yı bî-nihâye ayn-i vücûd-i hakîkîdir ki, esîr denilen cevher-i seyyâl, o vücûd-i hakîkînin tenezzülâtından ve izâfâtındandır. Ve o vücûd-i hakîkînin Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrâde ve Kudret ilh… sıfatları vardır. Zîrâ hareket Hayat’tan ve intizam İlim’den ve İrâde’den; ve bir şeyin tekvîni ve îcâdı Kudret’ten husûle gelir fezâda zerrâtı mühtezz olan esîre vücûd ve varlık verdikten sonra, onun fevkinde, ondan daha latîf ve bu zikr olunan sıfatların sahibi bulunan bir vücudun ve varlığın kabûlü zarurî olur. Eğer tabîat âlimi bizim bu sözümüze i’tirâzen: “Ya o senin tahayyül ettiğin esîrin fevkındeki vücûd-i hakîkî-i latîf, o fezâya nereden geldi?” diyecek olursa, deriz ki: Biz vücûd-i hakîkîden bahs ediyoruz. O vücûd nereden çıktı diye sormak, evvelce o vücûdun varlığının yokluğunu tahayyül etmek olur ve artık ona vücûd denemez, adem denir. Binâenaleyh bu suâl akl-ı selîmin degil, vehmin suâli olur; ve akl-ı selîm vücûd bahsinde burada durur; ve ancak o vücûd-i hakîkînin izâfâtına ve tenezzülâtına nazar eder. Zîrâ vücûdât-ı izâfiyyedeki silsile-i intizâm, Hayat ve İlim ve İrâde ve Kudret sıfatlarının işidir. Beşerdeki akıl ve zekânın vazîfesi bunları idrâk etmektir. Kör ve câhil bir tesâdüfün akıl ve zekâ-yı beşerde yeri yoktur. Beşerin aklı ve zekâsı , bu intizâmı gördükten sonra, o vücûd-i hakîkîde, kendi sıfatlarının ve esmâsının… bir muhabbet ve istek görür. Zîrâ bir hayat ve ilim ve irâde sâhibi, sevmediği ve istemediği bir isi yapmaz ve kudretini de sarf etmez. İmdi mâdemki bu eşyâ muhabbet ile ve istek ile vücûd-i hakîkî tarafından ızhâ edilmiştir, muhabbet ve irâde ve diğer sıfatların âsârı, o vücûdun tenezzülâtında vücûdât-ı izâfiyye âlemine de sârî olmak tabîi olur. Nitekim cemâd olan anâsırın birbirini cezbi ve nebâtın kendi hayâtına lâzım olan maddeleri çekme iştiyâkı ve hayvanların birbirine meyli ve insanların birbirine olan aşk ve muhabetleri, hep bu asl-ı hakîkîdeki muhabbetin sârî olmasındandır. İşte beyt-i şerîfde âlem-i halkda insân-ı kâmilden, cemâdâta varıncaya kadar bu hubb-i ezelînin sâri olduğuna işâret buyrulmuştur.
11. Ney, bir yârinden munkatı’ olan her bir kimsenin musâhibidir. Onun perdeleri bizim perdelerimizi yırttı.
“Harîf” mahrem ve musâhib, “yârî” deki “yâ” tenkîr içindir, herhangi bir yâr demek olur; ve bundan murâd, bir sâlikin bu keserât âleminde, kadın, evlât, mal ve mülk ve mansıb gibi sevip yâr edindiği her bir şeydir; ve “bizim perdelerimiz” ta’bîriyle , Hz. Pîr, zât-ı şerîflerini sâliklerin mertebelerine tenzîl edip , onların perdelerine işâret buyururlar. Ve “perdeler”den murâd, sûrî “ney”de yegâh, asîrân, ırâk, segâh ve çârgâh isimlerinde olan yedi perdedir ki, insân-ı kâmilin suretinde dahi, nefis cihetinden, “nefs-i emâre , nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i merzıyye ve nefs-i safîye” isimlerinde yedi mertebe; ve rûhâniyyet ve letâif cihetinden dahi, “kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, nefis ve cemî’- i cesed” isimlerindeki yedi letâif bilfiil müctemi’dir; ve sâlik ise henüz nefs-i emmâre mertebesinde olup yukarı mertebelere terakkîsi için insân-ı kâmil, onun merâtib-i nefsiyye ve rûhâniyyesine tenezzül ederek bu perdeleri birer birer yırtar. Ve sâliki birçok nefsin ve ruhun tehlikeli geçitlerinden geçirir.
Hulâsa-i ma’nâ: “Ney mesâbesinde olan insân-ı kâmil, âlem-i kesrette sevip yâr edindiği her bir şeyden soğuyup, kendi aslı olan Hakk’a müteveccih bulunan her bir sâlik-i âşıkın mahremi ve musâhibidir. Ve onun merâtib-i nefsiyye ve rûhiyyesi, sâlikin kendi aslına hicâb olan merâtib-i nefsiyye ve rûhiyyesini yırttı ve kaldırdı.
12. Ney gibi bir zehir ve bir tiryâk kim gördü? Ney gibi bir dost ve bir müstâk kim gördü?
“Tiryâk” zehirin te’sîrini izâle eden bir ma’cûnun ismi olup panzehir demektir. “Dem-sâz” dost ve muhib ma’nâsınadır. Ya’nî insân-ı kâmil şekâvet-i ezeliyyesi olanlar için zehirdir; zîrâ onu doğru yola da’vet ettikçe inadı ve şekâveti ziyâde olur; ve saâdet-i ezeliyye sâhibi olup nefsin mülevvesâtına bulasmış ve zehirlenmiş olanlar için de, tiryâkdır, panzehirdir.Ve sâlikleri Hakk’a ve hakîkate ulaştırmak için, onların dostu ve mustâkıdır.
13. Ney, kan dolu olan yolu. söylüyor;Mecnûn’un aşkının kıssalarını söylüyor.
Ney, ya’nî insân-ı kâmil, mehâlik ve müşkilât ile dolu ve nefs-i emmârenin mezbahası olan Hak yolundan haber veriyor; ve ask-ı ilâhîye mübtelâ olan Mecnûn’un kıssalarını ve ahvâlini beyân ediyor. “Ask-ı Mecnûn” ta’biriyle …. ya’nî “O kadar Allah’ı zikr et ki, mecnûn desinler” hadîs-i şerifine işaret buyrulur. Zîrâ ehl-i gaflet, dâimâ Allah’dan bahs edenlere deli derler.
14. Bu aklın mahremi bî-hûsun gayri değildir; zîrâ kulaktan haska dile müşterî yoktur.
Ya’nî insân-ı kâmilin aklının mahremi, ancak onun önünde kendi aklını, dirâyetini ve fetânetini terk etmiş olan sâlikdir. O akıldan müstefîd olan ancak böyle bir sâlikdir; yoksa kendi aklım ve zekâsını ve ilmini beğenen kimse, insân-ı kâmilin aklından ve onun ilm-i ledünnîsinden istifâde edemez. Fakat kendinden geçen sâlik, insân-ı kâmil söylerken, bastan ayağa kadar kulak olup dinler;.zîrâ insân-ı kâmilin dilinin müşterîsi ancak böyle kulak olan bir sâlikdir.
15. Günler gamımızın içinde aksam oldu; günler yanmalar ile yoldaş oldu..
“Bîgah” kelimesinin müteaddid ma’nâsı vardır; burada akşam ma’nâsı münâsidir. “Sûz” harâret ve yanma demektir. Ya’nî, bu cismâniyyet âleminde günlerimiz, ehl-i hakîkatten ayrılık gamımızın içinde geçerek aksam oldu. Günlerimiz, ma’sûk-ı hakîkî olan Hakk’ın âteşi askı içinde yanmalar ile yoldaş oldu ve bu yanıp yakılmalar ile geçti. “Der gam-ı mâ” “Bizim gamımızın içinde” ta’bîriyle Hz. Pîr, bu ayrılık gamını hem kâmillere ve hem nâkıslara teşmil buyurmuştur. İnsân-ı nâkısın zâhiren ve hayâlen ayrılığı, muhtâc-ı îzâh değildir. İnsân-ı kâmile gelince, insân-ı kâmil, her ne kadar bu cismâ niyet âleminde de Hakk’a vâsıl ise de, onun cismi ve taayyünü Hakk’a vuslatın kemâline hicâb olur. Nitekim Sadreddîn-i Konevî hazretleri, Hz. Mevlânâ’yı son hastalıklarında ziyârete geldi ve “Allah Teâlâ sana acele sifâ versin” diye duâ etti. Hz. Mevlânâ buyurdu ki: “Bundan sonra -Allah şifa versin duâsı- sizin olsun, âsık ile ma’şûk arasında bir kıl gömlekten ziyâde bir şey kalmamıştır; nûrun nûra ulaşmasını istemez misiniz?”
“Ben cisimden ve hayalden soyundum; visâlin nihâyetlerinde salınıp gezerim”(Mesnevi, c.6/4639)
16. Ey günler gitti ise de ki: Git korku yoktur; sen kal ey o kimse ki, senin gibi pâk yoktur.
Bu beyt-i şerîf insân-ı kâmil lisânındandır. “Sen kal!” hitâbı, ma’şûk-ı hakîkî olan Hakk’adır; ve bundan murâd, sıfât ve esmân ile bu âlem-i kevnde mütecellî olarak sen kal!.
Zîrâ benim varlığım ve geçen günlerim mevhûm ve i’tibârîdir, demek olur. Zîrâ ârifin nazarında eşyâda sıfât ve esmâsıyla zâhir olan Hakk’ın vücûd-ı hakîkîsidir; ve âlem-i kevn ve cismâniyyet hayâldir. Nitekim Hz. Şeyh-i Ekber Fusûsu’l-Hikem’ de Fass-ı Süleymânî’de söyle buyururlar:
“Kevn ancak hayâldir ve o hakîkatte Hak’dır; bunu anlayan kimse; tarîkatin sırlarını hâiz oldu. ”
Ya’nî, eğer bu cismâniyyet âleminin günleri böyle ayrılık gamı ve aşk-ı ilâhî ateşi içinde geçip gitti ise, ey aslına iltihâka âsık olan ârif, de ki: Ey hayâlî ve i’tibârî olan günler ve vakitler geçiniz. Sizin geçmenizden dolayı, bizim için korku yoktur. Sıfât ve esmân ile müteccellî olarak, bizim nazarımızda sen kal, ey Zât-ı ecell ve a’lâ ki, vücûdda senin gibi pâk ve mukaddes yoktur.
(Hadîd, 57/4) Ya’nî “Nerede olursanız, o Allah Teâlâ sizinle berâberdir” âyet-i kerîmesi mûcibince, sen her bir mevtında benim hakîkatim ve sey’iyyetim ile berâbersin.
1 7. Her kim balığın gayridir, o sudan tok oldu; ve o kimse ki rızıksızdır , onun günü geç oldu.
Bu beyt-i şerîfde üç sınıfin hâline işaret buyrulur. Birisi balık, diğeri balıgın gayri ve üçüncüsü de rızıksız olandır. “Balık”tan murâd, rûhları ma’nâ deryasında yüzen zâtlardır ki, bunlar ehl-i aşkdırlar. “Balıgın gayri”nden murâd, sûretle mukayyed olan ahyâr ve ebrâr tâifesidir ki; ahyâr tâifesi , ibâdât-ı zâhirîye ve sûrîye ve ebrâr tâifesi ise kesif ve kerâmâta ve suver-i keşfiyyeye kanâat edip ma’nâya teveccüh etmezler. Nitekim VI. cildin nihâyetindeki “Üç Sehzâde” kıssasında, bunların halleri îzâh olunur. Ârifler, mezâhir-i kevniyyede Hakk’ın sıfât ve esmâ-yı bî-nihâyesi ahkâm ve âsârını görüp, âfâkda ve enfüsde olan Hakk’ın bu tecelliyâtına doymadılar ve ma’nâ deryâsında müstağrak oldular; ve ….. ya’nî “Yâ Rab, Sen’in hakkındaki hayretimizi ziyâde et!” derler. Cismânî ve nefsânî kimseler ise, hayât-ı dünyeviyyelerindeki günlerini sıkıntılar ve gamlar içinde geçirdiler ve günleri uzadı. Nitekim bu nâkıs insanların hâli de, dördüncü beyitte îzâh olundu.
18. Pismişin hâlini, çiğ olan hiç anlıyamaz. Binâenaleyh söz kısa gerektir vesselâm.
“Der-yâften” anlamak; “puhte” pismiş ve olmuş demek olup, bundan murâd, hür ve bâliğ olan insân-ı kâmildir. “Hâm” çiğ ve olmamış demektir. Bundan mûrad dahi insân-ı nâkısdır. Azîz Nesefî hazretleri Bülûğ ve Hürriyyet risâlesinde buyurur : “Âlemde mevcûd olan her şeyin nihâyeti vardır ve her şeyin bülûğu vardır; ve her şeyin gâyesi hürriyyettir. Bu kelâm sana ancak bir misâl ile ma’lûm olur. Bil ki, meyve ağaçta tamam olduğu ve kendi nihâyetine eriştiği vakit, Arablar: “Meyve hür oldu” derler. Nihayetin alâmeti odur ki, bir sey kendi evveline vâsıl ola.
Kendi aslına vâsıl olan her şey nihâyete erişir. Bizim indimizde hiç şübhe yok ki hep Hak’dan gelirler; ve yine Hakk’a rücû’ ederler. …….Ya’nî “Emir ondan başladı ve ona avdet eder,ilh.
“Binâenaleyh, insân-ı kâmil, kendinin mebdei olan Hakk’a vâsıl olmakla kâinât ağacının pişmiş ve olmuş bir meyvesi olur; ve onun gayri olan insanlar dahi, henüz ham bir meyve hâlinde bulunur. Ham meyve olmuş meyvenin hâline yabancı olduğundan, insân-ı kâmilin hâlini söz ile insân-ı nâkısa anlatmak kâbil değildir. Böyle olunca, bu bahisteki sözü kısa kesmek lâzım gelir vesselâm.
* * *
Buraya kader 18 beyit, bu Mesnevî-i Serff’in zübdesi ve hulâsası olduğundan, eğer bu beyitler Mesnevî-i Şerîf’in bahislerine tatbîkan şerh edilse pek büyük bir hakâyık kitabı olur.
Dîbâcenin şerhinde dahi gösterildiği vech ile Mesnevî-i Şerîf’in te’lîffındeki sebeb sudur: Hz. Mevlânâ’nın mürîdleri, Hakîm Senâî hazretlerinin İlâhî-Nâme’ sini ve Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin Mantıku’t Tayr’ını ve Musîbet-Nâme’sini mütâlaaya çok rağbet ederlerdi. Çelebi Hüsâmeddin hazretler bunu görüp, Cenâb-ı Mevlânâ’ya hitaben: “Hudâvendgârım, gazelliyyât esrârı çok oldu. İlâhî-Nâme ve Mantıktu ‘t-Tayr üslûblarında bir manzûm kitâb te’lîfine inâyet buyurulmuş olsa, dostlara yâdigârı nız olur” dedi.Hz. Mevlânâ dahi “Bu fikir size gelmezden evvel, âlem-i gaybdan böyle nazmen bir kitâb te’lîfı hâtırası kalbime ilkâ olundu” buyurup, derhal sarıkları arasından bir kâğıt çıkararak Çelebi hazretlerinin eline verdi ki, o kâğıtta bu 18. beyt-i şerîf yazılmıs idi. Ondan sonra Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerîf’i takrîre başladılar.
Şurası şâyân-ı dikkattir ki, bu son beyitte “İnsân-ı kâmilin hâlini insân-ı nâkıs anlıyamaz , bu hususda sözü kısa kesmek lâzımdır” buyruluyor. Binâenaleyh bizim gibi nâkıs insanların bu Mesnevî-i Şerîf’i okuyup, Hz. Mevlânâ’nın ahvâl-i şerîfesini beyân için yazılar yazmak, kendi evhâm ve hayâlâtımızdan ibâret olur. Nitekim Hz. Pîr bu ma’nâ hakkına Fîh’i Mâ Fîh’ lerinin 29. faslında söyle buyururlar: “Kâmillerde ……..(Ya’nî “Allâh’ın ahlakıyla ahlaklanınız”] ve ………
[Ya’nî “Onun isitmesi ve görmesi olurum”] sırrı zuhûr eder. Ve bu azîm makâmdır ki, bundan kelâm-ı azîm söylemek de beyhudedir, çünkü onun azameti, “ayın” ve “zâ” ve “yâ” ve “mîm” ya’nî “azîm” kelimesi ile anlaşılmaz. Eger onun azametinden biraz zâhir olsa, ne “ayın” kalır, ne de “ayın” harfinin mahreci ve ne “zâ” kalır, ne de “zâ” harfinin mahreci; ve ne el kalır, ne de mevcûd; envârın leşkerlerinden vücûd şehri harâb olur. Nitekim Ku’ran-ı Kerîm’de buyrulur:
……..(Neml, 27/34) Ya’nî ” Pâdişâhlar bir şehre dâhil oldukda o şehri harâb ederler.”
Devenin biri fâre kovuğuna ayağını bastı, kovuk harâb oldu; fakat o harâblık içinde bin hazîne çıktı.
“Harâb mevzi’de hazîne olur; ma ‘mûr olan yerde köpek olur köpek!”
Vaktâki uzun uzadıya sâliklerin makâmının şerhinden bahs ettik, vâsılların ahvâlinin şerhinde ne söyliyelim? Ancak onların nihâyeti vardır; fakat bunların nihâyeti yoktur. Sâliklerin nihâyeti visâldir; vâsılların nihâyeti ne olur? O bir vasıldır ki, onun için firâk olmak mümkin değildir. Hiçbir üzüm tekrar koruk olmaz ve hiçbir olmuş meyve tekrâr ham olmaz ilh…”
Ve yine Fîhi Mâ Fîh’in 4. faslında da şöyle buyururlar: “Seyyid Burhânedîn (k.s.) söz söyler idi. Birisi dedi ki: Senin medhini filân kimseden işittim. Buyurdular ki, göreyim, o falan adam nasıl adamdır? Onun beni tanıyıp medh edecek mertebesi var mıdır? Eğer o beni söz ile tanımış ise, su halde beni tanımamıştır. Zîrâ bu söz ve harf ve savt ve bu dudak ve ağız kalmaz.
Bütün bunlar arazdır. Ve eğer fiil ile tanımış ise, yine böyledir. Ve eğer benim zâtımı tanımış ise, o vakit bilirim ki, o benim medhimi edebilir ve o medih, benim medhim olur.”
İmdi, bu 18. beyitten sonra, Hz. Pîr, insân-ı nâkısın kemâline lâzım olan vasiyyetlere başlarlar.
19. Ey oğul, bağı kopar da, hür ol; ne vakte kadar gümüş bağında ve altın bağında olursun?
20. Eger denizi bir bardağa döker isen, ne kadar sığar? Bir günlük kısmet!
21. Harîslerin gözünün bardağı dolmadı. Sadef, kâni’ olmadıkça inci dolmadı.
22. Her kimin libâsı bir aşktan yırtıldı ise, o hırstan ve ayıbtan tamâmiyle temiz oldu.
23. Aferîn! Ey bizim lâtif, fâideli olan aşkımız; ey bizim bütün illetlerimizin hekîmi!
24. Ey bizim kibrimizin ve nâmûsumuzun ilâcı! Ey bizim Eflâtûn’ umuz ve Câlinos’ umuz!
25. Toprak cisim, aşktan felekler üzerine gitti. Dağ raksa geldi ve çâlâk oldu.
26. Ey âşık! Aşk, Tûr’ un canı geldi; Tûr sarhoş ve Mûsâ bî-hûs düştü. 27. Eğer ben kendi dem-sâzımın dudağı ile es ola idim, ben söylemeye lâyık olanı söyler idim.
28. Her kim ki o bir hem-zebândan ayrı oldu; her ne kadar yüz nevâ tutar ise de, bî-nevâ oldu.
29. Vaktâki gül gitti ve gülişten geçti, ondan sonra bülbülden sergüzeşt dinleyemezsin.
30. Hep ma’ sûkdur ve âsık bir perdedir; diri olan ma’ sukdur ve şık bir ölüdür.
31. Vaktâki onun aşka meyli olmaya, o, kanatsız bir kuş gibi kaldı; vay ona!
32. Eğer önde ve arkada, yârimin nûru olmasa, ben öne ve arkaya nasıl akıl tutarım?
33. Aşk bu sözün dışarıya çıkmasını ister; âyine gammâz olmasın! Bu nasıl olur?
34. Senin cânının âyînesi ondan dolayı gammâz değildir; zîrâ ki onun yüzünden pas ayrılmış değildir.
www.semazen.net

Hz. Mevlananın Gönlünden

indir (9)_0

Mevlana Celaledin Rumi Hz.
Gönül topraktan yapılmış bir yazarbozar tahtasıdır; o da gönül mühendisidir. Eşyanın hakikat rakamlarını, resimlerini onda ne güzel gösteriyor. Gönül tahtası seni sayılar gibi bir başkasına çarparcasına o Mimar kendine çarpsa ne çıkar? İşte çarpmanın hasılını gördün ya; şimdi gel kıymeti de gör: bir damlayı o, denize nasıl akıttı ve deniz yaptı! Bütün birbirine zıt olanları bir araya toplamakla ve uzlaştırmakla karşılandı. Sükut et; bu eşsiz şaşılacak kudretlerden fikrin parmağı ağzında kaldı!
Ben, binlerce geniş kırba, binlerce geniş karın isterim. Zira abıhayat lezzetlidir ve ben susuzum, kana kana su istiyorum.
Gönlünü kaptıran aşıktan ne vefa istiyorsun? Gönül gidince vefa da arkasından gitti.
Şehir, o şahın ruhları çektiği yerdir; ev, bark, Allah,ın: ”Gel,” dediği yerdir. Kıble o olunca, derin derin ovalar kısalır, önünde ardında çimenler biter, gönül çeken serviler uzanır, yolda giderken yüksek dağlara raslayınca dağlar sırtlarını verirler ve: ”Ey azamet ve kudret maenini kastederek yola çıkanlar! Merhaba” derler. O Sevgili, kılavuz ve önder olursa, yolun sarp taşlıkları ipek gibi yumuşar.
İşte biz o ayın ardınca gölge gibi yola revan olduk. Ey gönülleri bizim gönlümüzle, ey yoları bizim yolumuzla olan dostllar! Essala
Bön ve ahmak olmayan , gönlünü bize arkadaş eder. Çünkü gönül hafiftir, çeviktir, hareketerinde ve yürüyüşünde yorulmaz. Tenin topallallığından, gönlün çevikliğinden ötürüdür ki, hak o vefakarlığı tenden değil gönülden istedi. Fakat canla bir renk olan gönül nerede? Bir balçık ruhlara padişah olmuştur. Ruhlar hayrettedir ki, bu çorak bir toprak olan ten, sınırımızı geçti, hakan oldu, kendisine uyulan önder oldu.
Ey gönül! Vazifeni hakkiye yapmamaktaki kusurlarına ne özürler düşünüyorsun? Onun tarafından nice nice vefa, senin tarafından nice nice cefa. Onun tarafından nice nice cömertlik, bu taraftan ise azlık ve çokluk anlaşmazlığı . Onun tarafından nice nice nimetler, senin tarafından bunca hata , bunca haset, bunca iyi ve kötü hayaller. Onun tarafından nice nice lutuflar, nice nice lezzetler, nice nice vergiler.
Bunca lezzetler ne için?
Senin acı canının hoş olması için.
Bunca lutuflar neden ötürü?
Allah dotlarına ulaşma için. Kötülükten pişman olup da Allah, diye yalvarınca, seni o çeker belalardan kurtarır.
Beyazıd-i Bistami bir gün yolda giderken biri kendisine arkadaş oldu. Beyazid o adama sordu:
– Ey dubaracı! Senin sanatın ne? Ne iş yaparsın?
O adam:
-” Harbendiyem ( Eşek kulu bakıcısıyım) işm gücüm eşek tımar etmektir.” cevabını alınca, Beyazid:
– Haydi yanımdan ayrıl; dedi ve sonra: ( Yarabbi! Onun eşeğine ölüm ver de ”bende-i Huda”( Allah kulu ) olsun, diye dua etti.
Ey aşıklar! Ey aşklar bugün siz ve biz derin denizimize dalmışız; bizi ancak tanıyanlar bilirler.
O gönül kapan, o ayyüzlü şuh güzel güzel, bize bizden daha şefkatlidir.Has olan lutfuna, özel kulları gibi ammenin sığınması vardır. Öyle ise şimdi gel. Ooh sevinerek geldin, gönlü neşelerle dolu geldin, gönlü neşelerle dolu geldin, servi gibi salınarak geldin, dudağının altından ona yalvar.
Ey gönül! Kararsız oldun ama en yüksek devletin tepesine çıkıp oturdum. Cisimlerden geçmiş tek yolda yürüyen ruhları gör; onlar kuşluk vaktinin güneşinden daha parlak kandilleri yakıp yükseltmişler , her tarafa nur veriyorlar.
Gönülden cana nida geldi:
– Ey haktan gelen! Geri dön; Essala.
Can dedi ki:
– Ey seslenen sevgili! Ehlen ve sehlen,merhaba.
Aşk, gönlümüze bir ateş koydu. Bahanelerde bizden nükteleri esirgemeyinniz, diyorlar.
Ateşli aşıklarla hayalin her zaman birliktedir. Gözümüzün önünden tasvirin bir soluk kaybolmasın.
Ey gönül! Senin kararına ne oldu? Ey gönül! Senin işine, gücüne ne oldu? Sabah ve akşam senin böyle uykunu kaçıran nedir?
Gönül cevap verdi:
– Yüzün güzelliği, o büyücü gözlerinin nergisleri, o kıvırcık saçlarının sümbülleri, senin bu tatlı maceralı, yakut renkli dudaklarındır.
Ey aşk! Herkesin katında, birçok başka lakabın vardır. Ben sana dün bir ad verdim:” ilacı bulunmuyan derd.”
Bu gün biz senin misafiniz; güler yüzlülerin mestiyiz; adını, yüzünü anınca, gönül billah yerinden oynar. Senin adından güzel başka bir ad var mı ? Senin makamından yüksek başka bir makam var mı ? Senin kadehinden başka , gönlü sevindiren başka bir kadeh var mı ?
Ey tatlı, güzel yüzlü saki! Neredesin? Ey muhtaşem! Senin kapında yüksek bir debdebe ve görkem vardır. Biraz dışarıya çık, salın. Senin o gönül kapan baygın gözlerinle zira biz mestiz. Böyle olmakla beraber gene bir tarftan da feryad ediyoruz, kanlı gözyaşları akıtıyoruz, ciğerimizin kanını pıhtılaştırıyoruz. Esvaplarımızın yüzünde, yakasında, bu nişanelerini görebilirsin.

Hazret-i Mevlânâ’dan Nasîhatler

x1080-rD_.jpg

Yard.Doç.Dr. HİDÂYETOĞLU Ahmed Selâhaddin Çelebi
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin 21. Batın Torunu
Rahmân, Rahîm Allah Adına Hû…
“Azamet ve kudrette tek olan, bir tanınan,
karanlıklar içinde ışıklar, ışıklar içinde karanlıklar peydâ eden,
ölüleri dirilten, dirileri öldüren,
yegâne Hālık-ı Zü’l-Celâl’e hamd olsun.
O Azîz’dir, zevâl ve fenâdan münezzehdir,
O’nun Kıdem’ine bidâyet,
Bekā’sına nihâyet yoktur.
Ebedîliğinin denizinde, akıllıların akılları gark olup gitmiştir.
O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Herkes ve her şey O’na muhtâçtır.
O’nun hakîkati karşısında âlimler ilimleriyle, ârifler irfânlarıyla hayrân kalmışlardır.
Biliriz ve bildiririz ki, Allah’tan başka yoktur tapacak.
Biliriz ve bildiririz ki, gerçekten de Hazret-i Muhammed Allah’ın kulu ve rasûlüdür.
Salât ile selâmım Hazret-i Muhammed’e: O,
Enbiyânın Seyyidi,
Etkıyânın İmâmı,
Rûz-i cezâ’da ümmetin şefâatçisidir ve
Semâya urûç edenlerin, seçilenlerin en hayırlısıdır.
O’na, O’nun pâk nesline, inanarak O’nu görenlere, bilhassa,
sıdk u vefâ mâdeni Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’a,
doğru ile yanlışı ayırt eden, Hattab oğlu Hazret-i Ömer’e,
hilim, hayâ ve iki nûr sâhibi Hazret-i Osman’a,
kılıç ve cömertlik sâhibi Ebû Tâlib’in oğlu Hazret-i Ali’ye,
bütün muhâcirlere, ensâra, emîn adamlara çok çok salât u selâmlar olsun.”
(Mecâlis-i Seb’a, 3. Meclis)
“Ey mülkün sâhibi olan Sultân’ım, Rabb’ım, Allah’ım;
bizim hırs ateşimizi rahmet suyunla söndür,
Sana müştâk olan canlara vahdet şarabından tattır.
Gönlümüzün özünü mârifet nûrlarıyla vahdet sırlarıyla münevver eyle.
Uçsuz bucaksız sonsuz rahmet ovanda açıp yaydığımız umut tuzaklarımızı, dilek ağlarımızı, sâadet kuşlarıyla, kerem ve ihsan avlarıyla doldur.
Hicrân oduna yanan canların ve âşıkların her dem gök kubbeye yükselen gönül dumanlarını vuslatın güzel ve de hoş kokularıyla bürü.
Kālimizi, hâlin özün özeti kıl, hâlimizi söz ve dedikodu tehlikelerinden geçir, kurtar.
İlâhî!
bizi iki cihanın saâdetine düşman olanlardan muhâfaza buyur.
Düşmanların bize, olmasını ve bizim başımıza gelmesini, diledikleri şeyleri bizden uzaklaştır.
Ey lütuf hazînelerinin nihâyeti, kerem deryâlarının ucu bucağı olmayan Allah’ım; bizi, dostlarımızın hakkımızdaki arzu ve hüsn-i zanlarından daha iyi, daha yüce kıl.” (Mecâlis-i Seb’a, 1. Meclis)
Cânlara Niyâzım:
Ey muhabbet dairesinde buluşan canlar,
korku ve endişe sizlerden ırağ olsun,
gönüllerinizde daim yanan, Muhammedî çerağ olsun.
Allah duyuşlarınızı ve niyetlerinizi nûrlandırsın.
Ey dostluk ve aşk yollarında yürüyen canlar,
Allah size dâima Selâm ism-i şerîfiyle tecelli eylesin.
Allah can gözlerinizden perdeyi kaldırıversin.
Ey âşıklar ve sâdıklar,
Allah sizlere cemâlinden tecellî eylesin.
Nûrlanan ve arınan nefislerinize “Ben sizlerden râzıyım” deyiversin.”
Sizler de benden râzı mısınız?” diye soruversin.
Âmin bi-hurmet-i Tâhâ ve Yâsîn …
Hazret-i Pir Efendimiz’in:
“Söz hem az hem öz gerektir.” (Mesnevî, 1, 18)
emrine uyarak az ve öz olan, hususiyle Mevlevî neş’esi ve edebiyle hazırlamaya çalıştığım tebliğimi sunmaya çalışacağım. Sunduğum, sunacağım bilgi O’nundur, O’nun eserlerindendir. Bu nâçiz tebliğim, Berg-i Sebz olarak,
babam Gâzî Veled Bahâeddin Çelebî ile
dayım Hâfız İsmâil Zekâî Efendiler’in güzel rûhlarına niyâzımdır.
Mevlânâ hakkındaki bilgilerimizi tazeleyelim:
Allah’dan geldik Allah’a gidiyoruz.
Allah’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.
Hazret-i Peygamber’in yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş,
yolundan daha doğru bir yol görmedik diyen ,
kâmil mü’minler kâfilesi , her biri bir rahmet âbidesi,
Rabbânî âlim Sultânü’l-Ulemâ âilesi.
Bu âilenin fertleri,
Şem’a-i Nûr-i Ahmed’in ezelden pervâneleri,
Nûr- Cemâl-i Muhammed’in ebediyyen pervâneleri.
Bu âileden bu âleme doğan aşk ve rahmet, ilim ve irfan güneşi,
âşıkânın sultânı, ma’şûkînin cânânı,
Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî ,
ilmini, irfanını benliğini bütün varlığını,
sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’de yok ederek
ebedî meş’alesini O’nun nûrundan yakıp uyandıran
Mevlânâ …
Kan bağı cihetinden Hazret-i Mevlânâ,
Hazret-i Ebûbekir Sıddîk ile
sevgili Peygamberimiz’in gözünün nûru, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in torunudur.
Mevlânâ aynı zamanda onların can ve gönül unsurundan doğan bir oğuldur.
O Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ali yoluyla gelen nûr-i Muhammedî’nin merkezi ve
onların gerçek mümessili bir pîr-i muazzamdır. Nitekim şöyle buyurur:
“Biz Allah’ın sâyesiyiz.
Muhammed Mustafa’nın nûrundanız.
Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.
Herkes sûret gözüyle bizi nereden görecek?
İzzet ve celâl, kudret ve kemâl sahibi Allah’ın, su ve balçık içinde belirmiş nûruyuz.
Her nerede bir kandillikten bir an parıldasak, orada bütün bir âlemin müşkilleri hallolur.
Güneşin bile giremediği aydınlatamadığı karanlık bizim nefesimizden kuşluk vakti gibi aydınlanır.” (Mithat Bahârî Beytur, Mesnevî Gözüyle Mevlânâ)
Mevlânâ ma’nevi yolculuğunu, Hakk’a yürüyüşündeki kemâl mertebelerini şu sözüyle ifade eder:
“Hamdım, piştim, yandım.” (Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî, Gazel 1768;Divân-ı Kebîr, Gölpınarlı,V, 69)
Mevlânâ’nın pişmesi,
babası Sultân’ul-Ulema Bahâeddin Veled ile
Seyyid Burhâneddin’in feyizli nefesleriyle,
yanması da
ilâhî dostu Şems’in nûrânî aynasında gördüğü güzelliğinin aşk ateşiyle olmuştur.
Mevlânâ’nın Şems’e karşı olan sevgisi Allah’a olan aşkının miyârıdır.
Çünkü Mevlânâ, Şems’de Allah cemâlinin parlak tecellîlerini görüyordu.
Mevlânâ aşk şarabı idi, Şems O’na bir kadeh oldu.
Mevlânâ açılmak üzere bir güldü, Şems ona bir nesîm oldu.
Şems, Mevlânâ’yı ateşledi amma,
karşısında öyle bir volkan tutuştu ki alevleri içinde kendisi de yandı.
Mevlânâ diyor ki:
“Babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki; saçımın her telinde yüz bin Şems-i Tebrizi asılıdır. Sırrımın sırrını idrakte Şems-i Tebrizi bile şaşakalmıştır. Şâh-ı dilber olan Şems-i Tebrizi , bütün şâhlığıyla bizim cânımızın muhâfızıdır.”
(Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn)
Bu konuda gönül ehlinin beyanını tekrar edelim:
“Âlem Şems-i Tebrizilerle doludur amma, Hazret-i Mevlânâ gibi bir er nerede?”
Mevlânâ’nın aşk ve cezbe dâiresindeki zevât-ı kirâmdan;
Şeyh Selahaddin Zerkûb-i Konevî,
Çelebi Hüsameddin,
Şeyh Kerîmeddin ve
Sultan Veled, O’nun hemdemleri ve halifeleridir.
Mevlânâ’dan bugüne gelen
Mesnevî-i Ma’nevî ,
Divân-ı Kebîr,
Rubâiyyât,
Mecâlis-i Seb’a,
Fîhî Mâ Fîh,
Mektûbât
gibi eserleriyle açtığı aşk ve cezbe yolu,
Sultan Veled yolu; Mevlevîliktir.
Mesnevî-i Ma’nevî ,Çelebi Hüsâmeddin’in istirhamı ve istîdâdı ile yazılmıştır.
Bütün ehl-i tevhid ve ehl-i aşk kendilerine bahşedilen
Mesnevî-i Ma’nevî’nin yalnızca yazılması hususunda sabah-ı haşre kadar
Çelebi Hüsameddin’e teşekkür etseler yine şükran borçlarından kurtulmuş sayılmazlar.
Mevlânâ,
Her işittiğini hak kulağıyla işiten,
her gördüğünü Hak gözüyle gören ,
her bildiğini Hak bilgisiyle bilen,
Allah ile arasında son derece yakınlık ve visâl peydâ eden, Hak Dost …
O, pîr-i muazzam Muhammed Celâleddîn-i Rûmî,
insanların rûhuna tâze bir hayât ve sonsuz bir rahmet sunan,
bu sûret âleminin ölülerini mânâ ve aşkıyla dirilten Rahmânî bir kul, Rabbânî bir insandır.
Mevlânâ takvâsında aşkı, aşkında takvâsı gizli, bir kâmil mü’min.
Velâyet rütbesinde âşıkların sultânı, ma’şûkînin cânânı olmuş bir kâmil velî.
“Allah’ın velî kullarına ne bir korku vardır ne de bir hüzün.” (Yûnus Sûresi, 62)
meâlindeki âyet-i kerîme’nin sırrına mazhar bir kâmil velî,
vâris-i peygamber.
Mevlânâ insana günahkâr da olsa , kâfir de olsa ,
engin bir görüşle, rahmet dolu bir nazarla bakmıştır.
O’nun hoşgörüsünde Tevhîdin sırrı,
Kur’ân’ın nûru,
îmânın şuûru ve
Muhammedî ahlâkın huzûru vardır.
Muhammedî feyze tam mazhar olarak,
rahmet mâdeni olan Mevlânâ;
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Sûresi, 53)
mealindeki ilâhî müjdenin coşkunluğu içerisinde bütün insanlığa:
“Ümitsizlik semtine gitme ümitler vardır.
Karanlık tarafa gitme güneşler vardır.” (Mesnevî, 1, 724)
diye haykırır ve dâima muhabbet, şefkât ve merhametle yanarak Allah’a şöyle sızlanır ve nazlanır:
“Yâ Erhame’r-Râhimîn! Senin rahmetini yalnız muhsinlerin ümîd etmesi lâzımsa mücrim kime gidip sığınsın?
Yâ Ekrame’l-Ekramîn! Eğer sen, yalnız iyilerden başkasını kabûl etmez isen, kötü kişi neylesin; nerde ağlasın, kime yalvarıp yakarsın?” (Mesnevî, 2, 335)
Mevlânâ’nın pek engin, pek yüce feyzinin parlaklığı içinde teessüs etmiş olan Mevlevî Tarîkati’nin gelişmesine, yayılmasına ilmiyle, irfânıyla, Maârif, Dîvân, İbtidânâme, Rebabnâme, İntihânâme isimli eserleriyle yüksek fazîlet ve himmetleriyle büyük hizmetler etmiş olan Sultân Veled, Babası hakkında buyurur ki:
“O, aklın da, fehmin de, ilmin de, naklin de ötesindedir.
O’nun önünde kuru laflar etme. Kālden geç.
Bilgiçlikten dem vurma O hüsn ü cemâl deryâsıdır.
O, kemâl içinde kemâldir.
O’nun hüsn ü cemâl ile kemâl deryâsından bir damla,
bütün cihâna parlaklık ve güzellik vermiştir.
Hak erenlere sıdk u safâ, Hak dostlarının cân gözlerine cilâ O’ndan erişmiştir.
O’nun elinden bir kadehe nâil olmuşsan, O’nun yolunun toprağı ol.
Alçal, yok ol. İşte o zaman tertemiz olup yücelik yolunu tutarsın.”
(Dîvân’dan 390. Gazel)
Şimdi de Mevlânâ’nın şu davetine kulak verelim ve nasîhat nedir onu belirtelim:
“Doktorlar insanın hastalığını, nabzına ve idrarına bakarak anlarlar ve onlar hastalarından ücret alırlar.
Biz Hak Te’âlâ’nın talebeleri olan doktorlarız.
Biz gönüle vasıtasız olarak bir hoşça bakan doktorlarız.
Anlayış bakımından da görüşümüz pek yücedir.
Zirâ biz, Allah’ın Celâl nûrunun ışığından ilhâm alırız.
Bizim delîlimiz, Celîl olan Allah’ın vahyidir.
Hastalığı ilhâm ile anlarız. Biz kimseden de tedâvî ücreti istemeyiz.
Ücretimiz noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tandır.
Onulmaz hastalıklara tutulanlara salâ!
Ey onulmaz hastalıklara tutulanlar koşun buraya! Bizim ilâcımız hastalara birebirdir.” (Mesnevî, 3, 2700-2709)
Nasîhat nedir?
Nasîhat, gizli düşmanlık, kötü niyet ve hileden uzak, balın mumundan tasfiye edildiği gibi sözü de gizli düşmanlık, kötü niyet ve hileden arındırmaktır.
Yani nasîhat gönülden gizli düşmanlıkları kötü niyetleri ve hileleri çıkararak öğüt verilen kimsenin hayır ve saâdetini samimiyetle arzu ve temennî etmektir.
“Dînin kemâli hâssaten nasîhattedir.” (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi)
Hadis-i Şerifi’ndeki nasîhat, hayırlı işleri de şâmildir. Şu halde hayırlı her söz ve hayırlı iş nasîhattir.
Bir gün, Emîr Muîneddin Pervâne, Mevlânâ’dan kendisine nasîhat vermesi için istirhamda bulundu.
Mevlânâ bir müddet düşündükten sonra mübarek başını kaldırıp Emîr Muîneddin Pervâne’ye:
“Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediğini duydum” dedi. O’da evet diye cevap verdi.
“Ayrıca hadisler hakkında Câmi’ül-usûl’ü okuduğunu ve Sadreddin’den dinlediğini duydum.” buyurdu. Pervâne yine evet dedi. Bunun üzerine Mevlânâ:
“ Mâdem ki Allah ve Rasûlü’nün sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve bildiğin halde, o sözlerden nasîhat almıyorsan ve hiçbir âyet ve hadisin muktezâsınca amel etmiyorsan, edemiyorsan, benim nasîhatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın” dedi. (Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn)
Nitekim Mevlânâ Mesnevî’de buyurur ki:
“Sel, denize kavuşunca, deniz olur.Tohum tarlaya ekilince ekin olur.
Mum ve odun, kendilerini ateşe fedâ ederler de, kapkaranlık özleri nûrlanır, ışıklar saçar.
Sürme taşı, döğülüp, gözlere çekilince iyi görmeye sebep olur; gözcü kesilir.
Ne mutlu o adama ki, kendisinden kurtulur da bir dirinin varlığına ulaşır.
Eyvahlar olsun, yazıklar olsun o adama ki, ölüyle düşüp kalkar da, ölür hayâtını kaybeder.
Sen de, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ânı’na kaçar sığınırsan peygamberlerin canlarına ulaşır; onların huylarıyla huylanırsın.
Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâlleridir. Onlar azamet ve kudret sahibi Allah’ın tertemiz denizinin balıklarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm okur da dediğini tutmaz isen, farzet ki nebîleri veya velîleri görmüşsün ne çıkar?
Kur’ân-ı Kerîm’i okur, hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan, can kuşuna ten kafesi dar gelir.
Kafesteki kuş, zindandaki mahbusa benzer, kurtulmayı iste­meyişi câhilliktendir.
Kafeslerinden kurtulan rûhlar, Hakk’a lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.” (Mesnevî, 1, 1531-1542)
“Usta, hangi hünerde tanınır, şöhret bulursa, kalfa­larının, çıraklarının canları da o hünerle tanınır ve şöhret bulur.
Usûl ilminde üstâd olan kişinin yanına varan zihni açık, istidâdlı talebe usûl ilmini okur.
Fıkıh ilminin üstâdının yanındaki talebe ise fıkıh okur, usûl de okumaz beyân da…
Nahiv üstâdı olan hocanın talebesinin canı nahivci olur.
Hakîkat yolunda mahvolan bir mürşid-i kâmilin müridinin canı da, onun irşâdıyle, ezelî ve ebedî sultân olan Hak’da yok olur – gider.” (Mesnevî, 1, 2829-2833)
Dinle ey Cân:
“Bir Nahiv âlimi, gemiye binmişti.
O kendisine tapan; kendisini beğenen nahivci, oturduğu yerden, gemiciye dönerek dedi ki:
Sen hiç nahiv okudun mu?
Gemici, hayır deyince,
Yarı ömrün hiçe gitti, dedi.
Gemicinin gönlü kırıldı; öfkelendi, fakat cevap vermedi, sustu.
Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici o nahivciye yüksek sesle sordu:
Sen yüzmeyi bilir misin söyle üstâdım?
Nahivci, ey güzel cevaplar veren güzel yüzlü gemici, yüzmeyi bilmem deyince, gemici:
Ey nahivci, bütün ömrün hiçe gitti; çünkü gemi bu girdapta batar gider.
Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olacak olan bilgi mahiv (yokluk) bilgisidir.
Şunu iyi bil ki, ölmeden evvel mahvolmayı bilmek gerek. Ölüm günü nahiv bilgisi işe yaramaz. Yok olmuşsan, hiç bir tehlike yok, denize dal.” (Mesnevî, 1, 2835-2841)
“Âgâh ol ki, velîler vaktin İsrâfîlleri’dir. Ölüler onların yüzünden, canlanır gelişirler.
Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların seslerini duyunca sıçrayıp kalkarlar.” (Mesnevî, 1, 1930-1931)
Yine Mesnevî’den nasîhatler:
“Allah ile oturup kalkmak istiyorsan, velîlerin huzûrunda otur.
Velîlerin huzûrundan ayrılırsan helâk olursun.” (Mesnevî, 2, 2163-2164)
“Velîlerin huzûrundan uzaklaşırsan, hakîkatte Allah’dan uzaklaşırsın.” (Mesnevî, 2, 2214)
“Ma’nâ ehliyle otur kalk da,hem ihsânlara nâil ol;hem de cömert bir adam ol.” (Mesnevî, 1, 711)
“Gönül sâhibine erişirsen, katı taş ve mermer bile olsan, cevher olursun.
Pâk olanların muhabbetini kalbinin içine iyice yerleştir. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbetlere gönül verme.
Aklını başına al da bir gönül dostundan gönül gıdâsını al; onun sohbet ve muhabbetiyle gönlünü gıdâlandır.
Git, ma’nevî devlet sahibinden bir devlet ve saâdet talebinde bulun.” (Mesnevî, 1, 722-726)
“Tatlı sözlü câhil dostun sözlerine pek kapılma; dostluğuna güvenme. Onun sözleri eskimiş yıllanmış zehire benzer.” (Mesnevî, 6, 1431)
“Îsâ aleyhisselâm’ın kaçtığı gibi, sen de ahmaktan kaç. Ahmak ile konuşup görüşmek, nice kanlar dökmüştür.” (Mesnevî, 3, 2595)
“Hakîkate ulaşmamış, şu taklîd ile da’vâ güden şeyhlere gitme; onlar adamı ahmak bir hâle sokar, aklını nûrsuz, fersiz bir hâle getirir.” (Mesnevî, 3, 518)
“İnsan yüzlü pek çok iblîs vardır. Öyleyse her ele, el verme.” (Mesnevî, 1, 316)
“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat, helâl lokmadan meydâna gelir.
Ağza alınan helâl lokmadan, gönülden kulluğa bir meyil; öbür âleme gitme arzûsu zuhûr eder.
Bir lokmadan hasede uğrar tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydâna gelirse, sen, o lokmayı haram bil!
Buğday ekersin de arpa mı biter? Attan eşek sıpası doğduğunu gördün mü hiç?
Lokma tohum gibidir, mahsûlü fikirlerdir. Lokma deniz gibidir, incileri fikirlerdir.” (Mesnevî, 1, 1642-1648)
Allah’ın hidâyet ve inâyeti:
“Allah, bize yardım etmek dilerse gönlümüze, ağlayıp inleyerek yalvarmak ve münâcâtta bulunmak isteğini verir.
Allah için ağlayan göz ne mübârektir. Allah aşkıyla yanıp kavrulan gönül ne mukaddestir.
Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.
Akarsu neredeyse orası yeşerir; nerde göz yaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.
İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki, cân meydânında yeşillik bitsin.
Ağlamak istiyorsan, göz yaşı dökenlere acı. Merhamete nâil olmak istiyorsan zayıflara merhamet et.” (Mesnevî, 1, 817-822)
Bu duygu ve düşüncelerle Mevlânâ-yı Rûmî’ye gönül bağlamış Muhammed Lutfî dilinden Rabbimize yalvaralım:
“Beni benden cüdâ kılsan
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Hak yoluna fedâ kılsan
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
Yağmaya versen vârımı
Nâmûs u kibr ü ârımı
Günde göstersen yârimi
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
Aşkın oduna dağlasan
Çâr etrâfımı bağlasan
Dil hânemi çerâğlasan
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
Feyz-i Muhammed’le gönül
Nûr-i Muhammed’le gönül
Dolsa meveddetle gönül
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
Dil tâlib-i ders-i aref
Esrâr-ı Tevhîd her taref
Dolsa gönül bulsa şeref
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
Aşkın nârına yanayım
Derdin ile boyanayım
Keremine dayanayım
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
Kenz-i mahfî etsin zuhûr
Hubbunla dil bulsun huzûr
Mahv olunsun her bir kusûr
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab
LUTFÎ sana eyler niyâz
Ağlar gözü her kış u yāz
Bir çâre kıl ey çâre-sâz
N’olur Yâ Rab n’olur Yâ Rab
Neyin noksân olur Yâ Rab” (Hulâsatü’l-Hakāyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî)
Diyor ki Mevlânâ:
“Bu kadar nasîhati ve bilgileri söyledik, lâkin Allah’ın inâyetleri olmazsa, bu nasîhatlerin tatbîki husûsunda hiçiz; hîç…
Hakk’ın inâyetleri ve Hakk’ın has kulları olan erenlerin himmetleri olmadıkça, melek bile olsa defteri kapkaradır.
Ey Allah’ım! Ey lutfuyla biz kullarının murâdlarını veren Rabb’im! Sen dururken, sana karşı hiç bir kimsenin adını anmak doğru olmaz.
Yâ Rab! Bu kadarcık doğru yolu göstermek de senin lütf u ihsânın
Yâ Rab! Bu kadarcık irşâd kudretini de sen bağışladın. Şimdiye kadar nice ayıplarımızı da sen örttün.
İlâhî! Ezelde bağışladığın ilim ve irfân damlacığını, kendi deryâlarına ulaştır. Hepimiz bu duayı yapalım:
“İlâhî! Ezelde bağışladığın ilim ve irfân damlacığını, kendi deryâlarına ulaştır.
Cânımda bir katrecik bilgi var. Onu nefis rüzgârından muhâfaza buyur, beden toprağından kurtar…
Bu topraklar onu örtmeden, şu rüzgârlar onu kurutmadan önce, sen onu kurtar…
Ama bu topraklar onu örtse de, şu rüzgârlar onu kurutsa da, sen onlardan tekrar kurtarmağa ve almağa Kādirsin. Ey Kādir-i mutlak.” (Mesnevî, 1, 1878-1885)
Dîvân-ı Kebîr’deki nasîhat beyitleri ile susalım:
“Beri gel beri, daha da beri… Şu yol vuruculuk, ne zamana kadar sürecek? Mâdem ki sen, bensin; ben de senim; peki senlik benlik neden?
Hak nûruyuz; Hakk’ın sırçası, kendi kendimizle bunca savaşımız, bunca inatlaşmamız da ne? Aydınlık, aydınlıktan ne diye, böyle kaçar durur?
Hepimiz de bir tek olgun kişiyiz; fakat neden böylesine şaşıyız ki ? Zengin neden, yoksulları hor görür ki ?
Sağ el, ne diye kendi solunu hor görür? Her ikisi de, mâdem ki senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek?
Hadi, şu benlikten geç, herkesle karış kaynaş. Kendinde kaldıkça bir habbesin, ancak bir zerresin; fakat herkesle birleştin kaynaştın mı ummansın, mâdensin.
Sayıca yüzbinlerce de olsa, cânı da bir bil, bedeni de.Hani bâdemler gibi, hepsinde de aynı yağ var.
Dünyâda nice diller var, fakat hepsi de anlam bakımından bir ; kapları kırıp döktün mü su, bir olup gider.
Tevhîd’e erer de gönülden sözü sürer çıkarırsan, cân her görüş sâhibine haber gönderir, merâmını anlatır.” (Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî, Gazel 3020; Divân-ı Kebîr, Gölpınarlı, IV, 423)
Tevhîd ehline selâm olsun …
16 Aralık, 1997
16 Şa’bân, 1418 KONYA
724. Vuslat yılı münâsebetiyle hazırlanmıştı ve Alâaddin Keykûbât Salonu’nda sunulmuştu.
Felçli demlerimin sekizinci senesinde semazen.net sayfasında yayınlanmak üzere sunuyorum.
Bana, yayınlanması için yardım eden oğlum Uzm.Dr.Bahâüddin Tâhâ’ya teşekkür ederim.
08 Haziran, 2006
12 C.Evvel, 1427 Perşembe (Cuma Gecesi)
Ankara Caddesi Selçuklu – KONYA
ascelebihidayetoglu@hotmail.com
Kaynak: www.semazen.net