Günlük arşivler: 23 Ağustos 2018

NAMAZIN MERTEBELERİ

indir (1)_5.jpg

Ef’al mertebesinin namazı:

(Nisa Suresi 4/103)

“innessalate kanet alel mü’miniyne kitaben mevkuten”

“inne/muhakkak salat/namaz müminler üzerine  

 mevkut/vakitlenmiş kitap edilmiş/yazılmıştır”

 “Namaz şüphesiz inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır,” hükmüyle ef’al mertebesi iti­bariyle, bedenimizle yaptığımız fiziksel namaz bildiril­miştir. Bu namazın yeri ef’al alemidir.

Esma mertebesinin namazı:

(Bakara Suresi 2/238)

hafizu alessalevati vessalatil vüs­ta

ve kumu lillahi kanitiyne

salavat/salatlar/namazları üzerine

ve vüsta/vasat, ara/orta salat/namaza

hafız/hıfz/muhafaza edin, koruyun

ve allah için kanitiyn/kunut, samim divan duranlar olarak

kumu/kıyam edin, kalkın, ayakta durun

“Namazlara ve orta na­maza devam edin. Ve ALLAH’ın divanına tam huşu ile durur”.

“Vusta” vasat, yani ara, orta demek olduğundan,

ayette geçen ef’al alemi namazlarına devam ederken

ayrıca “orta namazlara” da devam edin” hükmüyle yavaş yavaş idraklerinizi geliştirin

ve ef’al alemiyle, sıfat alemi arasında bulunan esma aleminin namazını oluşturmaya gayret edin, diye tavsiye edilmektedir.

 

Esma aleminin

       – bir yüzü ef’al alemine,

       – bir yüzü de sıfat alemine bakmaktadır.

Ef’al alemi itibariyle bedensel namazını ifa eden kişi eğer gayreti varsa, belirli çalışmaları ile ef’al aleminden yükselmeye başlar, böylece esma alemine ulaşmış olur.

İşte burada kıldığı namazın ismi “salatil vüsta” dır.

Gayreti elden bırakmayıp bu namaza devam eden kişinin yolu sıfat alemine doğru yükselmeye devam eder.

“Vüsta” namazının görevi ef’al alemiyle  sıfat alemi arasındaki bağlantıyı sağlamaktır.

Tefsirlerde, “salatil vüsta”nın sabah veya ikindi na­mazı olduğu bildiriliyorsa da, ef’al alemi itibariyle o da doğrudur.

Bize lazım olan mi’rac yolunda bu hu­suslardan nasıl fayda sağlayacağımızdır.

Zamanla, kişi beş vakte, sohbetlere, zikirlere, iyi hal ile yaşamına devam ettikçe epey ilerleme kaydeder. Böylece kendisinde manevi gelişmeler olur ve nihayet esma alemine ulaşır. İşte bu esma aleminde sürdürdüğü namazın ismi “orta ara” namazıdır.

Kişilere göre bazı değişiklikler arzeden bu yaşamda adet, sayı belirtilmez. Nafile hükmünde, değişik isimler altında bir çok namaz kılınabilir. Burada mühim olan, kişinin gönlünde “ALLAH muhabbeti”ni ne kadar süre tutabilmiş olmasıdır, süre arttıkça manevi ibadeti de artmış olur.

Buradaki yaşamın özelliklerini ve hayata bakışını ehli bilir. Bu mertebenin belirli olgunluğuna erişildikten son­ra, “sıfat alemi”ne doğru yükselme devam eder.

*(l 0) Taç tercemesi çilt. 3 sayfa 486’dan özet. 60

Sıfat Mertebesinin Namazı

Nihayet sıfat mertebesine ulaşan kimse

(Mearic Suresi 70/23)

“elleziynehüm ala salatihim daimune”

o zatlar ki hu/onlar

kendilerinin salat/namazları üzerine daimde/devam edip dururlar

“İşte o kimseler onlardır ki namazlarında daimdirler” hükmüyle belirtilen özelliğe ulaşmış olmaktadırlar.

Gerçi bu ayet beş vakit namazlarını aksatmadan de­vam ettirenler için de belirtilmiş olmakla beraber, gerçek manada elli vakte talip olup onları sürdürenler içindir de.

Şöyleki: Evvela beş vaktini çok iyi bir şekilde yerine ge­tirmiş olan kimseler, bu mertebeye ulaşıncaya kadar edindikleri manevi güç ve tecrübelerle, yaşadıkları za-manlarında hiç boşluk bırakmayıp devamlı Hakk’ı tefekkür ve zikr haline ulaşırlar.

Yirmi dört saatlik bir günün saatlerini 2 ile çarpsak kırk sekiz (48) eder.

Yani her yarım saatte bir namaz eda edil­miş olur.

Bu namazı kılan kişinin gerçek kimliğinibir;

Hakk’ın varlığını da bir olarak dikkate alırsak böylece sayı elli (50) olmuş olur.

Artık bu kimselerin uykuları dahi ibadettir, çünkü gözleri uyusa da gönülleri uyumaz.

Buranın ehli, “muhabbetullah” ile dolu “Arif” zatlardır.

Mi’rac gecesi Efendimize enir edilen elli (50) vakit namaz bu kimseler içindir.

Mertebeler daha aşağı doğru indikçe kırk’a, otuz’a, yirmiye, on’a ve nihayet veş vakte iner.

İşte asgari müşterek olan bu ibadet dahi bizlere zor gel­mektedir. Nasıl bir gaflet içinde olduğumuz, ne kadar aşikardır.

(Maun Suresi 107/4-5)

“feveylün lil musalliyne” (4)

“elleziynehüm an salatihim sahune” (5)

artık veyl/vay haline, yazıklar olsun musalliyn/ salat, namaz kılanlar ki (4)

o zatlar ki hu/onlar kendilerinin salat/namazlarından

sahun/sehiv, dikkatsiz, ihmalkar, gafillerdir (5)

 “vay o namaz kılanların haline ki: onlar kıldıkları namazdan uzaklaşmışlardır”, ihtarı ne ağır bir suçlamadır.

ALLAH c.c. tüm kullarını gafletten kurtarsın.

Beş vakitle namaz kılmaya başlayan kimse gayreti nispetinde yukarıda kısaca belirtildiği gibi seyrini yavaş yavaş yükselterek“namaz mü’minin mi’racıdır” sırrına ulaşmış olur.

İşte ancak bu tür namaz, sahibini “mi’raca” ulaştırır.

Bu hale ulaşan kişinin kendi nefsi varlığı kalmaz, on­da faaliyette olan Hakk’ın varlığıdır.

İçinden ve dışından Hak tarafından ihata edilen bu kimse,

Efendimizin ağzından;

“Men reanî fekad reel Hak” (hadis-i kudsi)

“bana bakan Hakk’ı görür” der.

“Çık aradan kalsın yaradan” hükmü kesinleşmiş olur.

Böyle olunca “O”na bakan başka neyi görecekti ki?.. Elimizden geldiği kadar bu işlerin üzerine eğilmemiz bi­zim menfaatımıza olacaktır, geçen günlerin geri gelmesi asla mümkün değildir.

Bu kısmı da böylece anlamağa çalıştıktan sonra şimdi rek’atlann gurup sayılanna gelelim.

ELLİ VAKTİN İFADESİ NEDİR?

images_2.png

Mi’rac gecesi namazın ilk belirlenen elli (50) vaktinden, kısım kısım, beş (5) vakte indirilmesinin sebebi neydi acaba?,

Cenab-ı Hakk’ın haşa! o kadar bilgisi yok muydu da Musa AL. vasıtasıyla indirildi.

Eğer Cenab-ı Hakk’ın muradı gerçekten ümmet-i Muhammed’e sadece beş vakit namazı farz etmek olsaydı daha baştan bunu böylece bildiremez miydi?

Demekki: bu hadiseden bizlere bazı ibretler çıkarmak düşüyor. Eğer baştan belirtildiği gibi namaz elli vakit olarak yer yüzüne inip mutlak hüküm haline gelmiş olsaydı, bazı insanlara çok büyük yük olacaktı.

Eğer, namaz baştan elli vakit bildirilmeyip sadece sonda belirlenen beş vakit olarak hüküm haline gelmiş olsaydı bu sefer de bazı insanlara haksızlık edilmiş ola­caktı. Cenab-ı Hak ise haksızlıkla değil, hikmet ile faaliyet gösterir, yeterki bizler o hikmetleri idrak edelim.

İnsanlar aynı güç kaabiliyette olmadıklarından idrak ve ihata seviyeleri de değişiktir. Kaabiliyeti yüksek olanı düşük seviyede bırakmak ona haksızlık olur, gücü az olana da fazla yük yüklemek ona haksızlık olur.

Demek ki, belirtilen vakitlerin ellisi (50azami, beşi (5asgaridir.

Beş (5) vakti, asgari müşterekte bütün ümmete farz,

fa­kat mana aleminde yükselmeye istidatlı olanlara ise elli (50) vakte kadar çıkma imkanı verilmiştir.

Böylece her müslüman beş vaktin hakkını vererek tatbik ettikten sonra gayreti mikdarınca çalışmaları neticesinde bir günlük namazını elli vakte çıkarma imkanını bulmuş olur.

Gerçekten, “Hakkikat-i Muhammedi” yolunda faaliyet gösterip idrakini geliştirmesi için kişi,

evvela            “Ademiyyet” mertebesini yaşayıp,

oradan           “Nuhuyet”,

                          →  “İbrahimiyet”,

                                 →  “Museviyet”,

                          → “İseviyet”

ve nihayet gerçek   → “Muhammediyyet” mertebesine ulaşması gerekir.

İşte bu seyr esnasında, kişinin asgariden beş (5) vakit namaz ile başladığı günlük namazı,

her mertebede yükselerek nihayet elli (50) vakit hükmüne ulaşır.

 Ancak bu­rada fiilen bedenen kılınan yine (5) beştir, diğerleri manen olmaktadır. Fakat vakti ve gücü olan fiilen de nafile hükmünde yapabilir.

Eğer beş vaktin üstündeki namaza yol açılmamış ol­saydı. her halde bu ümmete yükselme yolu kapanmış olurdu. Bu hal ise ümmet-i Muhammed için düşü­nülemez bile.

Burada şu husus, okuyucularınım hatırına gelmiş olabilir.

Mi’rac dönüşü niçin Hz. Muhammedi İsa (as) karşılamadı da Musa (as) karşılayıp o geliş gidişleri sağladı?

Çünkü! İsa aleyhisselamın mertebesi “fena fillah” olduğundan “şeriatı” yoktu. Kendisinde olmayan bir şey için de o kişiden fikir sorulmaz.

Musa aleyhisselam ise kendisine verilen, o günün şeriatını ümmeti üzerinde tecrübe ettiğinden bu yönde bilgisi vardı ve o bilgiye dayanarak yükün hafifletilmesi yolunda girişimde bulunmayı sağladı.

FATİHA HAMD

 

hamd-allahadir

Bir günlük namaz da (290) defa “hamd” olgusu vardır.

“Hamd”ın  genelde dört mertebesi olmakla birlikte,

bir de bütün varlığın umumi hamdı vardır.

Her varlık kendi mertebesinde var olup, zuhura çıktığından bir özellik kazanmış olmaktadırlar.

Bu özellikleriyle faaliyet sahasına geldiklerinde birbirlerinden ayrılıp ne için var edilmişlerseo özelliği ortaya koymaları bütün varlığın umumi hamdı’dır.

Böylece hamd mertebeleri beş (5) olmaktadır.

(1) inci mertebe de “Hamd” “Şükür” anlamındadır.

Bu düzeyde olan kimse Cenab-ı hakkın kendisine vermiş olduğu nimetlere karşı şükrünü eda eder. “zahiri şeriat mertebesi”dir.

İnsanların çoğunluğu bu yaşam içindedir, kişi farkında olmadan menfeat karşılığı şükretmiş olur.

Eğer Rabb’ı verdiği ve vermeyi vaad ettiği şeyleri vermemiş olsa büyük bir çoğunluğu bu şükürden vaz geçerler.

(2) nci mertebede “Hamd” “övgü” anlamındadır. Esa­sen hamd’ın lügat manası da “övgü”dür.

Her hangi bir şey beklemeden, karşılıksız olarak Rabb’ını, sadece mu­habbeti ve sevgisi gereği övmesi’dir.

Bu övgü, öven kişilerin Rabblarını hangi mertebeye kadar idrak et­mişlerse, ancak o mertebe düzeyinden övebildiklerinden bu kişilerin övgüleri biri birlerinden farklı olur “tarikat mertebesi”dir.

(3) üncü mertebede

“La uhsi senaen aleyke ente kema esneyte ala nefsik”

yani:

“Seni gereği gibi övemedik, sen kendini nasıl övüyorsan biz de öyle övüyoruz”, diyen o yüce peygamber, sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, bu vadi de bizlere çok büyük ufuklar açmıştır.

(4) üncü mertebede “Hamd” gerçek anlamına yak­laşmış olmaktadır.

“Sübhanellahi ve bihamdihi”

“O’nun hamdıyla tenzih ederiz”.

Burada biraz daha mevzua girerek tefekkür dünyamızı genişletmeye çalışalım. Zira insan düşündüğü sürece zahir ve batın ilerlemişim sağlayabilir.

(Fatiha Suresi 1/2)

el hamdü lillahi rabbil alemiyne”

 “Hamd, alemlerin Rabb’ı olan ALLAH içindir”

(1) ve (2) inci mertebelerde kul tarafından yapılan hamd bu mertebede Hakka geçmektedir.

Hakikaten de “Hamd” ancak ALLAH’a mahsustur, yani gerçek hamdı ancak ALLAH yapar, bu bir gerçektir.

Bu “hamdı” ancak “hakikat mertebesi”ne ulaşmış kimseler anlayıp değerlendirebilirler, zaten burası da ha­kikat mertebesidir.

Kulluk mertebesinden yapılan hamd’lar ne kadar yüce duygular içerisinde olursa olsun, yeterli olmaz.

Çünkü, kulun gerçek hamdı yapabilmesi için, övdüğü varlığı çok iyi tanıması ve bilmesi lazım gelir.

O mertebelerde bu mümkün olmadığından gerçek hamd meydana gelmiş olmaz. Ancak Cenab-ı Hak, her türlü hamd’ı eksiklikleriyle kabul eder.

Az yukarıda gerçek “Hamdı” ancak “ALLAH” yapar dedik.

Burada roller değişmiş, “Kul” “hakikat mertebesi”ne ulaşınca Rabb’ı onu övmeye başlamıştır.

(İsra Suresi17/70)  

“ve le­kad kerremna beniy ademe”

 ve elbette gerçekten/andolsun  adem oğullarını

kerrem/kerim/mükerrem kıldık/şereflendirdik, onurlandırdık

“Adem oğlunu mükerrem kıldık.”

(Ahzab Suresi 33/56)

“innallahe ve melaiketehu yusallune alennebiyyi”

innallahe/muhakkak allah ve onun/kendisinin melaike/melekleri

nebi üzerine salle/salat, salavat getirirler

“ALLAH ve melekleri peygamberin üzerine salat-u selam getirirler.”

(Enbiya Suresi 21/107)

“ve ma erselnake illa rahmeten lil alemiyne”

ve illa/sadece  alemler için rahmet olarak seni irsal ettik/gönderdik

 “Seni ancak alemlere rahmed olarak gönderdik”,

gibi ve benzeri ifadelerle ALLAH kulunu över.

İşte bu çok büyük bir idrak mertebesidir.

Kul kendini tanıma doğrultusunda yol aldıkça,

– evvela aczini ve yokluğunu anlar.

– Ondan sonra da kendi gerçek varlığını idrak eder.

İşte o mertebe de Rabb’ı, kulunu övmeye başlamıştır.

“Bütün alemleri senin için, seni de kendim için halk ettim” rütbesini vermiş olur.

İnsanoğlu gerçek hedefini bir bilebilseydi ne olurdu?…

İdraki ve yaşamı oldukça zor olan bu mertebeye Cenab-ı Hak arzulularını ulaştırsın.

(5) inci mertebe de ise “hamd” daha da derinleşip genişlemektedir.

(İsraSuresi 17/79)

asa en yeb’aseke rabbüke mekamen mahmuden

“mekamen mahmud” olarak senin rabbin

seni ba’s/sevk etmesi/göndermesi, hayat vermesi, tekrar diriltmesi

asa/umulur 

“Umulur ki Rabbin seni de makam-ı “MAHMÜD”a ulaştırır,” hükmüyle bu mertebenin en geniş hali be­lirtilmiştir.

Bütün varlık alemi tarafından gerek “FITRΔ gerek “İRADΔ olarak, “övülen, hamd” edilen “MAKAM-ı MAH-MUD”, “HAKİKAT-i MUHAMMED-i”dir.

 

(6) ıncı mertebe ise, bütün varlığın her birerlerine mahsus  kendi lisanlarıyla,  kendi mertebelerinden yaptıkları“Hamd”lardır.

(Fatiha Suresi 1/2)

el hamdü lillahi rabbil alemiyne”

 “Hamd, alemlerin Rabb’ı olan ALLAH içindir”

“Hamd alemlerin Rabb’ı olan ALLAH’a mahsustur” ifadesi bünyesinde çok geniş oluşumu bulundurmak­tadır.

(7) inci mertebede “hamd”

efdalü zikir la ilahe illallah

efdaluddu’a elhamdülillah

ifadesiyle belirtilen duanın eftali/üstünü olan “elhamdülillah” dır.

Yarısı “Uluhiyyet”,

yarısı “abdiyyet” mertebesinden hitab eden bu Süre-i şerif-i her rek’atte ve her fırsatta oku­maktayız, O’na gerçek değerini verip idrakle düşünme­liyiz.

(8) inci mertebede ise, hamd ahirette oluşacak “liva-ül hamd” (hamd sancağı)nın altında sığınmaktır.

“Hamd”ın (8) mertebesini de anlayabildiğimiz kadar anlatmaya çalıştık, Cenab-ı Hak her birerlerimize bun­ları daha iyi anlama yeteneği versin, şuurlu insanlar olarak ne yaptığımızı bilmemiz lazımdır.

Buraya kadar, bir günlük namaz içerisinde okunan sözleri anlayabildiğimiz kadar yazmağa çalıştık, ALLAH c.c. cümlemize idrak genişliği versin.

TEKVİN MAKALESİ

bileklik.jpg

Şimdi bilesin, kamil kişi odur ki, nefeslerini kontrol edip, onlara bekçi ola… Gönül hazinesinin kapısında otu­rup, Hakkın kütüphanesine Hakdan başka fikirlerin girmesine müsaade vermeye…

“ etturuku ilallahi biadedi enfasil halayık…”

Allah’a giden yollar yaratılmışların nefesleri adedincedir…” hükmü uyarınca, her nefeste hakka yol vardır…

İrfan sahibine yakışan, her nefesini zatı ile Hakdan alıp ve yine hakka vermektir…

Biline ki, insandan nefes çıksa(ki bu nefis olarak da düşünülebilir), haddizatında o nefes heyula gibi olup, renksiz iken, kulun itikadı, ameli ve fikri ne ise, nefes o renge boyanıp, o libas ile örtünüp çıkar…

O halde, gönül hanesini muhafaza etmek gerektir. Hakkın rızasına mu­halif olan düşüncelerden… Zira, kulun gönlü, “Hakk”ın hazinesi ve kütüphanesidir ve insan onun hazinedarıdır. Hak fikrinden gayri fikirler yol kesici çetelerdir ki, onlara gönle girmeye yol bırakmamalıdır.

Nitekim bu konuda hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Kalbil mü’minü beytullah ve kalbül mü’minü arşullah ve kalbül mü’minü hazainullah  ve kalbül mü’minü mir’atullah…”

“ Mü’minin kalbi beytullahtır, ve arşullahtır, ve Allah’ın hazinesidir ve Allah’ın ay­nasıdır.”

İhmal edip Hakkın hazinesini çetelere kaptırır, hırsızlara çaldınrsa, hali müşkil olur, zira hain sayılır…

 

Kur’anı Keriym Enfal Suresi 8. sure 58. ayette; 

“innal­lahe lâ yühıbbül hainiyne”

“Allah hainleri sevmez..”.

Beyt :

      Gönülde yarımca Hakkın çerağı,

      Kesilir ondan hırsızın ayağı…

Hakkın yakınlığına ermiş murakabe ehli kimselerin zihnine gelen düşünce ve hatıralar, suret ve zahir ehli kimselerin açıkça yapmış olduğu fiiller ve sözler gibi muamele görür!..

Murakabe ehli Hakkın rızasına muhalif olan düşüncelerinden mes’uldürler…

Bu hale işaret eden hadîste şöyle buyrulmuştur:

“Men dakka dükka;  hasenatül ebrar seyyietül mukarrabun..”.

“Kim başkasının kapısını çalarsa kapısı çalınır:

 ebrann yaptığı iyi şey mukarreb olana göre kötü şeydir…”

Hakikatte Allahu teala ve tekaddes kendi fikrinden başkasının, bendesinin gönlüne gelmesine razı olmaz; zi­ra orası kendi evidir…

Nitekim bir hadîs-i şerifte:

“Bir kimse gönlüne Hakdan gayri fikirleri sokarsa, Kabetullahı put île doldurmuş ve puthane yapmış olur..”.

Gerçi kalbde o hatıra ve fikirleri halkeden Allahu tealadır, ancak kul gafleti dolayısıyla mesul olur… Kul o düşünceyi giderip. Hak fıkrine tebdil etmezse, ve o dü­şünce ile mesrur olup bulunduğu gaflet içinde rahatlaşırsa, bu halinden sorguya çekilir…

Bu halin tafsili, Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette gizlidir:

külle yevmin hüve fiy şe’nin

 “Her an O yeni bir şa’ndadır..”.

Bu hal içinde Hak teala daima ve ebedî tecelli üze­redir… O tecellilerde emr-i Hak zahir olup, kullar üzere nazil olur… Ve kulların gönlüne ziyarete gelir… O emr-i Hak, yani “tecelli misafîr-i gaybî”dir!..

Hakkın huzurundan yola çıkıp, renksiz olarak kulun kalbine indiğinde, eğer kul gaflette olmayıp. Hak ile ise, o “misafir-i gaybî” olan emr-i Hak, gönüldeki Hak ile birleşir…

Nitekim hadis-i kudsîde buyrulmuştur:

“Ma vesiani arzı ve la semai ve vesianîkalbel mü­min!..”

“Yere ve semaya sığmam, müminin kalbine sığarım…”

Bu kudsi hadîsin manasım bir aşık şu beyitle tefsir etmiş:

      Hakka bakan incidir gönül,

      İsme müsemmaya mazhardır gönül,

      Bir şahin bir anka kuşudur gönül,

      Zatı Hakkın varlığıdır gönül!..

O ilahi emrin kaibdeki ile birleşmesinden kudsî bir güzellik sureti hasıl olur… Şekilsiz ve miktarsız yine Hak­ka dönüp vasılı Hak olur…

“Minhü bedeü ve ileyhi yeud..”.

Ondan başlar ve Ona döner…”

Bu geliş – gidiş ruhlar yolundan değil; münezzeh bir inişle olur ve yine münezzeh bir yükselişle geri döner.

Bu geliş – gidişi ne melek, ne de felek aklı farkeder… Ancak, münezzeh bir ruh görürler, ötesini bilemezler…

O kula “gaybî misafir” olan tecellî her ne vakit gelse, orada Hakkı bulur; böylece de o kul misafirlik hakkına riayet edip, hakkını vermiş olur.

Eğer emr-i Hak kulun gönlüne geldiğinde, orada Hak­kı bulamayıp, bir meleğe yani melekî düşünmeye mülaki olursa, bunların birleşmesinden, meleklere has bir suret hasıl olur; ruhların yükseldiği yoldan yükselip “Sidre”ye kadar uçar ve orada karar kılar…

Eğer emri Hak geldiğinde, insanın sadrında şeytana mülaki olursa, bu sefer ruhanî bir ateş sureti hasıl olur; bu da siyah bir kuş süretinde olup, şeytanların geçtiği yoldan ayın altına kadar yükselir, ondan daha yukarıya çıkamaz ve kıyamete kadar orada kalır.

Ve eğer emr-i Hak geldiğinde, kulun gönlünde bir gü­zellik bulursa bundan güzel bir suret meydana gelir, güzel bir kuş suretinde cennete uçar, ve orada mizacına göre nimet bulur ve sahibi gelinceye kadar bekler.

Bunlar gibi, kalbe gelen tecelliler ne ile karşılaşırlar ise, ona göre değişik suretler meydana gelir… Daha fazla tafsilata gerek yoktur…

Haddizatında insan, ilahî bir kazanç evidir… Daima o “Zat-ı Hak” tecellî eder ve “emr-i Hak” nazil olur… O nazil oluş, aslında renksiz ve nişansız olduğu halde. Hak teala onu indiği insanın rengine göre boyar ve onun itikadına, zannına ve ameline göre çeşit çeşit, renk renk suretlerde icad edip vareder…

Bunlardan maksad. Hakkın “tekvin” sıfatının tecellisinin beyanıdır.

Kamil insan her halde gafil olmaz; “emr-i Hak” olan ilahî tecelli kendisine nasıl renksiz, şekilsiz, miktarsız ha­li ile geldi ise, aynı biçimde, yine renksiz, şekilsiz ve miktarsız haliyle bırakıp, böylece tecellinin hukukuna riayet edip, geldiği gibi göndermelidir.

İnsanın içindeki düşünce ve tasavvurları, dışarıdaki fiil ve hareketleri, inançları, tahayyülleri, nefesleri bir zer­re dahi yok olmaz… Onlar iyi veya kötü, kabiliyet ve istidatlarına göre ahirette türlü türlü şekil ve suretlerle zahir olur… Sahibi ise, onlara verdiği suret gereğince ya nimet bulup lezzet duyar, yahut azap çeker ve incinir!..

Burada gizli olanlar orada aşikar olurlar…

Kur’anı Keriym Zilzal Suresi 99. sure 7/8. ayette;  şöyle buyrulur:

femen ya’mel miskale zerretin hayren yerehü ve men yamel miskale zerretin şerren yerehü   

Kim zerre kadar hayır yaparsa neticesine erer. kim de zerre kadar şer yaparsa neticesine erer…

Muhyiddini A’rabî Hazretleri yine devamla şöyle bu­yurur:

“Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur:

“Ve ma halaktuhu fiy hazel mahalli illa hüvallah, halaka külli şeyin.”

“Bir mahal haketmedi ki, o Allah olmasın; herşeyi halketti.”..

(Yukarıdaki cümleyi İsmail Hakkı merhum şöyle ter­cüme etmiş:

Hak teala kendi nefsini halketti…”

Bunu dünya işlerine kullanılan akıl, (akl-ı maaş) red eder!.. Bu da kendi kusurundandır!.. “Akl-ı maaş” ki,“akl-ı cüz’i”dir… Bu hali idrak edemez…

Bunu ancak “akl-ı maad” yani ilim ve irfan ile terbiye olan, geleceği kavrayan akıl anlar ve kavrar…

Haddizatında: Hak teala kendini halketti!.. demek, zahiren iyi görünmez!.. Ama, hakikati cihetiyle gerçektir!.. Bedii’dir!.. Yani hayret verici bir haldir. Dünyalık akıl el­bette bunu inkar eder: çünkü anlayış ve idrak sahası dışındadır.

Her kim. Hak teala hakkında bir kelam etse, kendi nefsinde Hakka bir suret vermiş olur… İbadet dahi etse, o tasavvur ettiği şeye ibadet eder… O da Allahu tealanın kendidir; başkası değildir… Kulun, tasavvuruna, itikadına ve zannına göre, kalb aynasında yüz gösterir…

Asıl meseleye geliyoruz…

Bu halde, kulun tasavvuruna göre zuhur eden Hakkı, o kul halketmedi, ancak, “Hakkı mutlak”, kendi kendini halketmiş olur!.. Her şeyin halikı Allahu tealadır; O’ndan başka Halik yoktur…

O kulun itikadında zuhur eden dahi Hakkın varettiği “eşya” cümlesindendir… Onu dahi Hak teala halketmişür… Gizli ifadede “Hak kendini yarattı” cümlesinin derin manaları bulunur…

Bilesin ki, “halk”, “ce’al”, “icad”, “sun” ve “tekvin” bu makamda, hepsi bir manaya delalet eder…

– Halk’ın manası      halk etmek;

 Ce’al’in               kılmak;

 İcad’ın                varetmek;

– Sun’un                kud­ret eseri göstermek;

– Tekvin’in ise,       görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır…

İfadeleri bir miktar aynı gibi gö­rünse de hepsi aynı yola çıkar… Hepsinden de murad, Hakkın zuhur ve tecellileridir…

“Hak kendini halketti” demekten murad, düşünen ku­lun tasavvurun ve zannına göre, kendine izhar eder, demektir…

Şöyle bir misal vardır… Bir kimse aynasız olarak ken­dini müşahade etmek, görmek ve bilmek isterse pek kolay olmaz… Fakat, bir ayna ile kendini görürse, bunda ayrı bir safa vardır…

Onun için Hak bu alemi ve Ademi halk ederek, varlığına ayna eyledi. Ancak alem aynasında, kendinin aksini; Adem aynasında ise aynını görüp temaşa eyler…

“Adem”den murad insandır

Ademi ve Alemi halkedip, kendine ayna kıldı demekten murad; kendini ayna suretinde izhar etti; ve yine “Celali” ile “Cemali”ni o aynada kendine arzedip ve bir yüzden bakarak kendi güzelliğine aşık olup, hayran kaldı ve niyaza daldı… Bir diğer yüzden maşuk olup naz ve işveye girdi… Kendi güzelliğini, ken­dine arzedip, cilvekar olup tecelli etti demektir.

Burada bakan, bakılan, bakmak ve ayna aynı şeydir… Ve bu, “İnsan-ı Kamil” öyle bir “mutlak”tır; saf parlak yaldızlı “ay­na”dır ki, mutlak Cemal olan hak, kendi kendini kayıtsız ve şartsız orada müşahede eder.

İnsan-ı Kamil’in aynası, Hakkın tecellisine göredir!.. Diğerlerinde olan tecelli, kulun zanınına ve kabulüne ve itikadına göredir…

 

Allah, Hakkı söyler ve doğru yola hidayet eder.

Hazreti Şeyh Muhyiddin A’rabî kaddese sırrıhu aziz “Fusüs” isimli kitabinin son kısmında, yukarıda zik­redilen mevzularla ilgili bazı sözleri vardır… Onları kısmen buraya alıyoruz…

Hazret şöyle buyurur:

[“İtikad edilen Allah, kulun zannına göre tasavvur ettiği ilahtır. O da sıfattır!.. O kulun senası, kendi itikadı ve zannı üzere olup, dolayısı ile övgüsü kendi zannınadır. Bu sebeble diğer itikadları kötüler.

Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı… Zannında bu mabudu meydana getiren kişi cahildir. Bu yüzden diğer bütün itikadlan şeksiz kötüler ve itiraz eder… Kendi itikadının hilafına göründüğü için, diğerlerinin mabudlar hakkında olan itikatlarına karşı gelip, onlarınkini inkar eder…”]

Eğer, Şeyh Cüneydi Bağdadî hazretlerinin:

“levnün mai levnün inaihi…”

“Suyun rengi, kabinin rengidir..”.

sözünü duymuş olup, manasını anlamış olaydı, hiç karşı gelmez ve her itikad sahibinin itikadını sahibine teslim edip, irfan sahibi olup Hak teala hazretlerim her surette görüp, bilip, idrak ederdi.

O kendine özel bir mabud tasavvur eden kişi “zan” sahibidir. Ne alimdir, ne arif… Onun için Allahu teala“ene inde zanni abdihi’, yani “kulumun zannı üzereyim” buyurdu…

Yani, ben kuluma ancak itikad ettiği surette zahir olurum… Bu itikadı ister ıtlak, ister takyid cihetinde olsun…

Çeşitli itikadlarla itikad edilen ilah, muayyen, mahdud ve sayılıdır… Kulun kalbine sığan ilah da O’dur… Yani, Hakkın bir tecelli yüzüdür… Başka ilah demek değildir…

Ama mutlak olan ilah, Cemal sahibidir ve O’ndan başkası bulunmaz. Ve hiçbir yere de sığmaz… Gönüle da­hi sığmaz… Nasıl sığsın ki, cümle eşyanın aynıdır!..Zatından gayri bir şey yoktur!.. Gönlün dahi aynıdır. Hatta “kendi, kendi varlığına sığar veya sığmaz” demek caiz olmaz… İşi buna göre düşün ve anla!.

Yukarıda anlatılanlar hakkında bir misal getirmek is­teriz ki, daha kolay anlaşılsın… Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun etrafında yüzbin ayna konulsa, o sevgili kaç yüz bin görülür…

Ama aslında bir sevgili ve bir yüz iken, o aynaların istidat ve kabiliyetlerine göre  kiminde parlak, kiminde kederli, kiminde doğru, kiminde eğri büğ­rü gösterse;  ve bir kimse de sevgilinin ancak bir aynadaki resmini görüp, diğerlerini inkar etmiş olsa, “arif” olmuş sayılmaz.

Arif olan, bütün aynalardan görünen sevgilinin türlü suretlerini tasdik eder… Hatta ayna ile veya aynasız dahi görür…

Beyit :

      Nice yüzbin göze görünen bir suret imiş aşikar,

      Kendi güzelliğine yine kendi olmuş talebkar…

Bu misali de fazla açıklamak icab etmez… Arif ne ka­dar düşünürse ve zevk alırsa, o kadar misal bulur…

Son bir misal daha verelim…

Bir kimse güneşin ışığını görmeden hayli zaman ka­ranlık bir yerde kalsa; günün birinde o kaldığı yere renk renk camlar açılsa ve sabah güneşi doğduğunda o camlara vursa, içeriye renk renk ışıklar dolar…

O zat bunlara bakarak güneşin rengi yeşildir, kırmızıdır diye türlü zan ve iükadlara düşer… Hayal ve tasavvura kapılır. Ama ir­fan sahibi, işin Hakikat halini bilir ve yine bilir ki, “suyun rengi, kabının rengidir”ve bütün eşyaya ışık veren Hakkın nurudur.

Nitekim Kur’anı Keriym Nur Suresi 24. sure 35. ayette;

“allahü nurüssemavati vel ardı” 

Allah semaların ve yerin nurudur…” buyrulur ki bunu açıklar…

 

İrfan sahibine göre iki cihanın aynasından görünen bir yüzdür… Hal böyle iken, her arif, kendine has bir kemale ermiştir…

Ve o kemalden şöyle derler…

“Ma reeytü şey’en illa rüyetullahu ba’dehu!”

“Akabinde Allah’ı görmediğim hiç bir şey yok”

“Ma reeytü şey’en illa rüyetullahi fiyhi”

“Birşey görmem ki onda Allah’ı görmüş olmayayım”

“Ma reeytü şey’en illa kablehu”

“Her şey’den evvel O’nıı gördüm’

“illa Allah!”

“Ancak Allah”

“La yeralhu illa Allah”

“Allah’ı ancak Allah görür”

şeklinde beş ayn seviyeden ifadede bulunmuşlardır arifler… Ki bunlar “afak”ta yani dışta olan görüşlerdir…

Arıf-i kamil bu beş görüşün tamamına vakıf olduktan sonra; nefsinde beş görüşe daha vakıf olur ki, bunlar “enfüsi”dir… Açıklanması da burada münasip değildir…

Belki keşfi haramdır!..

Arzu eden kimse İnsan-ı Kamil’in eteğine yapışıp, ondan taleb etsin… Zira, “Men lem yezuk lâ yu’raf”yani “tadmayan bilmez” kaidesi vardır, yazı ile olmaz… Yaşamak gerektir vesselam.

Yadımcı Haktır… Allahu Tealanın yardımı ile tamam oldu.

ÜÇ SEFER

images_52.jpg

S E F E R L E R   F A S L I

Şimdi, bilinmesi lazım gelen bir şey daha var… Ki o da, irfan sahibinin başlangıcım ve dönüş yerini bilmesi, nefsine ve rabbine arif olarak, kendisinin nereden gelip nereye gittiğim idrak etmesidir. Bu da aşağıda anlatılacak üç sefere bağlıdır… Mümkün olduğunca bunları da anlatacağız.

Bilmiş olun ki, buradaki seferin manası, manevî yolculuk demektir ve bu yolculuğa hakikat nazarıyla bakıldığında, sonsuz olarak görülür… Ancak anlatılacak bu üç sefer hepsini toplamıştır.

Kişi bu üç seferi tamamlamadıkça, nefsine ve rabbine arif, kamil ve mükemmel olamaz.

B İ R İ N C İ  S E F E R

Malum ola ki, her insanın Zat-ı İlahîde bir hakikati vardır.  Hak teala o hakikatin (özelliğin) his ve şehadet alemine gelmesini ve zuhurunu dilediğinde, ilk şeklini “aklı kül”de çizer, ki orası “ilahi ilim”dir, “ilahi ayna”dır.

O şekil Hakkın dilediği kadar orada kalıp terbiye olduktan sonra nefs-i külliye, oradan arşa, sonra kürsiyegeçer; oradan sonra semaları tabaka tabaka geçer ve aya gelir…

Buradan ateş küresine, hava küresine, suya ve toprağa geçer. Daha sonra maden, nebat, hayvan, melek, cin ve insana gelir.

“Mertebe-i insan”a gelene kadar geçtiği yerlerin her birinde hayli güçlüklerle karşılaşır. Kah yükselir, kah alçalır, türlü fitne ve kötü ahlaklar insana gelip karar kıldığında “yarım daire” tamam olur… İşte burada“esfeli safili”ne gelmiş olur.

Aynı zamanda burası “aklı kül” ve “alayı illîyi”nin idrakının da başladığı mertebedir!.. Ki aklı kül yukarıda anlatıldı…

Nitekim bu durum Kur’anı Keriym Tin Suresi 95. sure 4-5. ayette; 

“lekad halaknel insane fiy ahseni takviymin sümme redednahü esfele safiliyne” 

 “İnsanı en güzel şekilde halk ettik sonra aşağıların aşağısına reddettik.”

İşte insana gelinceye kadar devam eden bu sefere birinci sefer denir.

Eğer kişi, bu mertebede kalır, mertebe-i insanın, kendinin, başlangıcına ve sonuna arif olamazsa, ceme eremezse, bu hale “Fark kablel cem” yani “cemden önceki fark” denir…

“ettefrikatü bila cemin işrakun”

“Cemsiz fark şirktir” İfadesiyle anlatılmak istenen daire burasıdır.

Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette;

“kel en’ami bel hüm edallü”

“Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkındırlar!”..

Aslına erip hakikatini bilemiyenler yukarıdaki ayeti kerimede belirtilen şaşkınlık içinde sürüler gibi haşrolurlar.

İ K İ N C İ   S E F E R

Bu ikinci sefere terbiye ve “müşahede seferi” denir.

Bu seferde bir mürşîd-i kamilin eteğine yapışıp “akl-ı küll”e uçmak şeklinde manevi bir yolculuk yapmak gerekir. Buna, “Hakikat-i Muhammedi”ye ulaşmak da denir.

Pirlerin himmeti ve gayreti ile “Hakikat-ı Muhammedîye”ye vasıl olması gerekir… Ki bu “vuslat-ı has”tır!..

Birinci seferin sonuna yani “sureti insan”a gelinceye kadar, geçtiği her mertebeden “renk”, “ahlak” ve “sıfat” almakla “SÜRÜLER” derekesine inmişti.

İşte bu mertebede bir mürşîd-i kamile ihtiyaç vardır.

Bir mürşîd-i kamil bulunursa, söylediklerine tabi olup itaat etmekle kötü ahlakların hepsini terk edip, evvelki hali gibi temiz ve RENKSİZ olur!.. Ve böyle olmadıkça “akl-ı küll”e dönmek mümkün olmaz!..

Ehlullah katında yetişkinlik, salik için buluğa yani “akl-ı küll”e erip, reşîd olmakla olur. Velayet mertebesi de budur.

Beyt :

      Delile erenler buluğa ererler,

      Delili olmayanlar temizlenemezler!.

Salik AKL-I KÜL”e vasıl olunca, buluğa ermiş ve yetişmiş olur. Bu hale “Hakikat-ı Muhammediye” derler.

Hadîs-i şerifte:

“Evvelüma halakallahi akli”

“Allah önce aklımı halketti buyrulur,” ki işte bu haldir.

Salik bu makamda “RENKSİZ” olur ve “VAHDETİ” bulur!..

Beyt :

     Çünkü renksiz rengi bağladı,

      Musa musa ile cenge daldı.

      Çünkü renksiz istikrarla dağılır,

      Musa ve Firavn adalet dağıtır.

Bu makamda salikin aklı, “akl-ı kül”, nefsi, “nefs-i kül”, ruhu da, “RUH-U MUKADDES” olur.

Bu makarna “Cemül ba’del fark” yani “farktan sonra cem” yani farklar görmenin tek görmeye dönüşmesi denir.

Burası Hakka meczub olanların makamıdır. “Hayret”, “heyhat”, “birlik” makamı da derler.

Çok kimse bu makamda halini kaybeder ve ayağı kayar. Salik bu makamda kalır, ileriye geçmeye çalışmazsa kemale eremez, irşad edemez: “HAK”ta kalır, halka dönemez!. .

Aslında bu gayet zevkli bir makamdır… “Allah’da” ve “Allah’la seyir” halidir.

Varlığının katresini deryaya bırakıp başsız ve ayaksız olur!.. Ne alemden ne de ademden haberi vardır!..Herhangi bir şeyden zühd yoluyla kaçınmaz… Şeriatın emirleriyle dahi kayıd altına giremez!.

“Fena Fillah” yani “Allah’da yok olma” denilen bu makamı dahi bırakıp geçmek ve terakki ederek “beka billah” denilen “Allah’la baki olmak” mertebesine ermek gerekir.

Ü Ç Ü N C Ü   S E F E R

Bu üçüncü sefer “Seyr-i anillah” yani “Allah’dan sefer”dir ve “Bakabillah”dır.  Cemden sonra farka gelmedir… İrşad için, cem mertebesinden manevi bir inişle fark alemine gelip, beşeriyet örtüsüyle örtünüp, halk arasına karışmaktır.

Nitekim hazreti Risalet’in ağzından

Kur’anı Keriym Kehf  Suresi 18. sure 110. ayette; denilmektedir.

inne­ma ene beşerün mislüküm

 “Ben de sizin gibi beşerim…”

Bu makamda yemek, içmek, uyumak, evlenmek vardır. Ancak ne ifrat ne de tefrit olmalıdır; tam istikamet ve itidale riayet edilir…

Beyt:

     Ne ifrat ne tefrit ola onda,

      Doğru yol odur bu meydanda.

Bu mertebeye eren adalet, iffet, istikamet üzere olup; şeriat hükümlerine de tamamen bağlıdır… Ancak farzların dışında türlü türlü namaz ve oruçlarla da kayıtlanmaz!..

Hem kesret aleminde hem de vahdet aleminde “salatü daimün” yani “daimi NAMAZ”, içinde olup; zahiri halkla, batını Hakla’dır!.

Bu zatı ammak gayet zordur…

Halk, zahirde kimin ibadeti, zühdü, takvası çoksa onu büyük görüp, kemal ehli zanneder!..

Halbuki kamilin kemali ise, bu zahir duygu gözü ile görünmez… O kemali görmek için Hakkanî bir göz gerektir!.. Kamil olanı ancak kamil olan görür ve bilir.

Bu daire “fark ba’del cem” dairesidir… Yani Cem’den sonra fark halidir.

Hazreti Ali Kerremallahu veche şöyle buyurmuştur:

 “Cem hasıl olmadan farkta kalış, şirktir: Cemde kalıp farka gelmeyiş ise, zındıklık… Cem ile farkın beraberliği ise, tevhiddir.”

Anlatılan üç makam bunun manasıdır, daha fazla izaha gerek yok.

Kamilin bu makama inişi terakki ve yükseliştir. Bu makarna gelince nefsine ve rütbesine arif olup, kendini bir itikadla kayıtlamaz demek olur… Allah daha iyisini bilir.

Ve yine Hazreti Şeyh Mühyiddin Arabi buyurur ki:

 “Arif hiç kimseyi beslediği itikad dolayısıyla kınamaz; bir kimseyi, rabbisi hakkında beslediği itikadından dolayı red ve inkar eylemez… Cümle itikadlan toplamış bir göz gibidir.”

Yani Hakikate vakıf ve aslından haberdar olduğu için… arif öyle toplayıcı bir gözle arif olmuştur, ki o göz bütün görüşleri benliğinde toplamıştır…

İtikadlardan her itikadın hakikatten gelen bir aslı vardır, ki mutlak göz bunu görür!.. Bir mutlak yoktur ki onun kayıtlı bir yüzü olmasın…

Neye ibadet edilirse edilsin, hakikatte o ibadet, vücudu mutlakadır! İbadet ve itikad eden bilse de bilmese de bu böyledir.

Şeyh Fahreddini İraki hazretleri buyurur ki:

“Hak teala kendini bütün eşyanın aynı eyledi, ki kendinden gayrına ibadet ve muhabbet edilmesin!. İlahi gayret bunu gerektirdi.”

Beyt :

       Gayreti, gayri komadı anın,

         Şüphesiz O, aynı oldu eşyanın.

         Hak diledi ki eşyayı yarata;

         Özünden gayrı komadı orada!..

         Ki alemde tapanlar Ona tapa,

         Ki her yüzden görünen; halk kapa!

         Ki insan güzel ahlaka kapılır,

         Ve dar gönüller onunla yapılır.

Kur’anı Keriym İsra  Suresi 17. sure 23. ayette; şöyle buyrulur:

“ve kada rabbüke ella ta’­büdu illa iyyahü

 “ Rabbin hükmetti ki kendisinden başkasına ibadet etmeyesin!.”

Zaten ibadet, muhabbet, medih, senanın hiç bir yönden başkasına yapılması mümkün değildir.

Hatta, ibadeti “sanem”e yani bir “PUT”a. olanın dahi hakikatte ibadeti “Samed”edir… Zira, “sanem”in varlığı,  “Samed”dendir.

Bütün varlığın, Allah’ın varlığı olduğunu bilene bu durum malumdur.

İşte arif bu manaya vakıf olunca ne kendinin mukayyed bir itikadı olur, ve ne de başkalannın itikadına duhul eder, ya da inkara gider!.

Zira herşey emirlere bağlı olup, emir ve iradenin dışında bir şey olmadığını anlamış oldu.

“lâ mevcuda illa HU” yani “mevcudat O’dur”!..

Ve yine arif, her kişinin mazhar olduğu isim tecellisi itibariyle itikad ve hallerini adabı ile yerli yerinde gördü.

Beyt :

         Bir zerre yerinden kayıp oynasa,

         Alem harab olurdu baştan ayağa!..

Arife şu Ayeti Kerimenin manası da aşikar olur:

 Kur’anı Keriym Bakara  Suresi 2. sure 115. ayette;

feeynema tüvellu fesemme vechullahi

 “Hangi yöne dönerseniz Allah’ın vechini görürsünüz!”

Çünkü aslında tek bir yüz vardır zaten… Yönler, varlığına nisbetle izafîdir…

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;

külle yevmin hüve fiy şe’nin

“O her an yeni bir şandadır..”.

Düsturunca, mertebeler ve makamlar vardır… Her makamda bir oluş ve her mertebede ayrı bir yüz gösterir… Her yüzde ayrı bir güzellik; her güzellikte ayrı bir aşk; her aşkta ayrı bir gamze; her gamzede türlü işve; her işvede türlü oyun; her oyunda türlü naz; ve her yerde de türlü avaze gösterir… Onun için aşık kararsız, tutkun, divane olur… Türlü türlü hallere ve sevdalara uğrar, kah kabz ve celal mazharı, kah bast, zevk, şevk, ve safay-ı cemal mazharı olur… Kah nazla, kah niyazla sıfatlanmış olur. Değişik değişik işve ve nazlarla daima aşk halinde, cilve, şive gösterir ve bunların hiçbirisin! arif reddetmez… Hal böyle olunca, aşık kendini nasıl belirli bir itikad ve hal ile kayıtlasın…

Sevgili, hangi yönden hangi sıfat, hangi libas ve şive ile kendini arzedip cilvekar olsa, gaflet etmeyip; kendini bir yüz ile, bir yön ile kayıtlamaz!.. Ve her yüzden O’nu müşahede eder!..

Tek yüze bağlanıp, kayıtlı olanları dahi mazur görür…

Görüş dairesi geniştir; bilir ki, kayıtlanmak dahi “İlahî şuünat”tan biri, “esma”dan bir ismin lüzümluluğu icabıdır.

Nitekim Kur’an’da Hazreti Rabbil izze Hud aleyhisselamın ağzından bu gerçeği şöyle nakletmiştir:

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 11. sure 56. ayette;

“ma min dabbetin illa hüve ahızün binası­yetiha

 inne rabbiy ala sıratın müste­kıymin”

“Yeryüzünde hareket halinde olan bir varlık yoktur ki Rabbim onun alnından tutmuş olmasın!.. Muhakkak rabbim sırat-ı müstakimdedir…”

İtikadlar dahi böyledir… Bir şahsın itikadı, diğer bir şahsın itikadına göre eğri görünürse dahi, o şahsın zatında mazhar olduğu ismi itibarına göre, onun “sıratı müstakimi” odur…  Mesela, yayın doğruluğu,  eğriliğindedir!.

Dalalet, “Mudil” ismine göre doğrudur!.. “Hadi” ismine göre eğri görünse bile, yine de kendi özelliği yönünden doğrudur…

İşte arif, bu manaya vakıf olduğundan, kimsenin dinine karışmaz!..

Ancak, akla bu makamda bir sual gelebilir, ki bu suale, kader sırrına vukufu olmayan cevap vermekten acizdir: ehli ise bilir…

Sual şudur…

Cümle ibadetler ve diğer haller İlahi isimlerin gereği olduğuna, kulun bunlarda bir seçeneği olmadığına göre; herkes bulunduğu hal üzere mecbur durumdadır. Bu da zorlama olur… Zorlama ise zulümdür?..

Cevabı şöyledir…

Bu sual tahkik edilip incelenirse hakikatte iki asla dayandığı görülür…

Birincisi şudur: Mahiyetler önceden yapılmış değildir.

İkincisi de şudur: İlim, maluma tabidir.

Bu iki asla vukuf hasıl olunca, imkan dahilinde kader sırrını anlamak mümkün olur…

Beyan edilen bu iki aslı iyice anlamak icab eder… Bunlar iyice anlaşılınca, Allah’ın yardımı ile, kader sırrını kısmen de olsa anlamak mümkün olur… Çünkü bu iki asıl bu mevzuda anahtar mevkiindedir…

Yukarıdaki iki aslın birinden “mahiyetler” diye sözedildi…  “Mahiyet” sözünün ifadesi, cümle eşyanın “İlahî ilim”deki suretleridir… Henüz ilim halinde olup, zuhura gelmemiştir. İşte cümle eşyanın, henüz zuhura gelmeyip, “İlahî ilim”deki suretleri “mahiyet”lerdir… “Mahiyet”lerin diğer bir adı da “ayan-ı sabite”dir…

Hakkın ilmi “Zat”ının aynıdır… “İnsan-ı Kamil” için de bu hal böyledir… Ve bu itibarla ilim, Zat’ın aynasıdır.

O mahiyetlere Cenabı Huda’dan feyz, yine onların Zatında olan istidad ve kabiliyetlerine göre zuhur eder…İtikad ve diğer haller de böyledir; “isyan ve küfür”, “iman ve itaat”, istidad ve kabiliyetine göre ezelde ne taleb etmiş ise o şey ona feyz olarak verilmiştir.

Mesela, buğdayın istidadı gene buğday; arpanın istidadı arpa; darının ki de darıdır… Diğer şeyler de buna göre kıyas edile… Eğer arpanın dili olsa da ekiciye itiraz edip, beni niçin buğday yapmadın dese, ekicin cevabı “senin istidadın buydu” olur… Ayrıca arpa tohumundan buğday ummak ahmaklık olur!..

Bu izahlara göre, her nesnenin mahiyeti ve ayanı sabitesi ezelde, Allahu Tealanın ilminde ne hal ve hususiyet  üzerine  bulundu ise,  ve  hangi  ismin mazhariyetine düştü ise, zuhura geldiğinde de her birisi kendisinin ezeldeki sıfatı ile aşikar olur… İlm-i İlahînin onda bir tesiri yoktur.

Kur’anı Keriym Naziat Suresi 79. sure 5. ayette;

fel müdebbirati emren

“İşleri yerli yerince yapıcılardır…”

Hükmüne göre, arif olanlar bu sırra vakıftırlar. Haddi zatında bilinen şey ne hal üzere ise, “ilm-i ilahi” o vecih üzerine alakalı olur… Hangi ismin ve sıfatın mazharı ise, zuhuru öylece gerekir… Ve öyle de zuhur eder… İşte, “İlim malüma tabidir” demekten maksat budur.

“Kaza” demek, bütün eşya “ilm-i ilahi”de ne şekil ve ne hal ile takdir olunmuşsa, toplu olarak o şekil ve halde hüküm olunmuştur, demektir.

“Kader” demekse, her varlığın, istidadı gereğince, sonradan olacak tafsil üzere yavaş yavaş his ve şehadet aleminde zuhur etmesidir… Yani zamanı geldikçe o şey istidadı gereğince zuhur eder, demektir.

Soru :

Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşıldı ki, kişinin bütün halleri, gerek iman ve itikad, gerek küfür, gerek hayr ve şerrin ne zamanda, nasıl zuhur edeceği, o şeyin istidadı ve kabiliyetine göre, lisan-ı hal ile Hak’tan taleb etmesine göre imiş… Hepsi, istidad ve zatî kaabiliyetlerine göreymiş… Hatta sözlerimiz dahil, Hakkın yarattığı ve yaptığı imiş… Halbuki istidadı dahi veren Hak’tır!.. Bu da cebir olmuyor mu?

Cevab :

Cümle tahkik ehli katında, istidad yapılmış ve yaratılmış değildir. Zira “mahiyet” yapılmış olamaz. O mahiyetin istidadı, kaabiliyeti ve bütün halleri de yapılmış olmaması gerekir.

“Mahiyet” ilmin suretlerine derler ki henüz onda, yapma ve yaratma yoktur… Herkesin “ayan-ı sabite”si neyi gerektiriyorsa, onu yapmaya mecburdur; kader sırrı böyle gerektirmiştir.

Her şey, istidada bağlı olduğunu bilir, kendisinin mahiyeti, “ayan-ı sabite”si ve istidadı ne yönde ise, ona muhalefet edemez ve ondan geçici olamaz. Kendisinde, zamanı geldikçe, yavaş yavaş zuhur edeceğini bilse de, bilmese de zuhur eder, edecekler.

O zat kendi istidadının noksan olduğunu anlarsa elem çeker!.. Yine haddizatında hiç cebir yoktur.

Cebir iki kısımdır… Kabille şayan olan ve olmayan…

Kabule şayan olan şudur: ilahi emirlerin cümlesine uyup, yasakları terkettikten sonra, kendisi için bir fiil ve kudret ispat etmeyip, cümlesini Hak’tan bilmek…

Kabule şeyan olmayan cebir ise… Kul bütün günahları işler, ne emirleri tutar ve ne de yasaklardan uzaklaşır; kendisinin işlemiş olduğu fesad ve şerri Hakk’a isnad eder… ve bu halinden edeb etmez!.. Kötü olan bu cebirdir… Bu makamda sual ve cevab çoktur, ehline malumdur.

Bir sofiye sormuşlar şu suali:

– “Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?..”

O da şu cevabı vermiş:

– “Mülkünde kendinden başka bir varlık koymadım… Cümle mülk O’nun olduğuna göre, zulüm kime ve nasıl olur?.. Mülkünü dilediği gibi kullanır!..

Bu mevzuda söylenenler kafidir.

Enes bin Malik, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin kapısında hizmet ederdi. Rivayet olunur ki:

“On sene gece – gündüz yanlanndan ayrılmadan hizmet ettim… Yaptığım işler için, bir kere bana, niçin yaptın veya niçin yapmadın, demedi,” dedi.

Hazreti Resulün, hareketleri, kader sırrına kemaliyle vukufları dolayısıyla böyle oluyordu.

Hazreti Şeyhî Ekber, “Nefahat” adlı kitabında der ki:

[“Hak teala peygamberlerinden, yaptıkları davet zamanında bazı esrarı gizlemiştir… Bunlardan biri de kader sırrıdır. Zira istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin faydası olmayacağına vukuf hasıl olunca, davet emrinden aciz ve kararsız kalır. Davet emri tamam olup da, kafir, münafık, mümin ve salihler belli olduktan sonra bu sırrı bildirmiştir.”

“Arif, bütün itikadları câmi olan bir halde duracak dursa yine korku vardır. İtikadını, idrakini, bu mertebeye yüksetmışken dahi bunun her itikadı “mukayyed rabbe” olabilir… O kimse tahayyül eder ki, mutlak rabbi iledir, halbuki ise kendi zannıyladır!..” ]

Yani, kendi tasavvurunda var ettiği rabbi iledir; “rabbi mutlak” ile değildir!.. Rabb-i mutlak “rabb-ül erbab”dır, yani rabların rabbıdır…

O arif, herşeyin aslını anladığında, kayıtsızlığa geçip “gayri”yi bıraktığında; şartlanma ve kayıtlanmadan bu derece kurtulmuş iken dahi, yine de mukayyed bir rabbe ibadet haline düşme korkusu bulunur; zira bu defa da “kayıtsızlıkla” kayıtlanmış olabilir ki, gene de emniyetli sahaya ayak basmış değildir… Ta ki “YAKİYN” gele…

Kur’an-ı Kerîm bu hakikata şu ayeti kerime ile işaret eder:

Kur’anı Keriym Hicr Suresi 15. sure 99. ayette;

va’büd rabbeke hatta ye’tiyekel yakıynü

 “yakıyn gelinceye kadar rabbine ibadet et!..”  *(1)

“Yakîn” ise Allah’tır!..

*(1)Faydalı malumat :

Bilinmeli ki, yakıyn ehli, yakıyn halini üçe ayırmıştır:

1 – İlm-el yakîn, hakikata ilm olarak ermektir…

2 – Ayn-el yakîn, hakikati hissederek yaşamaktır…

3 – Hakk-el yakîn ise, Hakikatle tahakkuk etme halinin zuhurudur.

Bir başka izahla da,

1 – kahramanlığı bilmeyi ilmel yakîne,

2 – görmeyi ayn-el yakîne,

3 – kahramanlığı yapmayı da hakkel yakîne benzetebiliriz…

Marifet dahi bu uslüb üzere devam eder… Anlıyan anlar…

Ancak bu mevzuda bir mukaddimenin beyanı lazımdır, ki o, bütün hakikatleri toplamış, “ıtlak ve takyid” nasıldır; ve nasıl itikad sahibi olmak gerekir, ki korkudan kurtulup yakînlik gele…

Mukaddime…

Bilinmeli ki o hakikati câmia yani herşeyi câmi olan hakikat, ki ona çok isimle “müsemma” da denir. Bunu Hazreti Şeyh yukarıda anlattı…

Bazı arifler bunu “aşk” ile de tabir ettiler… Şeyh Irakî ve tabileri gibi…

Diğer bazı büyükler de “ezeli kuvvet” ve “ezelî nutk” ile tabir ettiler… Şeyh Muhyiddîn ve Sadreddin Konevî gibi… cümlesinin muradı bir Zat ve bir Hakikattir…

Beyt:

       Güzelliğin tek, lakin ibadetler çok çeşit,

         Her şeyin O Cemale işareti kesin sabit.

Anlatılan “Hakikat”in Arabça’da tabiri “Vücud”, Türkçe’de “Varlık”, Farsça’da “Hestî”dir…  Hakikatte ise O hepsinden münezzehtir!..

Ancak anlatmak sadedinde, “vücud”, “aşk”, “nur”, “nefsi rahman”, “varlık” da derler… Murad, bir isim, bir Zattır… O da Haktır.

Hak ise “vücudu mutlak”tır. Varlığı “mutlak” olarak tabir edenlerde ise, mutlaktan murad, “takyid”dir. Bu ıtlak ile takyidin cemindendir. Bunu, herşeyden ve tenzihden mutlak itibar etmişlerdir. Hatta, tenzihden dahi tenzih etmişlerdir… Ve, “hatta” kaydından dahi tenzihi gerekir demişlerdir… Bu iş ancak zevke dayanır…

Bu duruma göre bir Zat mülahaza olunabilir ki, vüs’ati geniş, bütün mertebeleri câmi, hepsine muhit ola… Yani, bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola, hem de cümlesinden münezzeh ola!..

Bu takdirce, hem “mutlak”, hem “câmi”, hem “münezzeh” olur.

Itlak hasebiyle, kemali izzet ile Aziz, istiğna ile Müstağni olup, ona ne naz, ne de niyaz erişir…

İşte bu manaya işaret eden ayetler:

Kur’anı Keriym A’li İmran 3. sure 97. ayette;

 “innal­lahe ğaniyyün anil alemiyne”

 “Kesinlikle Allah alemlerden Gani’dir”

Kur’anı Keriym Saffat  37. sure 180. ayette;

 “sübhane rabbike rabbil ‘ızzeti ‘amma yasıfune”

 “Rabbin onların vasıflandırmalanndan izzet sahibi ve münezzehdir!..”

Şu da aynı manaya işaret eden bir hadîs-i şeriftir:

“Kaanallahu velem yekun şey’en meahu!..”

“Allah vardı, onanla beraber hiçbir şey yoktu!..

Bu makamda ne isim, ne resim, ne övgü, ne sıfat, bulunur… Cümlesinden münezzeh, herşeyden arınmış, itibar olunur.

Bununla beraber cümle mertebelerde seyreden ve tecelli eden gene kendi olup, her mertebenin aynıdır. Bütün mertebeleri toplayıcı olduğundan, her isim ile isimlenen, her resim ile resimlenen, her övgü ile övülen, her sıfat ile sıfatlanan O’dur…

Bütün mertebelere tenezzül eder, O’nun tenezzülü ise, aynı kemalidir.

Nitekim bu manaya işaret eden Hadîs-i şerif şöyledir:

“Hasta oldum gelip sormadın, aç kaldım beni doyurmadın. ..

Hatta, sıfatlarda, tenezzüllerde ve mertebelerde zıdları kabul eder. Çünkü O’na zıdlığı sözkonusu değildir.

Hiç bir sıfat yoktur ki, zıddı ile sıfatlanmış olmasın…Bu manayı haslar ve hastan da has olanlar bilir… Ariflere de bu kadar tenbih yeter…

Kur’anı Keriym Hadid  57. sure 3. ayette;

hüvel evvelü vel ahırü vez zahirü vel batınü  

ve hüve bikülli şey’in aliymün

“O evvel, ahır, zahir, batındır ve gene O herşeyi bilendir,”

Ayet-i kerimesi dahi yukarıda anlatılan manaya işaret eder.

“Itlak” ve “takyid”in ne olduğu imkan dahilinde beyan olundu…

Şimdi bilirsin ki, kayıtsızlık ile kayıt hali dahi bir kayıt olur… Hak cümle mertebeleri “Muhit” ismi ile ihata eder.

Kur’anı Keriym Bakara  2. sure 115. ayette;

feeynema tüvellu fesemme vechullahi

“Ne yana dönerseniz Allah’ın yüzüyle karşılaşırsnız!..”

düsturunca, her mertebede yüzü mevcut iken, sadece bir yüze iman edip, diğer yüzleri inkar etmekle Hakk’ı örtmüş olup küfre düşersin!..

Eğer müslüman, bütün zuhur yerlerinden bir zuhur yerinde Hakk’ın varlığını inkar öderse, şeriat ona müslüman demez.

Mesela puta ibadet eden, ibadetini ona tahsis ettiğininden ve onunla kayıtlanmasından dolayı küfre düşmüş olur… Yani diğer yüzleri inkar etmesinden dolayı…

Beyt :

       Küfrü batıl, mutlak Hakk’ı örtmüştür,

         Küfrü Hak, kendini Hakk’la örtmüştür.

Ey oğul, bu mana aşağıda belirtilen ayetin sırrına vakıf olana malumdur:

Kur’anı Keriym İsra  Suresi 17. sure 23. ayette; şöyle buyrulur:

 “ve kada rabbüke ella ta’­büdu illa iyyahü

 “ Rabbin hükmetti ki ancak ona ibadet edile…”

Beyt :

       Cihanın yücesi, engini sensin.

         Yerler ne bilmem, madem varlık sensin!..

Itlak halinin hakikatına vakıf olana, “Arifibillah”, “Velîyullah”, “Ehlullah” derler…

Nitekim bu gibiler için Kur’anı Keriym Yunus  Suresi 10. sure 62. ayette;

 “ela inne evliyaallahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun”

 “iyi biliniz ki Allah’ın velilerine korku olmadığı gibi, mahzunluk da yok!.”

İrfan sahipleri ve veliler bu zümreye dahil olup, korku ve üzüntüden kurtulmuşlardır… Allahım bizleri bu hallerle manen rızıklandır…

Ve yine Hazreti Şeyh Muhyiddin Arabi buyurur:

 “Ariflerin nihayeti Rabların rabbınadır.  Rabb-ül erbaba arif olanlar da Allah’a ibadet ederler…”

Muayyen ve “mukayyede ibadet edenler, kendi tasavvurlarında peydah ettikleri mabuda itikad ve ibadet etmiş olurlar. Onlar, kendi düşüncelerinde meydana getirdikleri farklı rablardır… (ki birininki diğerine uymaz)…

Ayeti düşünelim: Kur’anı Keriym Yusuf  Suresi 12. sure 39. ayette;

ya sahıbeyissicni e-erbabün müteferriku­ne hayrün

emillahül vahıdül kahharü

“ Farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa tek ve kahhar Allah mı!?..

Evet, Vahid ve Kahhar Allah hayrdır!..

Mülkünde kendinden gayri kimse yoktur ki cevab versin!.. Gene kendisi cevab verir… Hakikaten burada önemli bir ima ve işaret vardır…

O Vahid ve Kahhar olan Allah, bir bendesine “Kahhar” sıfatı ile tecelli eylese, onun nazannda cümle şeyler helak olur!..

Kur’an’da bu manaya işaret eden ayet şudur:

Kur’anı Keriym Kasas Suresi 28. sure 88. ayette;

“kül­lü şeyin halikün illa vechehü”

 “O’nun yüzünden başka herşey helak olucudur!..”

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 26-27. ayette;

küllü men aleyha fanin  ve yebka vechü rabbike zul­ celali vel ikrami 

 “Her şey fanı olucudur, ancak rabbin Celal ve İkram sahibinin yüzü bakî.”

Bu gün peşinen ölmek gerek!.. Bu ölüm, irade ile olmalıdır!..

Haktan gayri cümle eşyanın helakinı görüp, kendi dahi helak ve yok olup, tam bir yokluğa girerek, “fena fillah”a erer. Hakkın Cemalinden gayri bir şey kalmaz.

Hayli zaman bu yokluk haliyle kalır… Büyük cezbeye kapılır… Bu halde, ne zaman ve ne de mekan kalır… Ne felek ve ne de melek sözkonusu olur… O takdirde sadece Hakk kalmış olur…

İşte bu durumda VAHÎD ve KAHHAR olan ALLAH kendi kendine:

Kur’anı Keriym Mümin Suresi 40. sure 16. ayette;

 “limenil ­mülkül yevme”

 “Bu anda mülk kimindir… ? Diye hitap eder…

Başka cevab verecek kimse olmadığından azametiyle yine kendi kendine cevab verir:

“lillahi’l vahıdi’l kahhar”

“Vahid ve Kahhar Allahındır!..”

Arif tamamiyle tükenip, helak olup, bitmişken:

Cenabı Hakk kendi varlığından yeni varlık ve hayat verip; “sibgatullah”a yani “ilahî boyaya” boyar, böylece içinde ve dışında bulunan bütün sıfatları değişir!..

Kur’anı Keriym İbrahim Suresi 14. sure 48. ayette;  şöyle buyrulur:

yevme tübeddelül ardu ğayrel ardı ves­semavatü ve berezü lillahil vahıdil kahhar

“O gün yer başka bir arz ile, semalar da başka semaler üe değişir… Vahid ve Kahhar sıfatıyla Allah meydancı çıkar…

O arife “Hakkani göz”, “Hakkanî kulak” ve “Hakkani lisan” verilir!.. Onunla yokluktan varlığa, ayıklığa geldiği zaman bütün eşyada lisansız olarak sual – cevaba başlar…

O tecelli halinde, ne ilim, ne marifet, ne şuur vardır; orası “mahv-ı mutlak” yani “mutlak yokluk” halidir… “sahv”e  geldiğinde, artık anlayışı ve bilişi tamdır!.. Ve yukarıda zikri geçen ayeti kerimenin manası, hal içinde açığa çıkar… Ancak dile getirmeye izin yoktur!.. dilsiz ve gönülsüz okurlar!.. Kulaksız duyarlar!..

Bu hal “İlm-el yakın” değil, onun üstünde “Ayn-el yakın” ve “Hakk-el yakın” halidir.

Arif, bu mertebeye erişince, “havf ve reca”dan yani “korku ve ümid”den kurtulur… İlham veren O, irşad eden O, hidayete erdiren de O olur!.

Ve yine Hazreti Şeyh buyurur ki:

[“Ehli keyfin bütün mezheblere, mülkü, ve makamata karşı tam bir anlayışı, idraki, ihatası vardır… Bunlar gerek ilahî, gerekse kevnî olsun hiç bir şeye karşı cahil değildir!.. İlmi tam ve kapsamlıdır… Allahu teala veya zuhurları hakkında ne söylenirse, tam keşif sahibi olarak onu söyleyeni, hangi mertebeden ve ne makamdan aldığını ve söylediğini bilir… Ayrıca, söyleyeni de mazur görür ve yersiz görmez!.. Zira, bilir ki Hak Teala yersiz bir şey halketmemiştir…

Arifin bu görüşte olması Hak tealanın bütün esmasına olan irfdnından ileri gelmektedir… bilir ki, bulun mertebe ve makamlar “ilahi esma”nın icabıdır, ve bütün şeyler İlahî İsimlerin zuhur yerleridir… İlahi isimlerin mazharlardaki zuhuru, o zuhur yerinin istidat ve kabiliyetine göredir.” ]

Hak teala o irfan sahibine bütün isimleri toplamayı, lütfetmiştir. Böylece, bütün isimleri câmi, dairesi geniş ve ihatalıdır.

Hazreti Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem buyururlar ki:

“Evvelü ma utîtü cevami-ül kelim…”

“Bana ilk verilen kelimelerin tamamını anlama ve azla çok şey ifadedir.”

Bu da cümle özellikleriyle birlikte “esma-i ilahîye”dir, demek istemişlerdir.

O arif, peygamberlerin varisidir… “Hakikati Muhammedîye”ye vasıl olmuştur…

Allah’ın iradesiyle sen de bunları anlamaya çalış.

Muhyiddîni A’rabî hazreti yine buyurur ki:

[“Bir kemal sahibi “HU” dediğinde, dediği “O” kendisi olur ve izafi kişiliği tamamiyle ortadan kalkmış olur. Şunu anlar ki, bu hal “manfetullah” sırrındandır, herkes bunu bilmez… Ehlullahdan hiç bir kimse bu hale işaret dahi etmemiştir… Ya sırrı açma endişesinden, ya korkudan, yada tehlikeli olduğunu düşündüklerinden…

Zira, bu halde kuldan “tekvinullah” yani “Allah’ın ya­ratıcılık sıfatı” zahir olur; yani “HU” dediği zamanda O olarak!..

Zira, bu halde onu kulun lisanından söyleyen Allahu tealadır!.. Buna, “tahtül lafz” yani gizli ifade denir, ki manası, söyleyende zahir; gayrıda ise, gizlidir…” ]

Bu halin hakikatini beyan için biraz daha açmak ge­rek…

Kemal sahibi “HU” dediğinde, o anda kendi varlığını tamamiyle ifna eder…

“Mutu kablel ente mut!,.”

“Ölmeden önce ol!.”.

Hadîs-i şerifi gereğince varlığını yok etmiş olur, ki bu da “ölüm” demektir… Bu “ölüm” ise irade ile olur…

Zahiren ve batınen varlığından eser kalmayıp, başsız ve ayaksız kendisini “HU” deryasına bırakır… Böylece boğulup yok olur!.. Nam ve nişanı kalmaz…

Bu devreden sonra kendisi “HU” olur… Çünki, katre deryaya düştü ve aynı derya oldu… “Deryay-ı HU”dan maksad, “deryayı Vahıdiyet”tir… “İlahi aşk”tır, “vücud-u mutlak”tır ve  “Nur deryası”dır…  “Birlik alemi”dir.

Hazreti Resülullah bizleri irşad için dualarında şöyle derlerdi:

“Allahümmec’alniy nuran!..”

“Allahım beni nur eyle..”.

Zaten nurdu ama bizlere öğretmek için böyle di­yordu…

Bilinmeli ki, kendini “HU”ya veren “NUR” olur…

Beyt :

     Varlığı Hakka verin, varlık Hakkın olsun hemin…

      Sen çık aradan, kalan yar ola, olasın emin…

 

Varlığını “HU”ya verenin, “HU”nun aynı olması acaib midir?..

Bir kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse, aynı tuz olur ve temiz olur!

Böylece, iradeye dayanan bir ölümle, kendilerini “Hu”nun tuz deryası misali, varlığına bırakanlar, “HU”olup, “NUR” olup arınıp temizlenirler… Bu oluş imkansız mı?!..

“HU” demek Türkçede “o kimse” demektir; ancak bu­rada kullanılışı ise, “Allah’ın Zatı” manasınadır. Yani… Cümle varlık, Hakkın “Ben” kelimesiyle kasdettiğini, varlık dahi “Hakkındır”, diye düşünür… Bütün varlığı, kendi de dahil olmak üzere “Zat deryası”na bırakır… Bu halde, Zat’tan başka hiç bir şey kalmaması gerektir…

“HU” ismine devam edenlere bilmek gereklidir ki, “HU”dan maksad, ifade ettiği müsemmadır… “HU” dediği zamanda, ne isim, ne resim, ne zaman, ne mekan, ve ne dahi nişan kalmayıp; Zat-ı “HU”da cümle varlığı ve haliyle kendini yok edip, abdin lisanından “HU” diyeni “HU” ola­rak bırakması gerekmektedir…

Beyt :

         Evvel ve ahir ne ki var HU imiş;

         Batın ve Zahir ne ki var HU imiş;..

Anlatılmak istenen mana hasıl olduktan sonra, “kul” adı altında, ister “HU” desin, ister “BEN” desin, ister “biz” desin, ister “onlar” desin mana hep aynıdır; murad “O’nun Zatı”dır!..

Muhyiddini A’rabı hazretleri şöyle buyurur:

“Anlatılmak istenen bu manaya bir çok arifler işaret bile etmemişlerdir; çünkü böyle icab etmiştir.”

Akla gelen şudur, ki kul, Hakkı “tekvin” etmiş olur “HU” dediği zamanda; arkadan, sözde, halk tekvini gelir.

Bunun hakikati şudur ki… “HU” diyen kimse, eğer “mürşid-i kamil”e yetişip kamil olmuş değilse, burda hata yapabilir…

Yani, salik “saki-î hakikat” olan “mürşid-i kamil” elinden aşk badesini içip, “fena fîllah” hasıl olmamışsa,“HU” dediği zamanda, kendi zannı ve tasavuru, itikadı ve takyidi üzere Hakkı tahayyül ve tasavvur ederçünkü ıtlaka ermemiştir!..

Ve böylece de kendi tasavvuruna göre Hakkı sınırlar ve kayd altına alır!.. Dolayısıyla da “HU”yu tekvin ve icad etmiş olur ve bundan sonra da kendi peydah etmiş ol­duğu halika ibadet etmiş olur…

Gerçi Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Ben kulumun indindeki zannı üzereyim…”

 Buna göre o zanda da Hakkın bir yüzü vardır, lakin kulun tekvini ile zannına göre zuhur edip yüz gösterir… Zira hiç bir mukayyed yoktur ki, mukayyed o mutlakın bir yüzü olmaya… Gerçi bu halde de kendini tekvin ve icad eden yine kendisidir; ancak, tekvin kuldaki zannın itikadına göredir… ve bu, “mukayyed mabud”dur, mutlak mabud değildir.

Bu hali düşünmek lazım gelir dediği, işte bu haldir, tehlikelidir!

Asıl kemal odur, ki kul “HU” dediğinde; tamamiyle varlığından soyunup, mahvolup, fena bula; “izafi benliği”, “ilahî benlik”te yok ola!..

Sonra, bir itikad, zan, kayd tahsisi ile kendini bağlamayıp, yönlerden hususi bir yön ile bağlanmaya… ancak bunlardan sonra, yönlerden hususi bir yön ile bağlanmaya… ancak bunlardan sonra, “mutlak rabb-ül erbab”a bağlanmış olur ve ibadete başlar… Aksi halde, kendi zannında yaratmış olduğu mdbüduna ibadet etmiş olur…

Kur’anı Keriym Casiye Suresi 45. sure 23. ayette;  buna işaret eder:

 “efereeyte menittehaze ilahehü hevahü”

 “Hevasını ilah edineni gördün mü?..”

Bunu çok iyi düşünmek gerekir…

H Â Z Â R Â T – I H A M S E – İ İ L A H İ Y E (Beş İlahî Tenezzül Mertebesi)

indir_3.png

Bütün bu anlatılanlardan sonra şunu da bilesin ki, Allahu Tealanın zatına ve sıfatlarına nihayet olmadığı gibi hakikatte, alemlerin dahi nihayeti yoktur!.. Zira alemler, Cenabı Hakkın isimlerinin ve sıfatlarının zuhur yeridir… Zuhur eden sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması tabiidir!..

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;     

“O her an yeni bir şa’ndadır” (iştedir, zuhurdadır)

Ayet-i  kerimesindeki  mana  gereği,   şuuünat-ı ilahiyeye son yoktur… Hatta kudretinin kemalinden, bir kuluna aynı tecelliyi iki defa eylemez… Yeni yeni suret ve görüntülerle tecelli eyler daima, iki kişiye aynı tecelli olmamıştır ve olmaz da!. Kudreti yüce, şanı azametlidir: kendinden gayri ilah sözkonusu değildir.

Ne Hakk’a nihayet var, ne de zuhur yerleri olan alemlere bir son vardır!.. Buna rağmen, izah sadedinde alemler için, toplu olarak onsekiz ve tafsilatıyla da onsekizbindir demişler…

Nitekim İbni Abbas radıyallahuanh, Resülullah aleyhisselatu vesselamdan rivayet eder ki:

“Hak tealanın onsekizbin alemi vardır ve bu gördüğünüz dünya o alemlerin bir tanesidir.”

Ancak bu alemlerin hepsi“hazaratı hamsei ilahi” yani (beş ilahi mertebe), ya da bir diğer günümüz tabiriyle (beş ilahi boyut) ismi altında beş alemde toplanır.

1 –  G A Y B I   M U T L A K

Bu alemin çeşitli isimleri vardır… Gayb-ı mutlak, alemi lahut,  (ölçü ve şeklin söz konusu olmadığı) lâ Taayyün alemi, (bırakma, yayılma, her yana) sirayet alemi,  ıtlak alemi, mutlak â’ma, sırf vücud, mutlak vücud, sırf zat, ümmül kitab, mutlak beyan, yayılma noktası, gaybların gaybı

Kur’anı Keriym En’am Suresi 6. sure 59. ayette;     

“ve indehü mefatihul ğaybi la ya’lemüha illa hüve”

“Gaybın anahtarları O’nun indindedir, onları ancak O  bilir… buyrulur.

Evet, yukarıda sayılan isimlerin hepsi, aynı mertebenin ismidir… Ve bu itibarla, bu makamda hazret-i Hak, tam bir izzet ve alemlerden istiğna ile anılır.

Hakikatte bu makamda, ne makam, ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat, ne sıfatlanan vardır!.. Ancak bu durumun idrak edilebilmesi için tabirlere de lüzum var… Zira, bu mertebede Zat, tam bir tenzihdedir. Henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir. Bütün isimlerin ve resimlerin Zat-ı Hakda, yoklukda olduğu makamdır.

Kur’anı Keriym Ankebut Suresi 29. sure 6. ayette;

“innallahe leğa­niyyün ‘ani’l alemiyne”

“Muhakkak ki Allah alemlerden ganîdir…”

Kur’anı Keriym İnsan suresi 76. sure1. ayette;

“hel eta alel insani hıynün mineddehri lem yekün şey’en mezkuren”

 “İnsan üzerinden bir zaman geçmedimi ki, o zaman insan anılan bir şey değildi!..”

Kur’anı Keriym Saffat  suresi 37. sure 180. ayette;

 “sübhane rabbike rabbil‘ızzeti ‘amma yasıfune”

 “Rabbine karşı hayretini derinleştir, rabbin tenzih sahibidir.” Buyruluyor…

Hadîs-i şeriflerde.

“Küntü kenzen mahfiyyen…”

“gizli hazine idim” 

“kanallahu ve lem yekun meahu şey’a!..”

“Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yok idi!..”  Buyrulmuştur…

İşte yukarıdaki ayet ve hadîsler bu makamı ifade etmektedirer…

Ancak, arif-i billah katında her anda öyledir. Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe hazretleri, “Allah var idi…” hadisini duyunca;

“El an kema kan!..”

“Bu anda da o andaki gibidir!..” Diyerek, adeta anlatılmak istenen sırrı açıklar mahiyette   konuşmuş   meseleyi “geçmiş”  zamandan çıkartarak, “geniş” zaman içinde, ifade ederek, anlıyamıyanlara yeni bir idrak sahası açmıştır.

(Yani Allah’a göre tek bir an vardır, kendisinden başkası da yoktur. İzafî tüm zamanlar bu an kavramı içinde mahvolmuş hükmündedir.)

2 –  A L E M – İ  C E B E R Û T

İkinci Hazret. Ceberut, birinci taayyün, birinci tecellî, ilk akıl, ilk cevher. Hakikatı Muhammedîye, ruh-u izafî, ruhu külli, gaybı muzaf, kitab-ül müb’in gibi isimlerle çeşitli vasıflara göre isimlendirilmiş alemidir.

“Ümm-ül kitab”da toplu olan her şey bu mertebede tafsilatlanmaya başlar. Ki Ümm-ül kitab Zattırİsimler alemi,  ayanı sabite, mücerretler alemi, mahiyetler alemi, büyük berzah da derler, ki hepsi bu mertebenin ismidir… Her biri bir itibarladır ki ehline malumdur.

3 –  A L E M – İ  M L E K Û T

Üçüncü Hazret meleküt alemidir.  Ona misal alemi, hayal alemi, vahidiyet, ikinci taayyün, ikinci tecellî, idre-i münteha,  emr alemi, küçük berzah, tafsil alemi derler.

.

4 –  Ş U H U D – U   M U T L A K

Dördüncü hazret şehadet alemidir. Mülk alemi, nasut alemi, halk alemi, his alemi, anasır alemi, yıldızlar ve felekler alemi, mevalid alemi (bunlardan murad, maden, nebat ve hayvanlardır) Ve arşı azîm dahi bu alemdendir.  Cisimler aleminin cümlesini ihata eder.

Bu şehadet aleminin dışında kalan diğer alemlere, “gayb alemi” veya “emr alemi” derler.

Bu itibarla, alemler ikiye ayrılır… “Gayb alemi”  ve “şehadet alemi”…  “Dünya” ve “ahiret” alemleri) olarak da anılır bu iki alem…

Yukarıda ayrı ayrı belirtilen dört alem, dört derya mesabesindedir. Mülk, Meleküt, Ceberut ve Lahut… İşte bu dört derya, ezeli ve ebedî olup, başlangıcı ve sonu yoktur.

Birinci derya   “Zat”tır… “Lahut” da derler…

küntü kenzen mahfîyyen fe ahbibtü en u’rafe”,

“gizli bir hazineydim”, hükmüne ve düsturuna göre;

“Zat’ı ilahî” coşarak “ceberut alemi”ni  zuhura getirdi… Ona “ruh-u izafî” de derler… “Alem-i Ceberut”coşunca da, “alem-i Meleküt”  meydana geldi.  Ve “alem-i Meleküt” coşarak “alem-i Mülk” zuhura geldi.

Coşmadan murad, zatî meyil ve zatî meyilin gerekliliğidir.

Bu alemlerin hepsi “tarfetül ayn”da yani göz açıp kapaması kadar ve hatta çok daha kısa bir süre içinde“Zat”tan zuhura geldi…

Nitekim Kur’anı Keriym Kamer suresi 54. sure 50. ayette;

 “ve ma emrüna illa vahıdetün kelemhın bil basarı”

“Emrimiz, bir tek emirdir, Göz kırpması gibidir”

Yani, bizim emrimiz olmaz ancak bir defa göz açıp kapayıncaya kadar yahut daha kısada olur. Emrden murad “kün” emridir. Bir kere “ol” dedi; göz açıp kapayıncaya kadar, belki de daha da kısa bir sürede dört alem zuhura geldi.

Ancak, bu alemler yoktan değil; Zatî inkılaptan zuhüra gelmiştir! Yoktan zuhura geldi dedikleri hal. Zatı zatında gizli iken, iradesi ile açığa çıktı, demekten İbarettir… Zira, ne yok var olur, ve ne de var yok olur!..

Deryayı Zatın inkîlabından alemler zuhura geldi…  Mesela bir derya düşünelim, ondan ikinci derya, ikinciden üçüncü, üçüncüden dördüncü derya zuhur etsin… İşte böylece dört alem meydana geldi…  Mesela, hava suya, su buza inkîlab ettiği gibi,

Bu alemlerin cümlesi “nur”dur!.. Bu nur değişik hal ve şekillere girerek, türlü türlü görünür…

Arifler katında ise, evvelce ne idiyse, elan da öyledir!.. Bütün alemler BİR Nur deryasıdır; ve daima coşup dalgalanarak tecelli etmektedir…

Kur’anı Keriym Rahman Suresi 55. sure 29. ayette;     

külle yevmin hüve fiy şe’nin

“her an yeni bir şa’ndadır O” (iştedir, zuhurdadır) Ayeti iktizasınca, o dalga ve coşmalar “Zat”tan gelir ve yine “Zat”a gider…

Kur’anı Keriym Hud Suresi 11. sure 123. ayette;

ve ileyhi yürce’u’l emrü küllühü

“Bütün işîer O’na döndürülür…”

Kur’anı Keriym Hud Suresi 11. sure 123. ayette;

 “allahü nürüssemavati vel ardı”

 “Allah göklerin ve yerin NUR’udur!..”

Ayet-i kerimelerinin manaları bunları anlatmaya kafidir.

Beyt :

       Cümle alem ZAT imiş, deryayı hikmet imiş,

         Hak ile vuslat imiş, lâ ilâhe illallah!..

 Beyt :

Mutlak vücud denizinin dalgası ne dalgadır ki, daim halk eyler!..

Gerek gizli gerek aşikar, daim ENEL HAK sırrını söyler!..

Bu denizin deryasına “masiva” adı verilir. Derya ezelî ve ebedîdir, dalgalar da “hadis” yani sonradan oluşan hadiselerdir.

Beyt :

     Kıdemde la mekan, derya üzere derya…

      Kesin ki olaylar, deryanın dalgaları…

Evvel ve ahır, varlık “HAK”dır…

Var görünen masiva ise, mutlak varlıkta var sayılır…

Bütün varlıklar “ZAT-ı MUTLAK”’tan meydana gelir. Eğer o tecellî bir an kesilse, o anda hepsi mahvolurdu.

5 –  İ N S Â N – I   K Â M İ L

Beşinci fasıl İnsan-ı Kamil’i açıklamaktadır. Bu zikrolunan hazret İnsan-ı Kamil, alemlerin hepsini kapsar, hüviyetinde toplar!..  İnsan-ı Kamil bütün mertebeleri câmidir… “İsmi Azam” makamıdır .. “İsmi Azam” bütün İlahî isimlere câmi olduğu gibi, İnsan-ı Kamil de “Mülk alemi”, “Meleküt alemi”. “Ceberut alemi” ve “Lahut alemi”nin cümlesini câmidir…

Zahirde ve batında însan-ı Kamil’in kuşatmadığı hiç bir mekan yoktur

Zati bir sirayet ile her şeyde hükmünü yürütür ve belki de o şeyin aynıdır!..

Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe buyurur:

“Kendini küçük olarak ZAN edersin, Halbuki alemi EKBER Sensin!..”

Alem Sen’de gizlidir!.. Eğer, bir kamil yetiştiriciye gidip, nefsine arif olursan, cümleyi sende, kendinin de cümlede mevcut olduğunu bilirsin…

İnsan-ı Kamil’in büyüklüğünü şöyle düşünebilirsin: Onsekiz bin alem farzolunsa ki bir havan içinde dövülüp macun hale gelse, bu terkip “İnsan-ı Kamil” olur…

Bu İnsan, onsekizbin alemi, onsekizbin göz ile seyreder! Her bir aleme dahil olup, o aleme has bir göz ile orayı seyreder… Duygular alemini his (zahir) gözüyle, makülatı (akılla anlaşılablir) akıl gözüyle, manaları da kalb gözüyle seyreder… Diğerlerin! de ona göre kıyas et!..

Bu alemin, his (zahir) gözüyle, manaları seyredeceğini ZANNEDENLER şüphe içinde kaldılar…

Beyt:

       Yürü, bir göz bul çare eyle,

         Bu kez, O’ndan O’na nazar eyle!..

Alemleri onsekiz bin olarak kabul edenler için esas şöyledir…

Külli akıl, külli nefis -ki bunlara (levh ve kalem) de denir-, arş, kürsî. yedi kat sema, dört unsur (ateş – hava – su – toprak), üç mevalid yani (maden – nebat – hayvan).

Bunların hepsi bütün olarak onsekiz eder. Her birini cüz’iyel olarak biner saymışlar ve böylece de onsekizbin alem demişlerdir.

Hakikatta ise, alemler had ve hesaba gelmez… Şu faydalı bilgiyi verelim…

– Yeryüzünde olan mahlükat, denizlerde olanın onda biri kadardır;

– yerde ve denizlerde olanlar, birarada sayılsa, ancak göktekilerin onda biri kadardır;

– ve bütün yerde, denizde havada olan mahlükat toplansa birinci kat gökteki melaikenin onda biri kadardır;

– yerde, denizlerde, semada ve birinci kat gökte olanlar toplansa, ikinci kat gökteki meleklerin onda biri kadardır;

bu kıyas, yedinci kat semaya kadar bu şekilde devam eder!..

– Yedi kat yerde olan mahlükat ve yedi kat gökte olan melaike toplansa, kürsîde olan melaikenin ancak onda biri kadardır…

Kur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 225. ayette;

 “vesi’a kürsiyyühüssemavati vel ­arda”

“O’nun kürsüsü semavat ve arzı ihata eder!..”  buyrulmuştur.

Kürsîde, yedi kat gökte, yedi kat yerlerde ve denizlerde olanlar bir araya gelse, cümlesi arşın bir köşesindeki meleklerin onda biri kadardır.

Ve bu sayılanların cümlesi müheymîn melaikenin onda biri kadardır.

“Müheymin melaike”, öyle melaikedir, ki Hak subhanehü teala onları halk eylediğinden beri Hakkın cemalinden bir an gözlerini ayırmayıp, Cemalüllahın güzelliğinde hayran olmuşlardır…

Ne kendilerinden ne de başkalarından haberleri vardır. Ne alemin, ne ademin, ne de iblisin halk olunduklarını bilmezler!..

Hak tealanın bir yüce meleği vardır, ismine “RUH” derler… Başında hesabsız saçları vardır!..

Anlatılan cümle melaike, arş ve ferş “RUH”a nisbet edilse, bir insanın elindeki pirinç tanesi veya saçına takılmış bir inci tanesi gibidir.

Eğer Hak teala emir verseydi, bu cümle varlığı bir lokma ederdi de boğazından bir şey geçtiğini hissetmezdi…

Bu anlatılan cümle şeyler, melekler ve felekler alemi İnsan-ı Kamilin kalbine konsa, var mıdır, yok mudur his etmez!..

Nitekim, Hz. Bayezid bu makama vasıl olunca; taliplerine rağbet etmeleri için şöyle buyurmuştur:

“Lev ennel arşe ve ma fiyha elfe elfe merreten fîzaviyetiy min zevaya kalbel arifi ma ehasse bihi!..”

“Arş-ı azim ki – cisimler alemine muhittir- bu kadar azametli ve milyon kere büyüyen arş ve içinde olanlar arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konulsa, arif onu hissetmezdi..”.

O gönül ki, yerlere, göklere, arşa, kürsîye sığmayan Allah-u azimüşşanı sığdırmıştır; onun vüs’atı bu mertebede olursa acaib mi olur?..

Nitekim hadîs-i kudsîde:

“ma vesianiy arzı ve la semai velakin veseaniy kalbi abdil müminin”

“Gökler ve yer beni kaplamadı velakin mümin kulumun kalbi beni kapladı!..”

Burada “mü’min”den murad, “İnsan-ı Kamil”dir!..

“Kalbin kaplamasından” murad, o gönülün “Hakkın cemaline ayna” olmasıdır…

Nitekim hadîs-i şerifte;

“el mü’minü mir’atül mü’min!..”

“Mü’min müminin aynasıdır!.” buyrulmuştur.

Birinci “mü’min”den murad, “İnsan-ı Kamıl”dir;

ikinci “Mü’min”den murad da, “Hak teala”dır.

“İnsan-ı Kamilin gönlü, Hak tealanın aynasıdır” demek olur.

Hazreti Şeyhi Ekber, arifin kalbinin azametinden haber verip, Fusüsu’l-Hikem’de demiştir ki:

[Hazreti Bayezid’in haber verdiği arif, cisimler alemine nisbet olan azametini beyandır.

Ben derim ki: Sonu olmayan mutlak varlık, zuhura getirdiği varlığa, bir son takdir eder, onda dahi aynıyla beraberdir, ve bu birlik arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konsa, onu hissetmez bile..]

Hazreti Şeyhin anlattığı gibi olan azamet sınırlanmaya ve ölçümlemeye, vehim ve kıyasa gelir azamet değildir!.. Ancak, zevk ve hal ile yaşanır… Hak teala bizlere de o zevkleri müyesser eylesin… Amin!..

Hazreti Bayezid bu makamda şu şiiri söylemiştir:

          İlahî sevgiyi kase kase içtim,

            Ne şarab tükendi ne de ben kandım!..

Bu makamda sevgi, sevilenin aynıdır!.. Burada mertebe-i kalbden, ve bu kalbin ihatasından haber verilmiştir, ki bu da ehline malumdur…

Eğer izahı gerekirse, şöyle denir:

Kalbimin aynası ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve füyüzatına mazhar oldu, ilahi feyizler birbirini takiben ve sıra ile daima nazil olmakta, kalbim de onları kabul etmektedir… Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi ve ne de tükenecektir!..

Bütün  bunları  anlatmaktan  maksadı,  İnsan-ı Kamilin azametini ve mertebesini bildirmektir ve dolayısıyla Hak tealanın azametini bildirmektir.

Beyt:

     Keyfiyetim idraktan aciz kalan kişi

      Nasıl idrak eder ezelî Cebbar’ı?..

Eğer cümle ağaçlar ve nebatlar kalem olsa ve bütün denizler mürekkeb olsa, insanlar, cinler ve melekler de katib olsalar ve dahi bu elemin yaratılışından haşre kadar yazsalar, İnsan-ı Kamil’in ahvalinişerhe çalışsalar yine de tamamlamaları mümkün olmazdı.

Nitekim Kur’anı Keriym Kehf  Suresi 18. sure 109. ayette;

 “kul lev kanel bahrü mi­daden likelimati rabbiy

lenefidel bahrü kable en tenfede kelimatü rabbiy

velev ci’na bimislihi mededen”

“De ki, eğer rabbinin kelimelerim (eserlerini) yazmak için bütün, denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar yardımcı getirsek bile..”.

İnsan-ı Kamil’in bir adı da “ELİF LAM MİM”dir!..

Nitekim Kur’an-ıKur’anı Keriym Bakara  Suresi 2. sure 1-2. ayette;

“ELİF, LAM, MİM zalikel kitabü la reybe fiyhi”

“ELİF LAM MİM işte bu kitabda şüphe yoktur…” buyrulmaktadır.

Nitekim hadîs-i şerîfte:

“el İnsan’u vel Kur’anı tev’emanü…”

“İnsan-ı Kamil ile Kur’an ikiz kardeştirler…” buyrulmaktadır.

Evet, yukarıdan beri anlatılan hazarat ve alemler birbirinin aynasıdır. Mülk, melekütun; meleküt, ceberütun; ceberut, lâhutun; ve İnsan-ı Kamil de “halifetullah” olarak, cümlesinin aynasıdır.. İlahi varlığı, kainatı yansıtan bir ayna. İnsan-ı Kamil’in câmi olmadığı hiç bir mertebe yoktur.

Elde olmadan söz uzadı; esasa gelelim…

Hazreti Şeyh buyurmuştu ki;

“Eğer arif, kendi hakikatine arif olursa, muayyen ve belirli bir itikada bağlanıp kalmaz!..”

Arifin kendi hakikatine arif olması, “İnsan-ı Kamil” olmasıdır!..

Ve İnsan-ı Kamil’in mertebesi, bu anlatılan vasıflarla belki de binde bir nisbetinde anlatılmaya çalışılmıştır.

Arif, “İnsan-ı Kamil” mertebesine vasıl olunca, Hakka mutlak ayna olup. hangi yönde tecelli eylerse, o tecelliyi kayıtsız şartsız kabul eder. Allah’ın katında böyle bir mertebeye sahib olan “İnsan-ı Kamil”dir.

Ey kardeş, insaf ile düşün… Sahib olduğun bu istidadı zayi etmek sana yakışır mı?..

Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette;

“kel en’ami bel hüm edallü”

“Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkın!”.. buyrulur.

Kendimizi bu derekeye düşürürsek, yazık ederiz!..

Her arzu eden, İnsan-ı Kamil olamaz!..

Ancak, kemale ermiş bir insanın elini tutmak ve ona hizmet etmekle olur…

Hak teala bu istidadı herkese vermiştir; ancak, kusur kişinin kendindedir!.. İstidadını yok eder!.

Kendini bir mürşid-i kamile teslim edip, Onun ahlakıyla ahlaklanıp kendi de İnsan ola!..

İnsan’ın kemali, belirli bir itikad ile kayıtlı olmamasıdır! .. Ancak, İnsan-ı Kamil mezhebsiz ve itikadsız sayılmaya…

Onun mezhebi ve itikadı “ilahî dilek”de ve “nefsül emr”dedir!.. Yani, mezheb ve itikadı mecazî değildir demektir bu.

Bazı ehlüllaha ne mezhebdensin, diye sorulduğunda şu cevabı almışlarıdr:

“Huda mezhebindenim!..”

Beyt :

     Bütün mezhebler kaydından beri ol,

      Cümle yolcuların defter başı ol!..

Bazı önde gelen, şeyhlere şu hususu sormuşlar:

[- Gerçi arif-i billah belirli bir itikad ile kendini kayıtlamaz; ancak, halka uyar bir şekilde ve onların akıllarının erdiği mezhebe ve itikada bağlı olarak hareket eder ve meydana çıkar!..

Hadîs-i şerfte; “kellimunnase ala kaderi ukülihim” yani, “İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz”, buyrulmuştur…

– Eğer, arif kalbinde olanı açsa idi, onu hemen öldürürlerdi!!!… Bu takdirde, arif münafık olmaz mı?]

[– Olmaz!.. Zira, münafık ona derler ki, bir gizli itikad ile kayıtlı olup itikadına göre amel eder, ve ettiği amelini kendi de inkar eder Hak’sız sandığı için…

Arif o dur ki, izhar ettiği itikad hakdır. Ve, içinde olan dışına göre zıd gibi görünürse de, hakikatte zıd değildir!.. Arifin dairesi geniştir… İki zıddı dahi birleştirir!.. Ona nisbetler zıd değildir… Allah daha iyisin! bilir. ]

Acaba biz bir fili görebilir miyiz?

indir (1)_4.jpg

HÎKAYE…

Birkaç âmâ bir yerde toplandıklannda aralarında konuşurlar:

“Acaba biz bir fili görebilir miyiz?,.”

Bir zaman sonra bir fil çobanı rastlar bunlara, ve alıp götürür bir filin yanına…

Âmâların kimi filin kulağına, kimi ayağına, kimi karnına, kimi hortumuna yapışırlar…

Sonra da başlarlar aralannda tartışmaya…

– Ayağına yapışan, filin “direk gibi bir hayvandır bu” der…

– Kulağını tutan, “sofra gibidir,” der fil için…

– Karnını tutan “küp gibi” olduğunu,

– hortumunu tutan “yılana benzer” olduğunu iddia eder…

Velhasıl, kim hangi uzvu tutmuş ise, tuttuğu uzva göre itikad ederler fil hakkında…

İşte taklid ehlinin hali de böyledir… Bir inanca mahsus olarak ve o inanç ile mahpus kalarak kendi kendilerim kayıdlarlar…

Beyt:

          Ölçüde kim kaldı bugün mahpus,

            Düşüp toprağa oldu tümden meyus!..

Halbuki kendi hakikatine arif olan bir “arıf-i billah” herhangi bir itikad ile kendini kayıdlamaz… Nitekim daha evvelce de anlatıldı. Sen de ehlini bulup, onun vesilesiyle kendine arif olursan bunları anlarsın.

Yine arifin kendi hakikatim daha iyi bilebilmesi için, “hazaratı hamse-i ilahiyeyi” (beş ilahi tenezzül mertebesini” de bilmesi zaruridir.

KADİR GECESİ

images (2)_3.jpg

elhamdülillahi rabbil alemin

veselatu vesselamu ala rasulina muhammedin

ve ala alihi ve eshabihi ecmain

euzü billahi mineşşeytanirraciym bismillahirrahmanirrahiym.

“Rabbi zidni ilma” sadekallahülaaziym

 

Bilindiği gibi bu akşam Kadir gecesi.

Daha evvel yaptığımız zikirlerden, merasimden ve tesbih namazından sonra şimdi, inşeallah, Kadir gecesinin ne demek olduğunu mana alemi, özü ve hakikati itibariyle anlamaya çalışalım. Allah cümlemize zihin ve gönül açıkiğı versin.

 

Kadir gecesi bilindiği gibi Kuran-ı Keriym’in dünya semasına indirildiği gecedir ve diğer gecelerin en üstün olanıdır.

Daha ev­velce seyr-i sulükunda salik

– Regaib gecesini yaşıyor,

– sonra Mevlûd/doğum gecesini yaşıyor,

– daha sonra Berat gecesinde berat’ini alıyor,

– daha sonra Mi’racını yapıyor,

– ve ondan sonra da Kadr’e Kadir gecesine ulaşıyor.

 

Dolayısıyla Kadir gecesi sadece müslümanlara has bir lütuf olmaktadır. Diğer milletlerin böyle bir gece­si yoktur. Çünkü onlar o mertebeye ulaşamamışlardır. Bulunduk­ları yer itibariyle onların kadr’leri yoktur.

Ancak onların da bazı özellikleri vardır, fakat Hakikat-i Muhammed-i üzere olan kadirle­ri yoktur. Muhammed-i olmadıkça kadir gecesinin hakikatini an­lamaya yol yoktur, çünkü Kadir gecesinde, Kuran-ı Keriym nazil olmaya başlıyor. Allah kelamın manaları sana nüzul etmeye baş­lıyor.

Öyle bir kadir kıymet bilmek ki bu yol başka ümmetlere kapalıdır ve Allah’ın zat-i tecellisi olmaktadır, “ef’al, esma, sıfat” tecellileri değil zat tecellisidir.  “Zat-i kadr”, “zat-i kader”zat-i oluşumlar­dır.

 

 Mi’rac gecesiyle Kadir gecesinin arasındaki fark şudur’ki:

Mir’ac gecesinde kul Rabb’ına yükseliyor,

Kadir gecesinde ise, Rab kuluna ulaşıyor.

İşte Mi’rac gecesi olmadan Kadir gecesi olamıyor. Kadir gecesinden daha büyük bir gece düşünmek mümkün değildir.

 

İşte Cenab-ı Hak bu hakikatleri Kur’an-ı Keriym de Kadir Süresi ve ilgili ayetlerle belirtmiştir. Şimdi onları inceleyerek aklımızın erdiği dilimizin döndüğü kadar anlayıp anlatmaya çalışalım.

 

 

euzü billahi mineşşeytanirraciym

bismillalıirrahmanirrahiym

 

(Kadr Sures 97/1-5)

› 

(1) inna enzelnahü fiy leyletil kadri

(2) ve ma edrake ma leyletül kadri

(3) leyletül kadri hayrün min elfi şehrin

(4) tenezzelül melaiketü verruhu

      fiyha biizni rabbihim min külli emrin

(5) selamün hiye hatta matlei’l fecri

(1) inna/kesin biz leyletil kadr/kadr/kadir leyl/gecesinde

      enzelnahü/onu/kendisini biz enzel/inzal, indirdik            

(2) ve leyletil kadr/kadir leyl/gecesi ne olduğu

     sana ne derey/edre’ etti/bildirdi/anlattı                  

(3) leyletil kadr/kadr/kadir leyl/gecesi elf/bin şehr/aydan hayırlıdır           

(4) külli/her emir/işten onların/kendilerinin rabblerinin izni ile

      fiyha/onun içinde/hakkında onda/orada

      melaike/melekler  ve ruh/öz/hülasa, canlılık tenezzül eder/inerler    

(5)  ta ki matleil fecr/fecr/tan yeri tuluğ edinceye/ağarıncaya kadar

      hıye/o selam/esenliktir

  1. Muhakkak ki: Biz onu Kadr gecesinde indirdik.
  2. Kadr gecesinin ne olduğunu sana ne şey bildirdi?
  3. Kadr gecesi, Bin aydan hayırlıdır.
  4. Onda melekler ve ruh, Rabbi’lerinin izni ile her bir emrden iniverir.
  5. O -gece- tan yeri ağarıncaya değin bir selâmettir.

 

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Duhan 44/1-8)

›

 

(1) ha mim

 

(2) vel kitabil mübiyni

(3) inna enzelnahü fiy leyletin müba­reketin

     inna künna münzirıyne

(4) fiy­ha yüfreku küllü emrin hakiymin

(5) emren min ındina inna künna mürsiliy­ne

(6) rahmeten min rabbike innehü hüvessemiyul aliymü

(7) rabbissema­vati vel ardı ve ma beynehüma

     in kün­tüm mukıniyne

(8) lâ ilahe illa hüve yuhyiy ve yümiytü

(1) ha mim

(2) ve (andolsun) mübin/beyan olan açıklayan kitab

(3) inna/kesin biz enzelnahü/onu/kendisini enzel/inzal/indirdik

    mübarek/bereketli, kutlu gece içinde

    inna/kesin biz münzır/inzar, uyaranlar idik/olduk

(4) hikmetli küllü/her emir/iş

    fiy­ha/onun içinde (onda) tefrik edilir/ayırt edilir

(5) emir/iş olarak indi/katımızdandır

    inna/kesin biz mürsel/gönderenler idik

(6) senin rabbinden rahmet 

     innehü/kesin o hüve  semi/duyan alim/bilen

(7) semavat ve arzın ve onların ikisinin arasındakilerin rabbı

     eğer mukin/ikan/yakıyn iseniz

(8) lâ ilahe illa hüve ihya/hayy/hayat verir ve mevt eder/öldürür

  1. Hâ, Mim.
  2. Apaçık bildiren kitaba yemin olsun ki:
  3. Muhakkak biz onu, bir mübârek gecede indirdik, şüphe yok ki, biz uyarıcıyız.
  4. O gecede her muhkem emr, ayırd edilir.
  5. Bizim tarafımızdan bir emr olarak. Şüphe yok ki, biz Resûl gönderir olduk.
  6. Rab’binden bir rahmet olarak. Muhakkak ki, O’dur hakkıyla işiten hakkıyla bilen O’dur.
  7. Göklerin ve yerin ve bunların aralarındakilerin Rab’bidir.  Eğer siz yakınen inanır kimseler oldu iseniz.
  8. O’ndan başka ilâh yoktur. O diriltir ve öldürür, sizin Rab’binizdir ve evvelki atalarınızın Rab’bidir.

 

(Bakara 2/185)

 

 “şehrü ramadanelleziy ünzile fiyhil kur’­anü hüden linnasi

 

  ve beyyinatin minel­ hüda vel fürkani

  femen şehide minkümüşşehre felyesumhü”

“sadekallahul aziym”

ramazan şehri/ayı o zat/şey ki

nas/insanlar için hüda/hidayet olarak

kur’an fiyhi/onun içinde/onda inzal edildi/indirildi

ve hüda/hidayetten ve furkandan (hak ile batılı ayırandan)

beyyinat/açık deliller olarak

bu halde eş şehre/o aya sizden kim ki şehid/şahit, tanık oldu

bu halde  esumhü/onu/kendisini savm, oruç tutsun

  1. Ramazan ayı, o, öyle bir aydır ki, o ayda insanlara doğru yolu gösteren ve açık âyetleri içine alıp hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân’ı Kerîm nâzil olmuştur. İmdi sizden ramazan ayında hazır bulunan, o ayın orucunu tutsun.

“şehru ramazan”, yani Ramazan ayı öyle bir aydırki Kur’an o Ramazan ayı içersinde indirildi.

“hüden linnasi” İnsanlara hidayet etmesi için indirildi.

“ve beyyinatin” açık beyanlar bilgiler ile

“minel hüda” hidayet yolunun açık bilgilerini verdi.

“vel furkan” ve alemde ne kadar farklılıklar varsa onların hakikatini de verdi.

Bir tarafta vahdet ilmini bir tarafta da farklar ilmini ver­di:

Çünkü her oluşum bir esmanın özelliğinden kaynaklandığına göre tabii ki bu hadiseler farklılık arzedecektir. İşte bunun bilgisini de verdi.

(yani Kur’an’ın furkan yönü)

“femen şehide” Kim ki bu ayı görünse, bu aya ulaşırsa,

“min kümüşşehrafel yesumhü” hemen oruç tutsun.

Burada orucun farziyyeti ve Kur’an-ı Keriym’in indirildiği ay belirtiliyor.

 

 

 

 

 

Hz. Rasulüllah Hira dağında iken, Hz. Cebrail geldiği zaman,

(Alak 96/1)

›

ıkre’ bismi rabbikelleziy haleka

o zat ki halek/halk eden senin rabbinin ismi/adı ile ıkra/kıraat et, oku

“ikra” “oku”

“bismirabikellezi “ “Rabbinin ismi ile oku” ayeti

Ramazanın içinde gelmiştir.

Kur’an-ı Keriyme toplu olarak bakıldığında, kendisinde bulunan bilgiler sıralandığı za­man bunların hakikatleri çok daha açık olarak anlaşılmaktadır.

 

Gelelim (Duhan 44) suresinin baş ayetlerine:

Orada başta

 

ha mim var

(1) ha mim

“ha mim” bilindiği gibi, “Hakikati Muhammedi”nin bu bölümü.

tane “ha mim” ile başlayan sure vardır.

Bunun her bi­risi bir mertebenin hakikatini belirtiyor yani nefs mertebelerini.

Burada da Kadir ile ilgili hakikati belirtiyor,

“Ha mim” bu hakika­tin şifresi’dir.

Buradaki “Ha mim’i” biz “Hakikat-i Muhammed-i” olarak düşünelim.

 

›(2) vel kitabil mübiyni

(2) ve (andolsun) mübin/beyan olan açıklayan kitab

 “açık kitaba yemin olsun”.

O zaman şöyle oluyor:

“Ha mim ve açık kitab-a yemin olsun ki!”

Ne­den, çünkü, “ha mim”in tafsilatı açık kitabın içindedir.

 

 

(3) inna enzelnahü fiy leyletin müba­reketin

 

     inna künna münzirıyne

(3) inna/kesin biz enzelnahü/onu/kendisini enzel/inzal/indirdik

    mübarek/bereketli, kutlu gece içinde

    inna/kesin biz      münzır/inzar, uyaranlar idik/olduk

 

 

inna enzelnahü                           “muhakkakki biz onu indirdik,”

“fi leyletin mubareketin”              “mübarek bir gece içersinde indirdik,”

“inna künna münzirin”                 “muhakkak’ki biz korkutuyoruz”,

 

 

› =e§áî©Ø y §Š¤ß a ¢ £3¢× ¢Ö Š¤1¢í b èî©Ï ›T

(4) fiy­ha yüfreku küllü emrin hakiymin

(4) hikmetli küllü/her emir/iş fiy­ha/onda tefrik edilir/ayırt edilir

 

 

(5) emren min ındina inna künna mürsiliy­ne

(5) emir/iş olarak indi/katımızdandır inna/kesin biz mürsel/gönderenler idik

 

fiy­ha yüfreku küllü emrin hakiymin emren min ındina inna künna mürsiliy­ne”

o gece bütün işler birbirinden ayrılırlar. “

“Bizim yanımızdan bir emir ile muhakkak ki biz göndericiyiz”.

 

 

(6) rahmeten min rabbike innehü hüvessemiyul aliymü

(6) senin rabbinden rahmet innehü/kesin o hüve  semi/duyan alim/bilen

 “Rahmeten min rabbike”

“Rabbinden bir rahmet olsun diye gönderdik.”

“innehü hüvessemiul aliymü”  

 “muhakkak ki duyucu ve bilicidir”.

 

(7) rabbissema­vati vel ardı ve ma beynehüma

     in kün­tüm mukıniyne

(7) semavat ve arzın ve onların ikisinin arasındakilerin rabbı

     eğer mukin/ikan/yakıyn iseniz

 “rabbissema­vati vel ardı ve ma beynehüma in kün­tüm mukıniyne”

“semavat, arz ve ikisi arasında onların Rabbıdır eğer yakıyn sahibiyseniz”.

 

 

(8) lâ ilahe illa hüve yuhyiy ve yümiytü

(8) lâ ilahe illa hüve ihya/hayy/hayat verir ve mevt eder/öldürür

“ondan başka ilah yoktur o diriltir o öldürür”.

 

Buradaki gecenin bazı alimler tarafıdan

“inna enzeinahü fiy leyletin mubareketin” ile belirtilen gecenin,

Berat gecesini be­lirttiği söyleniyor,

aynı ayeti Kadir gecesi olarakda söyleyenler var ise de,

Berat gecesi olması daha mümkündür,

çünkü Kadir gece­si hakkında belirtilen “Kadir gecesinde inmiştir” lafzı vardır.

Burası Berat gecesiyle ilgili olmalıdır,

çünkü Cenab-i Hak Kur’an-ı Keriym-i “levhi mahfuz”dan ikinci kat gökteki “Beyt’ül Ma’mur”a indirdi,

 

“Beyt’ül Ma’mur”dan da Kadir gecesi “Beytül Haram”a indirdi ve bu Beyt’ül Harama inmeyi 23 senelik bir süre içerisinde oldu.

 

“Beytül Ma’mur”bir defada geldi oradan “Beytül Haram”a yani “insana”, “peygambere” görevli melek tarafından 23 senede indirildi.

 

Kadir gecesinde Hira dağında gelen ayet “İkra” “oku” idi,

Son gelen ayet ise, Bakara suresinin 281’nci ayeti oldu.

 

“vetteku yevmen türce’une fiyhi ilellahi”

ve allaha değin/üzre fiyhi/onda/oraya irca’/rücu/döndürüleğiniz yevm/güne ittika/akva et

“Rabbınıza dön­dürüleceğiniz günden sakınınız.” diye son bir ikaz yapılmaktadır.

 

Kur’an-ı Keriym’in dünyaya nazil olmaya başlaması gerçekten insanlık alemi için çok müthiş bir hadisedir. Çünkü insanın en ge­niş şekliyle Rabbini bilmesi ve anlaması onun getirdiği ilimle mümkün olmaktadır.

Diğer kitaplardaki Rab bilgisi gönderildiği zamanın insanının anlayabileceği kadardı.

Cenab-ı Hak “Kur’an-ı Keriym” içindeki bilgiler ile Hz. Peygambere ikram etti, o da aynen onları ümmetine ikram etti.

 

Şeyh’ül ekber Muhyiddin Arabi Hz:

“Hz Muhammed’in ümmetine Kur’an-ı Keriym-i ikram etmesi, Hz. Cibril’in Meryeme Ruhu nefhetmesi gibidir.” buyurdular.

 

Daha evvelcede dediğimiz gibi diğer ümmetlerin Kadir gece­leri yoktur. Bu oluşum Ümmet-i Muhammede has bir özelliktir. İnsanlara bir ikram veya lütufta bulunulur; onun kıymetini bilirse, kadr-u kıymetini bildi,kadirşinas derler.

İşte Cenab-ı Hakk’ın bize lütuf etmiş olduğu bu gecenin hakikatini idrak edersek, biz de kadirşina bir insan olmuş oluruz ve bu bizim lehimize olur.

 

 

 

O halde her birerlerimiz bulunduğumuz idrak seviyelerimiz ilibariyle en geniş şekilde bu oluşumu anlamak zorundayız. Bu dünya­dan gitmeden evvel bulunduğumuz halin kadr-ü kıymetini de bilmek zorundayız. Çünkü bize muhteşem Hakikat-i Muhammed-i mirası kalmıştır.

 

Musa (as) ulaştığı en yüksek oluşum

“len terani” “sen beni gö­remezsin” oldu,

 

(Araf 7/143)

 

“ve lemma cae musa limiykatina ve kellemehü rabbühü

 

  kale rabbi eri­niy enzur ileyke kale len teraniy

ve mikatımız/tayin ettiğimiz vakit (ibadet süresi, yeri) için

musa cae/geldiğinde/gelince

ve rabbühü/onun/kendisinin rabbi

kellemehü/ona/kendisine kelime ettiğinde/konuşunca 

dedi ki, rabbim bana rüyet/göster ki

sana değin/üzre nazar edeyim/bakayım

dedi  ki, len teraniy/asla beni rüyet edemez/göremezsin

“Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunki konusunca, Musa: (Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım) dedi. Allah: (Sen beni göremezsin!) dedi.”

 

Çünkü “mertebe-i Müseviyet” tenzih akaidesi üzeredir.

Tenzih’de Allah ve kul ikiliği olduğundan ötelerde olan bir Allahı’a yönelme vardır.

 

Hal böyle olunca kişinin beşeri kimliği üstünde olduğu sürece “sen beni göremezsin” hitabına maruz kalacaktır.

 

Mi’rac bölümünde de bir miktar bahsettiğimiz gibi, “Museviyet mertebe”sinin en yüksek hali budur, bu mertebede bulunanların kadr-u kıymetleri bu yaşantı içindedir.

“Gerçek tenzihi” (taklidi tenzihi) değil idrak etmeleri bu mertebe müntesiblerinin kadimleridir.

Bu halin kendilerini kaplaması da, o mertebenin Kadir gecesi diye belirtilen kemalidir.

 

Mi’rac bölümünde bir miktar belirtildiği gibi, bu geceye “İseviyet mertebesi” itibariyle baktığımız da, görülen şu olur:

İseviyet “Teşbih” (benzetme) kaidesi üzerine kurulmuştur.

Yaşantısı “fena fillah” (Allah’da fani yok olmak) olduğundan geriye dönüşü mümkün değildir.

Hal böyle olunca o mertebenin de gerçek anlamda geriye dönüşü olmadığından Kadir gecesi yoktur.  O mertebenin en yüksek kadr-i, İsa (as) göğe alınışıdır.

 

(Kur’an-ı Keriym’de Nisa Suresinde 4/158)

 

bel refe’ahullahü ileyhi

bilakis/doğrusu ona/kendine değin/üzre/doğru  allah refi etti/yükseltti

“Allah onu kendi katma yük­seltti.” ifadesiyle anlamını bulmaktadır.

 

Böylece o mertebenin ge­riye dönüşü olmadığından henüz “İnsan-ı Kamil” mertebesi de oluşmamıştır, dolayısıyla bu mertebenin’de gerçek anlamda Kadir gecesi olamamaktadır.

“İseviyet”in kadr-i “fena fillah” (Hak’da fani yok olmak’tır.)

 

Hz. Rasulüllah’ın ve ümmetinin kadr-i çok başkadır. İşte geç­miş peygamberlerin hakikatlerini biz idrak edebilirsek;

eğer on­ların hakikatlerine bakarak kendi peygarnberlerimizin ve kendi halimizin nasıl olduğunu değerlendirmemiz çok daha kolaylaşır, güzelleşir ve değerlenir.

 

Bunların hepsi peygamberdir hepsi aynı mertebededir diye bakarsan, aradaki fark meydana çıkmayınca kendi değerini (kadrini) bilemezsin. Evvela onların mertebelerini tesbit etmek lazım ki ondan sonra biz kendi mertebemizi bilelim ve oradaki açık seçik farkı müşahede edelim.

 

(Kadr Suresi  97/1-5)

 

(1) inna enzelnahü fiy leyletil kadri

 

(2) ve ma edrake ma leyletül kadri

(3) leyletül kadri hayrün min elfi şehrin

(4) tenezzelül melaiketü verruhu

      fiyha biizni rabbihim min külli emrin

(5) selamün hiye hatta matlei’l fecri

 

(1) inna/kesin biz leyletil kadr/kadr/kadir leyl/gecesinde

      enzelnahü/onu/kendisini biz enzel/inzal, indirdik            

(2) ve leyletil kadr/kadir leyl/gecesi ne olduğu

     sana ne derey/edre’ etti/bildirdi/anlattı                  

(3) leyletil kadr/kadr/kadir leyl/gecesi elf/bin şehr/aydan hayırlıdır           

(4) külli/her emir/işten onların/kendilerinin rabblerinin izni ile

      fiyha/onun içinde/hakkında onda/orada

      melaike/melekler  ve ruh/öz/hülasa, canlılık tenezzül eder/inerler    

(5)  ta ki matleil fecr/fecr/tan yeri tuluğ edinceye/ağarıncaya kadar

      hıye/o selam/esenliktir

mealen:

“Doğru­su biz Kur’an-ı Kadir gecesinde indirdik.

  Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin?

  Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır.

  Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler.

  O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir”.

 

Kadir surcsine gelince, onu iyi anlamaya çalışalım,

“inna”  “mu­hakkak ki biz,”

“enzelnahü”  “o Kur’an-ı biz indirdik”

“fîy leyletil kadr” “kadir gecesi içinde.”

Bu Kur’an’ın bir genel olarak dünya semasına inmesi var,

bir de özel olarak her birerlerimizin gönül semalarımıza inmesi vardır.

 

(A’raf 7/142)

Š

ve va’adna musa selasiyne leyleten ve etmemnaha bi’aşrin

fetemme miykatü rabbihî erbe’ıyne leyleten

 

ve otuz (30) leyl/gece olarak musaya biz vaad ettik/sözleştik

ve aşr/on (10) ile etmemnaha/onu/kendisini tamamladık

bu halde rabbihî/onu/kendisinin rabbi  erbain/kırk (40) leyl/gece olarak

mikat/vakti/ibadet süresi, yeri tamamlandı

Musa’ya otuz gün vade verip sonra buna on gece daha kattık! Böylece Rabbinin tayin ettiği müddet kırk geceye tamamlandı”

 

Musa (as) gündüzleri oruç;

geceleri ibadetle nefis tezkiyesi yaparak geçirdiği otuz (30) günün sonunda “Tevrat-ı şerifi” almaya başladı

ve on gün (10) devam etti.

Böylece süre kırk güne (40) ulaşmış oldu.

 

Kadir gecesi olarak genelde, kabul görüp uygulanan Ramaza­nın yirmi yedinci (27.) gecesi sistematik oluşuma da çok uygun düş­mektedir.

 

Kadir gecesinin daha değişik tarif ifadeleri de vardır.

Bunun sebebi, her geceyi Kadir gecesine döndürmenin mümkün olduğunu bildirmek içindir.

 

Ramazanın yirmi yedisinde (27) Kur’an-ı Keriym nazil olmaya baş­lıyor.

Musa (as) otuz (30) unda gelmeye başladı, kırk’ında (40) sona ermiştir.

Müslüman, Ramazanda bir ay oruç tutuyor, bunun yirmi yedisine kadar olan sürede nefis tezkiyesi yapmış oluyor.

Böylece gönül ayinesinde kendi nefsaniyetinden hiç bir toz dahi kalmamış oluyor.

Böylece ilahi tecelli o temiz gönül aynasında parlamaya başlıyor ve orası alış, yani tecelli merkezi oluyor.

 

İşte böylece kişi yirmi yedinci (27.) gece kadr’ini biliyor,

yirmi sekizinci (28.)  gecesi Peygamberin silsilesini tamamlamış oluyor.

 

Daha evvelki yaşamında diğer pey­gamberlerin yaşantısını geçmiş

ve yirmi sekizinci (28.) gecede de “haki­kat- i Muhammed-i”yi idrak etmiş oluyor.

 

Yirmi dokuzuncu (29.) gecede ise (Arefe) “arif” oluyor. Yani ertesi günün bayram olduğu biliniyor ve o gcceye idrakle ulaşan kim­se ise “Arifi billah” mertebesine ulaşmış oluyor.

 

İşte böylece “Regaib” gecesi ifadesiyle başlayan hakikat yolculuğu “Arif-i billah” hükmü ve yaşantısı ile neticeye ermiş oluyor.

 

Bu hal ile Ramaza­nın otuz (30) una ulaşmış insan da bayram yapmaz da ne yapar?…

İşte gerçek bayramı onlar hak ediyorlar. Bizlerde sureta onlara benze­mekle onların yüzü suyu hürrneline bayram yapıyoruz.

 

Bu haki­kati idrak eden Hacı Bayram-ı Veli, ilahisini böyle söylemiş:

“Bayramım imdi, bayramım imdi, yar ile bayram ederler şimdi.”

 

Kimki belirli oluşumlarla gönlünü temizlemiş ise biz de onun gönlüne Kur’an-ı Keriym-i indirmeye başlarız, böylece o da “İnsan-ı Kamil” olmaya başlar.

Burada Kur’an’ın inmesi, vahy ile yeni bir Kur’an inmesi değililham ile mevcud Kur’an’ın inceliklerinin kendisine açılmasıdır.

 

Şimdi tekrar geri dönerek Kadr Suresine hastan başlayalım.

(Kadir 97/1)

(1) inna enzelnahü fiy leyletil kadri

 

(1) inna/kesin biz leyletil kadr (kadr/kadir leyl/gecesinde)

     enzelnahü/onu/kendisini biz enzel/inzal, indirdik 

 

“inna”  “mu­hakkak ki biz,”

“enzelnahü”  “o Kur’an-ı biz indirdik”

Bakın burada “Cibril”den de bahs edilmiyor, doğrudan doğruya “biz indirdik” deniliyor.

Çünkü Cebrail özünde zaten Hak’tan başka bir şey olmadığından“biz indirdik” deniliyor.

 

 

“fiy leyletil kadr” “Kadir gecesi içcrisinde”

Burada bir geceden bahs ediliyor.

 

Niye “kadr gündüzü” denmemiş?

Çünkü gece fena fillah mertebesi olduğundan, kişi Hak’ta fani ol­duğu, Hak’la Hak olduğu zaman Kur’an nazil olmaya başlıyor.

 

Geceden kasıt, “yokluk, hiçlik”

       – eşyanın ortadan kalkması

       – kendi varlığının dahi ortadan kalkması

       – “A’maiyet” haline bürünmesi

       – Zat Alemine ulaşmasıdır.

 

Bu “fena fillah” halinden nüzul ve tenzil ile “İnsan-ı kamil” olarak tekrar dünyaya dönmeye başlıyor.

 

İşte bu hakikati, şimdilik “fena fillah” mertebesinde bekletilen “İsa” (as) da yaşayacak. O zaman o kadr’i kıymetini bilecek tekrar dünyaya geldiğinde bizim şimdi yaşadığımız hakikati o, o zaman yaşayacak.

 

Dikkatinizi çekiyorum, buradaki Ümmet-i Muhammedin ihtişamını düşünebili-yor muyuz İsa (as) Hz Pcygambere ümmet olarak gelecek “Hakikat-i Muhammedi”den aldığı, kendinde olmayan bu ha­kikatleri tahakkuk ettirerek gelecek ve ondan sonra “kadr” hakikatini yaşayacak, fakat biz bunu daha şimdiden yaşıyoruz ve bu imkanımız var.

Bir düşünelim içinde bulunduğumuz hassasiyetin güzelliğin değerin derecesinin ne olduğunu.

 

Ben-i İsrail’in peygamberlerinin en büyüğü olan “İsa” (as), şu anlattığımız vasfa sahip değildir. Haşa onun peygamberliğine bir halal gelmesin; o ayrı bir vasıftır.

 

Ümmet-i Muhammed’de Hz Rasüllüllah’ın kemalatının ilmi, bilgisi, özelliği, yaşantısı olduğundan (ki alemler onun kendisi için varedilmiş) bütün ilim onda zııhura çıkmış; “levlake levlak lema halaktül eflak”

yani “eğer sen olmasaydın, olmasaydın bu alem­leri halk etmezdim”

hükmüyle belirlenmiş

(Enbiya Suresi 21/107 ayette )

› 

ve ma erselnake illa rahmeten li’l alemiyne

ve illa/sadece  rahmeten li’l alemiyn/ alemler için rahmet olarak 

seni ersel/irsal etdik, gönderdik

Ey Muhamıned, seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” ifadesiyle tabii ki o rahmetten en önce bizler yararlanıyoruz ve yararlanmamız gerekiyor.

 

İşte Cenab-ı Hak hu özellikleri, hiç bir ümmete yapmadığı bu lütfu bir garip ahir zaman ümmetine yapmıştır.

 

 

Ve ayet devam et­mekte (Kadir 97/2)

›

(2) ve ma edrake ma leyletül kadri

(2) ve leyletil kadr/kadir leyl/gecesi ne olduğu

     sana ne derey/edre’ etti/bildirdi/anlattı

“Kadir gecesinin ne olduğunu sen idrak ettin mi?”.

Ayetteki ifade tarzına bakın, sanki karşılıklı konuşuyor gibi, uzaklarda değil.

 

Bu ayetin iki yönü vardır:

birisi Hz. Rasulullah’a hitab eden yönü,

ikincisi de ümmetine hitap eden yönüdür..

 

Hz. Rasulullah’a hitap eden yönüne baktığımız zaman,

o’na “sen bu Kadir gecesini idrak ettin” hükmündedir,

onun için “ettin mi, etmedin mi?” hususu düşünülemez, çünkü Kur’an kendisine gelmiştir.

 

Bu ifadelerin hakikatini anlayamayacak durumda ol­sa idi o’na gelmez idi. Burada ki “vema” “ne” bize ümmetine ait

“Ey Rasülümün ümmeti, siz bunun ne olduğunu idrak ettiniz mi?’

Bu hitap bizleredir.

 

Kur’an-ı Keriym Hz. Peygambere inmesi dolayısıyla

“sen bunu idrak ettin, bunda kimsenin şek şüphesi yoktur.”

 

Fakat bize gelince;

“ey Ümmet-i Muhammcd, siz bu geceyi idrak ettinizmi?

Bunun değerini, kadrini kıymetini anlayabildiniz mi?

veyahut bunun hakikati ile ilgilenebiliyor musuz? gibi sorular vardır.

 

İşte bu Kadir gecesini idrak etmek için o Hak yolcusu ve talibininyol ehlinin, daha evvelce “Regaib, Mevlût, Ber’at, Mi’rac” gecelerini idrak edip, bu yoldan Kadir gecesine ulaşması ancak mümkün olduğundan dolayı,

“sen bu geceyi idrak ettin mi?” ikaz ihtar eğitim veya hatırlatmasını yapmaktadır.

 

“Bu silsileyi yaşayıp da Kadir gecesinin ne olduğunu daha hala anlayamadın mı?” de­mektir.

 

İnşeallah her birerlerimiz bu oluşumları en iyi şekilde an­layanlardan oluruz ve ayetin devamında (Kadir 97/3)

›

(3) leyletül kadri hayrün min elfi şehrin

(3) leyletil kadr/kadr/kadir leyl/gecesi elf/bin şehr/aydan hayırlıdır           

“leyletül kadri” “o ka­dir gecesi”

hayrün min elfi şehrin” “öyle bir gecedirki bin aydan hayırlıdır.”

 

Böyle bir özellik hiç bir ümmete verilmiş değildir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi gerçek bir idrake ulaşmak gerekmektedir.

 

Hz. Rasulullah zaman zaman geçmiş ümmetlerin yaşlarını dü­şünür, epey uzun olduklarından, kendi ümmetinin ise ömürlerinin daha kısa olduğundan ibadetlerinin daha az ve sevaplarının da daha az olacağım düşünüp üzülüyormuş.

Bu ayetin o yüzden nazil olduğu tefsirlerde yazılıdır.

 

elfi şehrin” “bin ay” “seksen üç (83) sene üç (3)  aydır.”

Ey Habibim sen hiç üzülme, senin ümmetine öyle lüluflarda bulundum ki: on-ları dalıa evvelce hiç bir ümmete nasib etmedim:

 

Bakın Cenab-ı Hak Ümmet-i Muhammed’e bir gecede 83 sene üç (3) aylık devam­lı ibadet sevabı veriyor.

Gündelik ibadete ayrılan saatlerin ortala­ma 10’da 1 (1/10) olabileceğini düsünebilirsek 83 senenin 830 seneye tekabül ettiğini kolayca anlarız.

 

Ey: Muhammed (as) ahir zaman ümmeti, sana bahşedilen değerleri bir düşünebilseydin ne olurdu?…

 

Burada belirtilen zaman Ef’al aleminin oluşumu içerisinde kısıtlı zaman mefhumu ile ifade edilmiştir.

Aslında gerçek manada Kadr’ini oluşturup kendi kıymetini idrak ettiği zaman kişinin ne seneyle ne ömürle, ne zamanla, ne dünya, ne ahiretle kıyas edilmez bir oluşumu olur, çünkü zaman izafidir.

Vahdet ehli indinde bütün onları toplayan sadece bir tek an vardır kendi gerçek kıymetini idrak ettiğin vakit,ebedi hayata geçmiş oluyorsun, ebedi hayatta ise kısıtlı zaman yoktur.

 

Burada, ayette bahs edilen zaman süresi aslında çok kısa ve ef’al yani madde alemi itibariyledir.

Mana alemi itibariyle değerlendirmemiz çok güçtür, çünkü madde mana yanında çok az de­ğer taşımaktadır.

 

Ayet’te her mertebede olan kişinin anlayabilece­ği bir dil kullanılmıştır. Gerçek kadr’ini idrak eden kimseler ise, bu oluşumu yaşadıklarında onlara ayrıca anlatmaya gerek kalmıyor.

Kur’an-ı Keriym sana nazil olduktan sonra bunun değeri ne za­manla ne madde ile ölçülemez.

 

İyi düşün “Kur’an sana yani her birerlerimizc nazil olmuştur” bu ifadeyi “ehli yakıyn” olarak anlamaya çalışalım.

 

Şimdi burada bir gerçeği daha açmaya çalışalım:

yukarıdan beri gördüğümüz ayetlerde üç (3“leyi” “gece” geçti.

Cenab-ı Hak dileseydi tek ifadesiyle bunları ankıtabilirdi.

Birinci gece bu hakikat­leri “ilmel yakıyn”,

ikinci gece “aynel yakıyn”,

üçüncü gece ise “hakk’al yakıyn” olarak müşahade edip yaşamamız içindir.

 

 

İşte ayette belirtilen bin (1000) ay “Sûri” (zahir) ifade tarzı içerisinde en az miktarda, asgari müşterek çerçevesinde belirtilmiştir.

Gerçek manevi yönünü izahı ise ancak yukarıda belirtilen üç mertebede yaşayanlar tarafından değerlendirilebilir.

Allah c. c cümlemizin idraklerim en geniş şekilde açmamıza yardımcı olsun.

 

(Kadir 97/4).

 

(4) tenezzelül melaiketü verruhu

 

     fiyha biizni rabbihim min külli emrin

(4) külli/her emir/işten onların/kendilerinin rabblerinin izni ile

     fiyha/onun içinde/hakkında onda/orada

      melaike/melekler  ve ruh/öz/hülasa, canlılık tenezzül eder/inerler

İşte o gece

“tenezzelül melaiketü” “melaike de iner, nüzul eder.”

Kur’an indikten sonra melaike de iner,

“verruh” “Ruh da iner”;

“fiyha” “o gecenin içinde”

“bi izni rabbihim”  “onların Rab’larının izniyle”

melaike ve ruh o gece iner:

“İndirelim bakalım şimdi nereye inecekler?”

“tenezzelül melaiketü” “melaike iner, tenezzül eder.”

Tabiiki iner, inmez’mi hiç?…

O ruh’tan maksat genelde Cebrail (as)dır denmiştir.

O’da çok yerli yerincedir ama birimsel olarak daha öz düşünürsek:

Melaike dediğimiz şey­ler, melekler, kuvvetler’dir yani Cenab-ı Hak’tan Kur’an vasıtasıy­la sana yepyeni güçlergelir, yepyeni idrakler açılır,

çünkü yuka­rıda idrake, “vema edrake” hitab ediyordu.

 

İşte o idraklerin açılması için yepyeni bilgiler gelir, melekler getirir, yani “esma-i ilahiye”nin her türlüsünü sana ilim ve bilgi olarak verirler.

 

Dolayısıyla ilmi artık gönlünden almaya başlarsın, başkasına pek ihtiyaç kalmaz.

Tabiiki ilim her yerden alınır, Çin’de bile olsa alınır, ama, buradaki bilgi nakil bilgisi nakil ilmi değil, bizatihi kendinde ortaya gelen ilimdir, ki, işte buna “müşahede ilmi” ve de “yakıyn” ilmi, “vah­det” ilmi denilir.

Tam sağlam, temiz, katıksız bir ilim, doğrudan doğruya özünden gelen bir ilimdir.

Ve herkesin Cebrail-i kendine geliyor, ona ilmini getiriyor.

Cebrail (as) görevlileri bu işleri görür­ler.

 

İşte Ayette belirtilen melekler sendeki yeni görüşlerhayata bakışlardır.

Tabiiki genel olarak yer yüzüne inen melekler de var­dır.

 

Bunlar bu gece Kadir gecesinde yeryüzüne inerler ve tebed­dülat, değişiklik yaparlar.

Böyle olduğu gibi bizim yer yüzümüz olan beden mülkümüzde de aynı değişiklikler olması lazım geli­yor, aynı kazançlar sağlanıyor.

 

Bu işler gece oluyor. Yukarıda bahsedilen üç gece ifadesinde, üç oluşumda veyahut üç mertebe’de ki insanların değişik yaşantılarından zuhura geliyor.

 

İşte meleklerin yer yüzüne inmesi, melekût “Esma” mertebesinin sana nüzulüdür.

Ruh’un yer yüzüne inmesi, sana “Sıfat” mertebesinin nü­zulüdür.

Kur’an’ın sana inmesi ise, “Zat” mertebesinin nüzulü ve tecellisidir.

 

Bakın ifadelerde ne incelikler var. Onları hakikatleri itibariyle anlamamız gerekiyor.

 

Bu işler nasıl oluyor?

“biizni babbihim” ancak “onların Rablerinin izni” ile oluyor.

Yani nereye nasıl bir oluşum, bir bilgi geldi ise Rabb onu o şekilde orada kendi kontrolünde oluşturup tahakkukunu sağlamakta­dır.

 

Burada bilmemiz gereken bir husus vardır, “Rab” dcndiğinde, bu esmanın, hakikatini iki yönlü bilmemiz gerekmektedir:

birinci yönü “Rabb’ül erbab” yani “Rabb’ların Rabbı” itibariyle, genel olarak bu sistemin çalıştırılıp terbiyeedilmesidir.

 

İkinci yönü “Rabb’ül has” “Has Rab” itibariyle varlıkların kendi has Rabb’ları dır.

İşte bu oluşum her varlığın kendilerine has Rabb’larının izniy­le inmektedir.

 

“Rabb” esması “terbiye eden mürebbiye” demektir ve her varlığın bağlı olduğu bir esması vardır.

İşte o esma, o varlığın Rabb’ı dır,

böyle olunca da her varlığın kendine ait “Rabb-ı has”ı başka başka esma’lar’dır, bu esmalar “Rabb-ul erbab”a bağlıdır o’da “bir”dir.

 

 

 

 

 

Bu hakikat-i Kur’an-ı Keriym de Yusuf (as) ağzından

(Yusuf 12/39)

 

ya sahıbeyi’s sicni e-erbabün müteferriku­ne hayrün

 

emillahül vahıdül kahharü

ya sicn/zindan iki (2) sahıb/arkadaşım

müteferrik/çeşitli erbab/rabbler mı

yoksa  vahid/bir tek kahhar/kahredici allah mı hayırlıdır

“Ey zindan arkadaşlarım ayrı ayrı Rab’larmı hayırlıdır, yoksa tek ve üstün olan Allah’mı hayırlıdır?”diye, bildirmiştir.

 

Genel olarak, “Rabb’ül erbab” bütün bu alemde meydana ge­len oluşumların kaynağıdır.

 

“Rabb-ül has”lar ise, teferruatları oluş­turmaktadırlar.

Burası ise Esma mertebesidir ve Ef’al mertebesindeki oluşumları meydana getirir.

 

Ve ruh’un inmesi: Sana “venafahtü”nün daha genişi geliyor

Adem (as) hakkında, (Hicr 15/29 ayetinde)

 

“ve nefahtü fiyhi min ruhiy”

ve ruhumdan fiyhi/ona içine nefh ettim/üfledim

“Ona ruhumdan üfledim”

İsa (as) hakkında (Bakara 2/253)

 

“ve eyyednahü birühıl kudusi”

ve rühı’l kudus ile 

eyyednahü/onu/kendisini biz yed/el verdik, destekledik

“O’nu Ruhul Kudüs ile destekledik”

 

Burada da sana ruh’un, “Hakikat-ı Muhammed-i”nin “Ruh’ul Azam” olarak gelmesi, Rabbül alemiyn izniylefaydalandırılmasıdır, inmesidir

Nasıl?  (Kadir 97/4)

 

“min küllü emrin”

külli/her emir/işten

“Her bir emirden.” Emir iş manasınadır.

İşte o mana alemindcn gelen özellikler Ef’al aleminde zuhura gelmektedir.

 

Senin gönlüne mana aleminden gelen melekler, güçler; ruh, hayat, nur bedenine intikal ediyor.

Bedeninde de madde aleminde, Ef’al aleminde zuhura çıkmış oluyor.

 

“min külli emrin” “her bir emir

“selamun” ve o emir ile birlikte “selamet” getirirler,

ve tabi böyle bir oluşum selametten başka ne olabilir.

İnsan için bundan salim daha selametli bir şey olur mu?

 

Selam aynı zamanda İslam, selamete çıkmak, selamette olmaktır.

 

(Kadir 97/5)

› 

(5) selamün hiye hatta matlei’l fecri

(5)  ta ki matleil fecr/fecr/tan yeri tuluğ edinceye/ağarıncaya kadar

      hıye/o selam/esenliktir

 “O gece tan yerinin ağarma.sına kadar bir esenliktir. “

 

“hiye hatta” “hatta şu zamana kadar ki”

“metlail fccr” “güneş doğuncaya kadar” bu oluşum böylece devam eder gider.

 

Bakın yukarıda üç geceden bahsedildi,

burada da “tuluğ”dan bahsedili­yor,

ne demek isteniyor?…

“Güneş doğuncaya kadar” yani “Hakikat-i İlahi güneşi doğuncaya kadar.”

“Hakikat-i İlahiye” güneşi doğdu­ğu zaman sende tabii ki fecr oluyor.

 

Yukarıdaki geceler bitiyor ve “fena fillah” mertebesinden “Baka billah” mertebesine geçilmiş olu­yor.

Bu halde gece ve teferruat bitmiş, her şey yerli yerine dön­müş, ebedi gündüze ulaşılmıştır.

Nasıl ki yüz kilometre yukarıya çıkıldığında güneşle karşı karşıya kalındığında, her zaman gün­düz ise,

gönül alemine girdiğin zaman da

(İsra 17/81)

 

“cael hakku ve zehekal batılü”

hakk cae/cey’e etti, geldi ve batıl zehak/hükmü bitti, yok oldu

“Hak geldi batıl gitti”

başka bir ifade ile, bu “fecr” batılın gitmesidir.

Batıl ise, senin var zannet­tiğin aslında hiç bir zaman var olmayan izafi nefsin’dir.

O gittiği zaman gelecek olan ise, güneşli gündüz, o da senin özün, zatın’dır.

 

 

Ey hakikat yolcusu!

Yukarıdan beri anlatılmaya çalışılan şey­leri iyi anlamaya çalışalım. Bunlar bizim gerçek hayatımızın seyir­leridir. Bir sistemin oluşumu, bir gelişimin oluşmasıdır.

Bu sistem oturduktan, güneş doğduktan sonra kemale erilmiş, meyve olmuş oluyor.

Tekrar o meyvenin seyrini baştan anlatmaya gerek kalmıyor, çünkü yaşanmış oluyor.

Neticede ise sonradan bunları başkalarına yaşatmak gerekiyor, sonra tekrar tohum oluyorsun, tekrar toprağa giriyorsun onlarla birlikte tekrar seyrini sürdürüyorsun.

 

İşte şu üç satırlık kısacık bir süre içerisinde Cenab-ı Hak bü­tün kemalatı ortaya getirmiştir.

İnşallah hepimiz bunların idrakinde olalım ve en iyi şekilde anlayanlardan olalım.

 

Özetlersek, biz Ku’ran-ı Keriym-i Kadir gecesi yani mübarek bir gecede indirdik. Bu mübarek gece bizim için, kendi gerçek varlığımızı idrak ettiğimiz gecedir.

 

Cenab-ı Hak bizim eski birliğimizden çıkıp nefsaniyetimizden kurtulduktan sonrao gönüle te­celli etmeye veilham yoluyla Kur’an’ını indirmeye başlıyor.

 

Kur’an-ı Keriymin inmeye başlaması, melekler ve ruh vasıtasıyla Cebrail vasıtasıyla oluyor

ve kim ki bunu idrak ederse Kadir gecesini idrak etmiş oluyor.

 

İşte İslam dininin özelliklerinden güzelliklerinden bir tanesi de bu ki, kim bunları idrak ettiyse, daha dünyada iken Hak sev­gilileri arasında oluyor. Sadekallahulaziym…

 

Not: Hatırasına ve mevzu ile ilgisine binaen Nusret Babamın 1963 senesi Ramazanının Kadir gecesinde yazmış olduğu münacatını da ilave ediyorum. Allah c.c. fcyzinden nasibdar eylesin.

Etiketler

KADİR GECESİ MÜNACAAT (Nusret TURA)

images (3)_3.jpg

Ramazan 27 1963

Ey alemleri yaratan Rabbimiz; Ey azameti, şani, şerefi kudreti, kuvveti lütfu, keremi…sonsuz olan sevgili ALLAH’ım;

Seninle konuşabilmek için aczimi itiraf ederek, nefsimi hakir görerek ve göstererek söze başlayacağım. Cehennem devrim geçti, yine oralara düşerek yanmak istemem.

Senin sonsuz sıfatlarını her kulun biliyor. Bilmeyenlere de ya­kın zamanda bildireceksin. Bu sıfatlar da cennete açılan kapılar­dır.

Nusret kulun cennet kapısında da değildir. Zatının deryasında yüzmek istiyorum. Senin aşk ateşinle yanmak istiyorum. Pervanenin en son çare olarak kendisini ateşe atması gibi yanmak isliyorum. Çok şükürler olsun sana; yanıyorum da, beni hiç bir alem tatmin edemez oldu. Bende ibadet takati da kalmaz oldu; çünkü zatının ismi, isimlerin en güzeli ve en derin manalısı; “ALLAH” diye seni aradığım zaman gönlümden doğan bir nur parmaklarımın ucuna kadar yayılıyor. Topraktan olan varlığımı nur kaplıyor. Bütün hislerim, kuvvetlerim, ihtiraslarım, iptilalarım eriyor, yok oluyor.

Senin emirlerin; varlığını bilen, sana ibadet ederek avuç açan kulların içindir, akıl sahiplerinedir; bende o zaman“ben, ben” diyecek bir varlık, kendisini sana nisbet edecek bir akıl kalmadı ki, ağzım, azalarım hareket edebilsin. İşte bu mübarek Kadir gecesi kainat duvarının üzerine asılmış olan Nusret isminde köhne bir elbisem vardı; Sen o elbiseyi sırtına geçirdin. Bu gece tebdili kıyafet ederek geziyorsun. Sen bütün nurunlaı, bütün varlığınla bütün rahmet ve şevkatinle bende gözüktün.

Ben de isterdim ki di­ğer mü’min kardeşlerimin gibi arabalar içinde şehrin bütün camilerini dolaşayım. İftarı bir camide, akşam namazını bir diğerinde, yatsı ve teravih namazlarım bir üçüncü camide eda edeyim. Bu aciz kulun ne yaptı. Tabii bilirsin erkenden yattı, hem yatsısını ev­de eda ederek.

Herkesin bütün gece yorulup da uyuklar halde oldukları bir zamanda, sabahın saat ikisinde kalktım, huzuruna durdum. Bu sa­at Aşıkla Maşuk’un naz ve niyaz saatidir. Bu saat mahremlerin, sevgililerin seviştikleri saattir. Bu saat nusret saatidir.

Beni sana götürecek deveyi dinlendirdiğim saattir, sonra yola sürdüm. Camilerde, yer yer evlerde ışıklar vardı. Kulların bütün gecenin yorgunluğuna mukabil el kaldırmışlar, bir çok şeyler isti­yorlar.

Sevgili ALLAH’ım, onlara istediklerini ver, hazinede hepsini memnun edebilecek şeylerin hepsi fazlasıyla mevcut. Onlar yal­varıyorlar, ağlıyorlar 364 gün gaflette ve günah kirlerine bulandıkları için ağlıyorlar.

Ver ALLAH’ım onlara ver! Affet onları sevgili Rabbim: günah defterleri mi doldu? Ateşe at, insanları değil. Defterlerini at, onları yak. Onların dilediklerini de verince sen de rahat olursun Nus­ret kulun da.

Nene lazım ya Rabbim, sana sevgisini arz etmek için huzuruna can atan Nusretinin yüzüne bak.

İşte birkaç saat sonra sabah olacak. Kadir gecesini ihya eden­ler uykuya dalacak, gaflet ehli yine “vazifemi yaptım Rabbime yal­vardım belki bu gecemi bin aylık ibadele muadil tutacak” diye memnun ve müsterih olarak tekrar eski hayatlanna devam ede­cekler.

Fakat ya Rabbim, senin Nusret kulunun bütün sene seninle buluşmadığı sabah yok ki. Hatta beşeriyet yükü az olduğu zaman huzurundan ayrıldığım zaman yok.

“Ey benim Nusret kulum; Sanki Muhammedimin sevgisiyle meşbu bulunuyorsun. Onun sevdiklerini ve onu sevenleri ben de severim. Bu mütekabil sevginin temeli de kullukta kemale ermektir. Yokluğa uçmaktır.”

“Benim zatıma olan muhabbetten gayrı yarattığım şeylerden herhangi birisine muhabbet: beni unutmak ve gaflete düşmektir. Her şeyi sizin için yarattım, fakat muhabbet ve aşk bana mahsus­tur. Gönül evini bana tahsis ederek masivayı oradan çıkaranlar­dan, ben de kulluk perdesini kaldırırım.”

“Kullanma bak, yanıma gel Muhammedimin ümmetini temaşa edelim. Gözünden perdeni aldım, sırtından kulluk elbiseni çı­kardım. Sana görmek ve söylemek kabiliyetini verdim. Benimle basirsin, vekilimsin!”

“ALLAH’ım! Sevgili Rahbim: neler görüyorum? Madem ki söy­lememe de müsaade ettin, ben de söyleyeyim ki, bleni dinleyen kulların da aynı yoldan gelsinler. Ben senin huzurunda ibadetle meşguldüm, şimdi yanında bulunuyorum. Ağlayanlar, sızlayanlar, pır pır kalbi atanlar, alev alev ciğerleri yananlar, müteessir olmasınlar ki, sen onlarla da berabersin.

Ya Rabbim, utanıyorum! Kıble olarak tanınan Ka’be-i şerifle siyah örtünün içindeyim. Bütün başlar bize eğik, bütün gözler yaşllı yaşsız bize bakıyor. ALLAH’ım; bana neler oluyor? Özümden, sinemden, gönlümden, vücudumu yakmıyan bir ateş doğuyor., Hayır! bu ateş değil; vücudumu istila eden bir nur, nurdur. Bize bakanlara aşk ve şevk saçan bir nur. Masiva aşkını yaktı,benliğimi yaktı, bütün efkarımı yaktı.

Ben zat olarak mı kaldım? İlmin ve aklın ta kendisi olarak mı kaldım, göz ve idrak nuru olarak mı kaldım? Ah. Aman ya Rabbim, eriyorum, eriyorum nerede ise cehennemi söndüreceğim Hatta, hatta cenneti de!

“Kellümini ya humeyra,”  Mealen“konuş bana ey Hümeyra” (Hadis)

Estağfurullah Estağfurullah

Eûzü bike minke ya ALLAH.

ALLAH ALLAH ben nerede idim? Büyük bir kalabalık ellerini açmışlar ağlıyorlardı. Onlara islediklerini verdim, sevindiler. Gittiler, evet onlar gittiler, ben yine onlarla kaldım. Evet ben onun elbisesi oldum, evet o benim içimden doğru kaynadı. Beni eritti, evet evet, bayıldım veya tam diri oldum hayatın da ta kendisi, lü tuf ve keremin ta kendisi, isimleri sıfatları Zatının deryasında gaip oldum.

Cehennem yakmaz oldu. Cennet de gözümden silindi. Evet evet, ahir zaman velisi evet son velilerden hayır bir kaç tane daha var. Sözlerimi melek İsrafilin Sur’u gibi ve isa peygamberin sözleri gibi diriltici, hem de ölüleri diriltici sözler. Taşlara topraklara hayat veren sözler. “Biz de sizdeniz” diyorlar.

Evet, inbisat (genişleme hali) katreye verilirse, “deryayım” der. Evet, inbisat (genişleme hali) zerreye verilirse“güneşim” der.

Arifler de dudak bükerler, yalanlamazlar, çünkü her şey aslına gidiyor. Kainat onun şerefine yaratıldığı halde“ben de sizin gibi bir beşerim. Fakirlikle iftihar ederim” diyen Rabbimizin ilk sevdiği elbise, beşer libası, fakirlik sıfatı sırtından hemen hemen hiç çıkarmadığı elbise.

Şeriat, Hak’ka giden yoldur. O onu tanzim etmiş, şekillendir­miş. Aşk hayatı; bu varlık yolundan bambaşka bir yol. İkisi bir  arada görünmüşse de idrak farkı birini şah diğerini kul yapar.

Biri varlığı nizama sokar, diğeri yokluğa kanal açar. İkisinin de birleştikleri noktada bir nur peyda oluyor, harem sarayı, vahdete giriliyor, fakat bu giriş herkes için değil, onun için, fahri alem Efeendimiz aşk alemini Mevlana Celalettin ağızından anlatıyor.

Ne, çıkar? Onun söylediği, kapalı geçtiği sozleri de Nusrete söyletiyorlar. İsrafilin hayat üfüren Sûrunu Nusrete vermişler. Olur ya buna “Alem-i Huzur”, “Alem-i İmkan” derler. Yok, yok olmaz olmaz demek Ramazan şerifin 27.ci Kadir gecesinde herkesi bir sırra erdirip kadir ve kıymelini bildiriyorlar.

Fakat sevgili okurlarım:

365 geceden bir gece olan Kadir gecesini yakalamak islerseniz, o bir tek geceye güvenmeyiniz. Çünkü inhisar yoktur. Aşık olmak, huzura kabul olduğuna itimat edinceye kadar seneleri de­vir etmek lazımdır.

İsmi Azam, Cenab-ı Hak’kın isimlerden birisidir. Bunu bilen bulun imkanlara sahip olur. Fakat o İsmi Azamı kendinde tahak­kuk ettirmeyi şart koşmuşlar, buna muvaffak olanlar da tam bir feragat halindeler. Gözleri sevgiliden başka bir şey görmez, onu görenin de dili tutulur, göz olarak kalır. Rabbimin izniyle bu çok kıy­metli sohbetimiz de burada son bulsun, surette bayramı idrak için beşeriyet libası giyelim, tevkif ALLAH’dan’dır…

KADRİNİ KIYMETİNİ BİL

images (4)_3.jpg

09/03/1994 Kadir gecesi

 

Ramazan geldi kardeş, geçiyor,

Günler hep birer birer eriyor,

Oruçlar yolu tuttu gidiyor,

Ramazanın kadrini kıymetini bil.

 

Kadir gecesi hayırlı bin aydan, 

Sende al hemen bu büyük paydan,

Hak’ka varırsın belki bu yoldan,

Kadir’in kadrini kıymetini bil,

 

Bayrama ulaşınca bir gün,

Günahlar mutlak olur sürgün,

Hayatını yönlendir düzgün,

Bayram’ın kadrini kıymetini bil.

 

Kadir gecesinde indi Kur’an,

Okuyunca bulursun kurb’an,

Kur’an’sız geçen günlere yan,

Kur’an’ın kadrini kıymetini bil,

 

Nehi’den sana’da var rahmet,

Ne olur onu incele bir zahmet,

Hayalinde her daim yadet,

Peygamber’in kadrini kıymetini bil

 

Rabbine yönel artık güzelce,

Hani söz vermiştin ezelde,

An O’nu durmadan her yerde,

Rab’bının kadrini kıymetini bil,

 

Ömrünü harcama boşuna,

Geldin acaba kaç yaşıma,

Belki sonuç gitmez hoşuna,

Ömrünün kad’rini kıymetini bil,

Kendini biraz tanı önce,

Düşün, düşün her dem güzelce,

Pişmanlık içine işleyince,

Kendi’nin kadr’ini kıymetini bil,

 

İlmi ledünni’ye yönel,

Verir sana tuttuğun el,

Haydi gönül alemi’ne gel,

Dünya’nın kadr’ini kıymetini bil.

Dünya’da vaktin nasıl geçiyor,

Günlerin birer birer eriyor,

Haydi Rab’bın seni bekliyor,

İlminin kadr’ini kıymetini bil.

 

Nefsini iyi tanı bu günden,

Neler çıkar beden gömleğinden,

Haber iste mana alemi’nden,

Nefs’inin kadr’ini kıymetini bil.

 

Nefes’ini iyi kullan her an,

Boşa geçen nefes’lerine yan,

Gayret et dayan da dayan,

Nefes’inin kadr’ini kıymetini bil.

 

Zikrullah ile çok meşgul ol,

Ondan geçer Hak’ka giden yol,

İstikamet düz, deme sağ sol,

Zikr’inin kadr’ini kıymetini bil.

 

Namazda Mi’rac eyleyiver, 

Beş vakle’de değer ver değer,

Güzelce devam edersen eğer,

Namaz’ının kadr’ini kıymetini bil.

 

Necdeti bigane gördün belki,

Rab’bından ayrı değildir bilki,

Dünyadan ayrılmadan gel görki,

Necdet’in kadr’ini kıymetini bil.

Necdet ARDIÇ