Günlük arşivler: 19 Ağustos 2018

Keşif ve Müşahede

indir_40.jpg

Allah sevgililerine ve bunlardan bir kısım olan Ebdale, akıllara durgunluk veren, adet ve resmiyeti ortadan kaldıran Ef?al-i İlahi?nin tecellisi açılır. Bu tecelli iki kısma ayrılmıştır: Cemal, Celal sıfatlarının tecellisidir. Celal, aynı zamanda azamet manasına da gelir. Bunların tecellisi kalbe çok giran (*) gelir. İnsanı müthiş sarsar. Bu hal kalpde olur fakat zahiri duygulara da sirayet eder. Bazen görülür ve işitilir. Bu hali, bir ravi, Peygamber (S.A) efendimizden nakletmiştir:

Namazda, yemek kabının kaynamasına benzeyen bir ses işitilirdi. Bu ses kalbden gelmiş ve zahirde de işitilmiştir. Bu hale sebep, Allah?ın Celal sıfatının tecellisini görmesi ve azamet-i İlahi?nin keşfolmasıdır… Bu hale benzer şeyler Hz. İbrahim?den (A.S) keza, Hz. Ömer (R.A) rivayet edilmiştir…

Cemal sıfatının tecellisine gelince: Bu sıfatın tecellisinde kalb nurla dolar ve bununla boş olur. Bu halde kalb rahat eder. Lütuflara erer. Güzel konuşmaları burada duyar. Güzel sözleri bu halde işitir. Bununla beraber, kendisine yüksek hediye müjdeleri burada verilir. Ve yüksek derecelere çıktığı kendisine burada haber verilir. Bu öyle bir makamdır ki; bundan sonrasında kulun hiçbir dahli olmaz. Her şey ezeli nisbete bağlanır. Kalem kurur. Artık taksim ne ise o gelmeğe başlar. Allah fazlını ve rahmetini istidatlar nisbetinde verir, rahmet ve şevkatini onlara ispatlar. Bu hal ecel gelinceye kadar devam eder. Ki, bu malum olan ölüm zamanıdır. Bundan sonra daha fazla açılır. Perdeler kalkar. Yükseldikçe yükselir. Bunun dünyada verilmemesinin sebebi, Allah? karşı olan sevgi ve muhabbetlerinin onları bir tehlikeye götürmemesi içindir. Sonra takatları kesilir. Helak olurlar, zayıf düşer, ibadetlerini yapamazlar. Halbuki onlar ölünceye kadar ibadet etmekle mükelleftirler. Bunlara, bu maddi hayatta tam tecelli etmemesi ve tam tecelliyi öteki aleme bırakması O?nun merhametinin eseridir. Böyle yapmakla sevdiklerinin kalplerini tedavi eder. Terbiye eder ve madde alemi ile manevi alemi bu şekilde idare eder. İncelikleri bilen ve hüküm veren O?dur. Kullarına lütfunu, merhametini esirgemeyen O?dur…

Bu halleri anlatan bir rivayet Hz. Rasulullah?tan şöyle nakledilmiştir:

Efendimiz, maddi alemle biraz meşgul olduğu zaman:

– ?Ey Bilal, bizi biraz dinlendir. Ezan oku da namaza kalkalım…?

Buyurmuştur. Bunu, anlattığımız güzellikleri görmek için söylemiştir… Yine bu sebeple şöyle buyurmuştur:

– ?Namaz, gönlümün sürurudur…? (**)

(*) Bıktırıcı, fena, katı

(**) Sevinç

Zaman Olur ki Fakirlik Küfre Yaklaşır

indir_39

Allah?a mutlaka kul olmak isteyen ona iyi inanır. Ve her işini O?na teslim eder. O kul, bilir ki, rızık babında Allah kefildir. Yine okul kanaat getirmiştir ki, kendine ulaşan iyi bir iş, ilâhi fermandan habersiz değildir. Her hangi bir fena hal de kaderi ilâhinin iktizasıdır.

Bilhassa şu ilâhi vade kopmaz bağlılığı vardır:

– ?Bir kimse Allah?ın emirlerine bağlı olur ve ondan korkarsa, ona güç yollar kolay olur. Bilmediği yerden rızık kapıları açılır. Kendisine tam tevekkül edene Allah yeter.?

İman sahibi daima bu ayeti okur ve manasına göre ruhi inşirah duyar. Bolluk devrinde bunu böyle bilir. Zaman olur, hikmet icabı bir imtihan belirince derhal sızlanmağa başlar, ağlar, feryad ederse bu hal onun tam bir iman sahibi olmadığını gösterir. O kimse bilmez ki, kader-i ilâhi ağlamakla, sızlamakla şekil değiştirmez. O zavallının bu acıklı hali Peygamber S.A efendimizin:

– ? Fakirlik zaman olur ki küfre yaklaşır.?

Hadis-i şerifinin manasına girer.

İman sahibi, hangi felaket olursa olsun, sarsılmaz ve maneviyatını bozmaz. İyi inanmıştır ki: Herşey muvakkattır. Dünya muvakkat olduğu gibi, onun imtihan devresi de muvakkattır. Yine kalbini Allah?a bağlayan bilir ki: Allah istediği an kimseden belayı kaldırır. Bu Allah?ın lütfudur. Bir gün gelir, kendisinin de imtihan devresi biter; afiyet ve bolluğa kavuşur. Daima şükreder. Hamd eder. Sena eder ve bu hal, Allah?a kavuşuncaya kadar sürer…

Bu haller gösterir ki, ilâhi imtihanlar iki yönden tecelli eder. Biri; iman sahibinin imanını arttırmak, diğeri ise; zayıf imanlının maneviyatını bozmak. Şayet o zayıf imanlı tahammül gösterirse imanı kuvvet bulur.

Allah bütün kullarına bir çok yönden bela verir. Bu belalar çoğunun felaketine sebep olur. Kul, o devrelerdeAllah?a tam bağlanmaz, durmadan itiraz eder. Allah-ü Taâlâ?yı (haşa) töhmet altına sokmak ister, söver, sayarsa…. Bu onun ebedi küfrüne sebep olur ve böylece dünyası ve ahireti berbatlaşır. Hak?ka kavuştuğu zaman ilâhi rahmetten herkesin nasibi olur; ama onun olmaz. Çünkü Rabbı ona darılmıştır. İşte Peygamber efendimiz bu hale işaret ederek şöyle buyurmuştur:

– ?Kıyamet gününde en nasibsiz olan, dünyada fakir, ahirette cehennem azabına düçar olandır.?

Bu halden Allh?a sığınırız. Çünkü bu hal felakettir. Peygamber efendimiz bu fakirlikten Allah?a sığınmıştır.

İkinci şahsa gelince: O, hakkıyla inanmıştır. Allah?ın birliğine ve O?nun yapacağı her türlü eza ve cefaya razıdır. Zahirde cefa gibi görünen her halin bir nimet olduğunu iyi bilir. Onda tam bir kanaat vardır ki, sevgili kullara kavuşmak için onlar gibi yaşamak lazım. Peygamberlere varis olmak için, onların çektiği gibi cefakar olmak gerek. Düşünür: Hangi alim, hangi fazıl, hangi hakîm, hangi büyük ve nihayet hangi derviş ve hangi bende cefadan, hangi efendi zordan hâli kaldı….

Ama, ne olursa olsun Allah?a dayanan herkes kurtulur. O?na inanmış olan her imanlı dar zamanında daha geniş olur. İlâhi kement onların boynundadır. Sabır dağları onları içine almıştır. Çünkü imanları kuvvetlidir. Çünkü kadere razıdırlar.

Bu sabır ve imandır ki; onu her an şükür yoluna sevkeder. Herşeye muvafakat, kaza ve kadere ve ilâhi hikmete mebni olduğunu sezdiği her şeye boyun eğer. Bu yüzden ilâhi rahmetin en büyüğüne erer. Gündüzleri onun için bir nur kaynağı, geceler ise bir rahmet sofrası olur. Dışı hoş, içi boştur. Bu halde devam eder, tâ, Allah?a kavuşuncaya kadar… Hâdi Allah?tır…

Etiketler

Salik´in Yetişmesi

indir_38.jpg

Bu günkü halinle ruhaniler zümresine girmeği özleme. Bütün varlığın yok olmadıktan sonra erenlere katılamazsın. Bütün duyguların tek tek hak yola girmeli. Bir bir varlığın maddi alemden ayrılmalı.

Şöyle bir dünya aleminden silkinip varlığını kurtarmalısın. Tuttuğun hak için, hareket ve sükûnun O?nun için olmalı. O?nu gör ve O?ndan işit. Hakkı konuş, hakka yapış, onun için çalış, aklın Hak işlere ersin.

Bir zamanlar yoktun. Sonradan sana bir varlık izafe edildi. İşte bu varlık, seni haktan ayırdı. Ruhaniler zümresine girmene mani oldu. Bu varlıkları terkedince ermiş olursun. Erince de, ruh olursun. Ruhaniler zümresine girersin.

Sır ol… Tek ol… Sırrın sırrı, gizlinin gizlisi, her şey sana düşman görünmeli: Seni Hak?dan uzak tutan her şey… Bu düşmanları içinden seçmelisin.

İşte İbrahim.(A.S.):

– Bana rabbülaleminden başka hepsi düşmandır.
Buyurdu. İbrahim Halil (a.s.) putlara:

– Düşman…

Diyordu… Şimdi senin için put zahirde yoktur, ama gizlide çoktur… Haktan başkalarıyla meşgul eden her şey sana düşmandır, sana puttur. Bu putları bırak. Halktan bir şey umma. Görürsün ki sır alemi sana açılmış, ruhaniler alemi sana açık olmuş…

Kimsenin bilmediğini bilmeğe başlarsın. Yapılamayacak işler senden zuhur etmeğe başlar. Adet dışı, tabiata uymayan işler görmeğe başlarsın. Bu işler, gerçekte öbür aleme has ise de sana burada görmek nasib olur. Çünkü öldün dirildin. Varlığını Hak yolunda yok ettin.

Ölmeden evvel ölenlerin sırrına erdin. Kudret alemi sana kapı açtı. Her halinle oranın malı oldun. Artık kudret aleminde yaşayanlar gibi işitmen, konuşman, tutman, görmen, yapışman, yürümen, akıl etmen… Hasılı huzur ve sükunun Hakla olur, başkası sende yoktur. Hiçbir şeyi göremez olursun. Çünkü senin için, Hak varlığında başkası yoktur.

Yalnız bu alemin içine dalınca Allah?ın emirlerini bilmen gerek, yasaklarına katiyyen yakın olmamalısın. Eğer peygamberin (s.a.v) yaptıklarının birini terk edersen şeytana oyuncak olduğunu bil. Hemen ilahi emirlere koş, şahsi arzulara düşme. Hangi iş; Allah ve peygamberin emrine uymazsa,o iş sapıklıktır. En doğrusunu Allah bilir….

Arif-i Billah´ın Duasına Neden İcabet Olunmaz

images_24.jpg

Başta şunu söylemek iyi olur. Arif insan için iki kanat vardır. Biri korku, diğeri ümit. Bir kuşun zayıf kanadı diğerine tesir ettiği gibi, arifin de bu iki halinden biri zayıflarsa yol alamaz. İmanı tekamül etmez.

Hal ve makam da, bir insandaki ümid ve korku gibidir. Şu da var ki: Her halin ve mekânın korku ve ümitleri kendilerine göredir. Şunu da diyelim ki, her makamın kendine has halleri vardır. Bazı derecenin korkusu, bazısının da ümid fazlalığı vardır. Şu da var ki. Arif bunları bilemez. O yakınlık derecesine kavuşmuştur. Arzusu yalnız mevlâsıdır. Dua, ümid, korku; bunlar onun için bir şey ifade etmez. Yalnız Hak?la olur. O?ndan gayrini sevemez, başkası ile ünsiyet edemez. Duasının kabulü, ahdinin yerine gelmesi onun için bir şey ifade etmez. Bu hal benim şanıma layık değildir. Benim işim böyle olmalıdır, şöyle olmalıdır, gibi sözler onu alakadar etmez. Daha doğrusu o böyle şeylerle uğraşmaz.

Burada iki şey meydana çıkar. Bunun biri, dua kabul olduğu, istek yerine geldiği takdirde, bazı sebepler yüzünden edep ve terbiye yolları unutulur. Diğeri ise, şirk koşma gibi bir hal zuhur eder. Bu da insan için bir çeşit mekir gibi olur… İşte bunlar için de, duanın kabul edilmeyişi yerinde tefsir edilmelidir. Çünkü, zahirde peygamberlerden başka nefse uymayacak ve günah işlemekten masum yoktur. Bütün peygamberler, bilhassa bizim peygamberimiz ona salat ve selam olsun…

Eğer bir arifin duası her zaman makbul olsa,kendine gurur gelmesi muhtemeldir. Bunu bir adet haline getirebilir. Emre imtisalen değil de keyfine göre hareket etme yolunu seçebilir.

Yukarıda belirtilen zararlardan daha fenası, şirk yolunun tutulması ihtimali vardır. Şirk ise her halde fenadır. Hangi makama ererse ersin, bir arif ancak emir dahilinde iş yapmaya mecburdur. Bilhassa namaza, oruca ve diğer farz ibadetlere dikkat etmek yerinde olur. Peygambere(S.A) ittibaen nafile ibadete devam edilmesi iyidir. Duaların da bu zamanlarda yapılması lâzımdır.

Futhu’l Gayb

indir_35.jpg

Bu eser; yine -yıldızlara daha yakın ve ufku daha engin- bir dağ misali, yukarıları gözleyebilmek adına hususi bir rasathanedir ve bu yönüyle has daireye hitab etmektedir. Fakat bu rasathane; yukarıdan nasıl görüldüğümüzün müşahedesini yapabilmemiz adına, yine o dağ misali alemimize nazır ve ahvalimize hakim bir makam olması sebebiyle umumidir ve bu yönüyle de her birimize hitab etmektedir. Buna havi bir eser ise ancak bir şaheserdir. Şaheser olduğunun bir diğer isbatı da, müellifinin “şah” olduğuna hiç kimsenin bir itirazda bulunmayışıdır.

FENÂ FİLLÂH – MUHABBET

472.jpg

Cilau’l Hatır

Abdülkâdir Geylanî (K.S)

Hz, Peygamber’in (s.a.v.) şöyle söylediği rivâyet edilmiştir: “Ailesine mal bırakıp da, Allâh’a şer ile gelene yazıklar olsun!”1 Ben insanların çoğunun bu şekilde olduğunu görüyorum. “Vera”sız bir şekilde dinar ve dirhem biriktiriyorlar; onu da ailelerine ve çocuklarına bırakıyorlar, onları o mala emânet ediyorlar. Halbuki o malın hesâbı onlar üzerine olduğu haIde zevki başkalarınadır. Harbini onlar yapar, ama kutlamasını başkalan yapar. Ey ailesine dünyâyı bırakanlar! Peygamberinizin sÖzünü dinleyin. Kendinizden sonrakilere haram bırakmayın. Aksi halde Allâh’ın sohbetine karşı kötüyü, azâbı ve felâketi tercih etmiş olursunuz.

Münâfık, çocuklarını geriye bıraktığı makna teslim eder. Oysa mü’min, çocuklarını Rabbine teslim eder; geriye dünyâyı bırakmış olsa bile çocuklarını o mala teslim etmez. Çoğu kez tecrübe edilmiş ve bilinmiştir ki, insanların çoğu çocuklarını geriye bıraktığı mala emânet etmiş ve onlar babalarından sonra zelil olmuşlar, fakirleşmişler, insanlardan dilenmişler, geriye bırakılan mal ve mülk üzerinden bereket kalkmıştır. O mal ve mülkün üzerinden bereket kalkmıştır, çünkü sâhipIeri onu vera elİyie biriktirmemiş, ona güvenmiş, çocuklarını ona teslim etmiş ve Rablerini unutmuş idiler.

Münâfık halkın kuludur; dinarın ve dirhemin kuludur; gücün, kuvvetin ve kazancın kuludur; zenginlerin, meliklerin ve sultanların kuludur. Onlar kendisini Rabbine çağıran, O’na götüren kişilere düşmanlık beslerler, onlan kötülerler, Mü’minler İse, zorlukta, darlıkta, rahatlıkta, bollukta, âfiyet içindeyken, hastalık halindeyken, fakIrlikte, zenginlikte, haik kendilerine teveccüh ettiğinde, sırtını dönüp gittiğinde… bütün hallerinde Rableriyle berâber dimdik ayaktadırlar. O’ndan kalpleriyle bir an olsun ayrılmazlar. Müslümandırlar, teslim olmuşlardır, Kendilerini onun önüne atmışlardır. Râzı olmuşlar ve muvâfakat göstermişlerdir, Münâzaayı terketmişlerdir. Onlar kendilerini ancak emrin ve nehyin uyandırdığı gâib (halkın gözünden kaybolmuş) kimselerdir.

Ey oğul! Bütün tasarruflarında, davranışlarında Kitap ve Sünnetten fetvâ al. Eğer dîninle ilgili bir konuda sıkıntıya düşersen şöyle de: “Ne dersin ey Kitap? Ne dersin ey sünnet? Yâ Resulallâh! Bu müşkilim hakkında ne dersiniz? Ey Resûlullah adına bana rehberlik eden şeyh! Sen ne dersin? Ey kendisini elçi olarak gönderen adına bana rehberlik eden Resûl! Ne dersiniz?” Eğer böyle yaparsan müşkilin hallolur, zulmetin kaybolur. Bİr müşkille karşılaştığında onu hüküm ehlinden, din âlimlerinden zâhiren sor; kalbinden ise bâtınen sor. Bundan dolayı Hz. Peygember şöyle buyurmuştur: “İnsanlar sana fetvâ verseler de, sen kalbinden fetvâ al.”2 İnsanlar sana fetvâ verseler de, müftülerden çokça istifâde etsen de, sen yine de bâtınının, içinin sana ne dediğine bak. Müftüler fetvâ verseler de, kalbin ne diyor? Onda nasıl bir hareket var? Sen ona bak, Hâcibe (saray görevlisi), bevvâba (kapı görevlisi) ve vezire danış, sonra sultanın yanına gir ve sana ne dedigine bak. Eğer uygun görürse, uygunluğa merhaba! Eğer uygun
görmezse onun sözüne yapış, başkalarının lafını bırak.

Ey oğul! Melik (Sultân) ile devamlı sohbet istersen, mülkten aynıl. Mülk, melike karşı perdedir. Nîmet, nîmet bahşedene karşı perdedir. Belâya takılıp kalmak, belâyı verene karşı perdedir. Mahlûkâta, mükevvenâta, musavverâta takılıp kalmak, kalpler, sırlar ve ma’nâlar için bağdır. Allâhü Teâlâ kim için hayır dilerse onu bağlar, onu kalbinin iki ayağı üzerinde huzûrunda oturtur. O senin kalbine iki kanat vermiştir. Kalbin o kanatlarla O’nun ilim semâsında uçar, sonra O’nun kurbİyet burcuna konar. Bununla birlikte kalbine, bir korku ve sâhip olduğu şeylerle aldanmayı terketme duygusu da verilmiştir. Kalp, mârİfete ulaştıktan sonra gayret ve kıskançlık sebebiyle kanadının kesilmesinden ve perdelenmekten korkar, Kul, dünyâda olduğu müddetçe, her ne dereceye ulaşımş olursa olsun, korkması ve gururlanmayı, aldanmayı terketmesi gerekir. Zirâ dünyâ değişme ve dÖnüşme yeridir. Âhiret ise ikâmet yeridir, orada değişme de, dönüşme de yoktur.

Yazık sana! Kalbinin vuslata erdiğini söylüyorsun ama kapıların peşinde kayıtlı ve hapsedilmişsin. Süsünü benden başkasına göster! Benim yanımdaki sana uygun değil. Benim yanıma başka şey için değil ancak gösteriş için geliyorsun. Yoruluyorsun, ama süsünü alan kimse yok! Benim yanıma, altınını senin yanında bırakayım, ondan şüpheyi, gümüşü, kabuğu ayıklayayım, çıkarayım diye geliyorsun, Buyur gel! Sen bilmez misin ki, sûfîler “din dinarlan”nın kusurlarını araştırırlar, iyisi ile kötüsünü, Allah için olanı iIe halk için olanını ayırırlar, ayıklarlar. Sûfiler elçidirler, rehberdirler, doktordurlar, uzmandırlar, vekildirler, görevlidirler. Onlar Rablerinin dînine çağıran kimselerdir.

Ey cemâat! Rabbinizi sevin ve O’nu halkına sevdirin. O’nu sevin ve O’nun için halka rehberlik edin ki, halk da sizinle biriikte O’nu sevsin. Gâfillere O’nu hatırlatın, O’nun nimetierini hatırlatın ki, onlar da O’nu sevsinler. Allâhü Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a şöyle vahyetmiş: “Ey Dâvûd! Beni halkıma, yaratıklarıma sevdir.” O’nu dileyen kimseye O’nun muhabbetinin hak olduğu yazılmıştır. O’nu sevene O’nun ilminin verilmesi bir hak olarak yazılmıştır. Allâhü Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a halkına kendisini sevdirmesini emretmiştir ki, bu kadîm önceden yazılmış ilim (hüküm) ortaya çıksın. Karanlık bir evdesin, yanında da çakmak, kibrit gibi yanıcı maddeler var; Onlan yaktığında ortaya ateş çıkmaz mı? Ateş, yanıcı maddelerde kadîmdir, ezeldendir. Fakat onu ancak çakma fiili ortaya çıkarır, Allâhü Teâlâ’nın teklîfi (emir ve nehiyleri) de bu şekilde ortaya çıkar; Bu halk hakkındaki ezelî ilimdir. Nehiy ve emir, itaatkâr kul ile isyankâr kulu belli eder. Emirve nehiyden oluşan teklif uzmanı, iyi borçluyu da, kötü borçluyu da
tanır.

Eski zamanlarda ihlaslı kimseler azdı, bu zamanda ise azdan da az. Mü’min, kendisini belâya mübtelâ etse bile, yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini, makâmını, sağlığını az verse de, halkı üzerine salsa da, Allâhü Teâlâ’yı sever. O’nun kapısından kaçmaz, kapısının eşiğine başını koyar. O’ndan soğumaz. Verse de, vermese de O’na îtirazda bulunmaz. Eğer verirse O’na şükreder, vermezse sabreder. Onun maksadı atâ ve ihsan değildir. Aksine, onun maksadı O’nu görmek, O’nun yakınlığına ermek ve O’nun katına girmektir.

Ey yalancılar! Sâdık kimsenin yalanı olmaz. Sâdık kimse geriye dönmez. Sâdık kimsenin önü vardır, arkası yoktur. Yalanı yoktur, sadâkati vardır. Ameli vardır, lafı yoktur. Delili vardır, iddiâsı yoktur. Üzerine gelen oklar sebebiyle mahbûbundan geri dönmez, bilakis o okları gÖğsüyle karşılar. Bir şeye olan muhabbetin seni ona karşı sağır ve kör yapar, istediğini bilen kimseye yaptığı harcalalar hafif gelir. Muhabbetinde dâimâ sâdık olan muhib, mahbûbu uğruna tehlikelere atılır. Eğer önünde ateş olsa, ateşe dalar. Onun uğruna, kimsenin cesâret edemediği hücumlara kalkışır. Sadâkati onu bu durumlara götürür. Muhabbeti ve mahbûbuna karşı sabırsızlığı onu bu durumlara sürükler.

Belâlar sâdık ile yalancıyı birbirinden ayırır. Ne güzel demişler: “Rızâ hliUnce değil, hoşnutsuzluk hâlinde sevenle sevmeyen belli olur.” Belâlar ve âfetler îmani ve yakîni ortaya çıkanr. Mârifet ve ilim öz ile kabuğu birbirinden ayınr. Belâlara muvâfakat eden kimse özdür, onunla çekişen kimse ise kabuktur. Rabbine muvafakat eden kimse, kalbinden halk kabuğunu temizler ve orada kabuksuz bir öz kalır. Tevhidi, tevekkülü ve yakîn gözü ile görme gücü kuvvetli olan kimse Hak yolundan dönmez, O’nun kapısından kaçmaz. Sıdk ve istikâmet ayağı üzere olmaktan geri durmaz. Rablerine muhib olan kimseler dünyâyı, âhireti, insanları, cinleri ve melekleri görmemeyi dilerler. Ne gözleriyle başkalarını görmeyi, ne de başkalannın gözlerinin kendilerini görmesini isterler; tıpkı, bir âşığın mâşûkuna kavuştuğunda halvet duvarını veyâ evin kapısını görmek istemediği gibi, O âşık ne mâşûkunun dadısını, ne de lalasını görmek ister. Bunun gibi Hak âşıkları da O’nu başka şeyler olmaksızın isterler. O’nun rızâsını dünyâ veyâ âhiret dışında, bağış, övgü ve senâ olmaksızınn isterler.

Bu gibİ kimseler nâdirden de nâdirdir. Sizler nefislerinzi, şehvetlerinizi, zevklerinizi ve hoşlandığınız kimselerin rızâsını seviyorsunuz; o halde feiah bulamazsınız. Rabbinizin kurbiyetini göremezsiniz. En fazla yemeye, içmeye, giyinmeye ve evlenmeye önem veriyosunuz. Konuşmalarınızın çoğu bunlar hakkında. Hattâ câmilerde, Cenâb-ı Hakk’ı zikretme evleri olan yerlerde bile bunlardan konuşuyorsunuz. Oysa câmiler Allâhü Teâlâ’yı zikredenlerle neşelenir, başka şeyleri ananlardan nefret ederler.

Açlık ve fakirlikten ne kadar da çok korkuyorsunuz! Eğer yakîniniz olsaydı bu gibi şeyleri düşünmezdiniz. Rabbİnizin İrâdesine muvâfakat gösterin. Aç bırakırsa, kalplerinizden gelen bir güzellikle sabredin. Eger doyurursa şükredin. O sizin lehinize olanı daha iyi bilir; O’nun yanında cİmrilik ve pintilik yoktur. Yetmiş peygamberi açlığın ve bitlenmenin öldürdüğü anlatılır. O memlekette onlan doyuracak kimse yok mu idi? Fakat O onlar hakkında bunu dilemişti, buna râzı olmuştu. Bunu başka şey için değil, onların derecesini yükseltmek için yapmıştı, onlan küçük düşürmek içİn degil. Aksine dünyânın onlara önemsiz gelmesi içindi.

Böyle bir kul için sâdece O’nu isteme vardır, bir mahlûku değil. İrâdesini O’ndan başka her şeye karşı hapsetmştir. Nefsinin eriyip iştahının sönmesi, rûhuna dünyâda kalmanın ağır gelmesi ve Rabbinin olduğu âhirete iştiyak duyması için, eşyâ ile, varlık ile kendi arasına perde koyar. Bundan dolayı o, Rabbine kavuşacağı İçin ölümü ister ve onu güzel görür. Bu genel bir durumdur. İstisnâlar ise az mı azdır.

Allâhü Teâlâ onları başka bir mânâ içİn yaratmıştır; onların durumu adedin ve âdetin dışındadır; onlar ne İçin yarattığını ancak kendisi bilir. Allâhü Teâlâ onları, halka kendisi adına sâhip olmaları, onlara kendisi adına nâiplik, elçilik ve rehberlik etmeleri için yaratmıştır. Onları doğuda, batıda ve denizlerde seyrettirir, yürütür. Onlar halka kendi dilleri ile hitap ederler. Cenâb-ı Hak onları kendisine ulaştıran kapılar yapmıştır. Onlar İse ne hayâli ne de ölümü temenni ederler. Onlar kendi irâdelerinden sıyrılarak O’nda fânî olmuşlardır. Onların irâdesi ölmüş, nefisleri itminâna (huzura) ermiştir. Onların hevâ ve hevesleri kırılmış, nefis ateşleri sönmüştür. Şeytanları hezîmete ugramış, dünyâ onların gözünde küçülmüştür. Dünyânın onlara karşı bir gücü kalmamıştır. Onlar nâdirden de nâdirdirler. Aşiretlerinden soyutlanmışlardır. Onlar Hakk’ın âşıklandır, halktan çok O’nu sevenlerdir.

Ey cemâat! Eğer muhib olamıyorsamz, muhiblere hizmet edenlerden olun. Muhiblere yakınlaşın, muhiblere muhabbet duyun, muhibler hakkındaki zannınızı güzelleştirin.

Dinleyenlerden birisi şöyle dedi; “Sanınz muhabbet başlangıçta ıztırârî (zorunlu) sonda ise ihtiyârî (isteyerek, gönüllü) oluyor, ne dersiniz?” Şöyle cevap verdi; Muhabbet ızırâri de olur, ihtiyârî de. Çok az kimse için ıztırârî olur. Cenâb-ı Hak onlara nazar eden, onlar da O’na muhabbet duyar. Onları bir anda bir halden başka bir hâle aktarıverir. Onların seneler sonra kendisine muhabbet duymasını değil, o sâat ve o an içİnde, hemen muhabbet duymalarını ister; onlar da, herhangi bir tehir, takdim, tedric olmaksızın ve zaman kaybı olmaksızın, zorunlu bir şekilde O’na karşı muhabbet duyarlar.

Genelin durumu ise şudur: Muhibler halka karşı Allâhü Teâlâ’nın muhabbetini seçerler. Nimeti halktan degil, O’nun katından biUrler. O’nun lutuflarını, kendi¬erini terbİye ettiğini, atâ ve ihsanlannı gürürler ve O’na karşı muhabbet duyarlar. 5onra da O’nu hem dünyâya, hem de âhirete karşı tercih ederler. Haramı, şüpheliyi ve mübahı terkederler. Helâli de azaltırlar. Olanı tercih ederler. Yorganı, yatağı, uykuyu dürerler ve rahattan kaçarlar. Yanları yataklardan uzak kalır. Onların ne geceleri gecedir, ne de gündüzleri gündüz! ŞÖyle derler; “Ey ilâhımız! Her şeyi terkettik ve kalplerimizin gerisine attık. Senin rızâna hemen kavuşmak istedik.” Bâzan kalp adımlanyla, bâzan sır adımlarıyla, bâzan irâde adımlarıyla, bâzan himmet adımlarıyla, bâzan sadâkat adımlanyla, bâzan muhabbet adımlarıyla, bâzan şevk adımlanyla, bâzan zillet adımlarıyla, bâzan tevâzu adımlarıyla, bâzan kurbiyet adımlanyla, bâzan havf adımlanyla ve bâzan da recâ adımlanyla O’na doğru yürürler. Bütün bunlar O’na muhabbettir, O’nunla mülâkî
olmaya, karşılaşmaya iştiyaktır.

Ey soruyu soran kimse! Sen Allâhü Teâlâ’yı ıztırârî olarak mı, yoksa ihtiyarî olarak mı sevenlerdensin? Eğer bunlardan da, onlardan da değilsen, sus! Müslümanlığım düzeltmeye çalış. Keşke, islâmını ve îmânını düzeltseydin. Keşke, bugün de, yarın da kafirler ve münafıklar zümresinden çıkmış olsaydın. Keşke, halkı ve sebepleri şirk koşanlann ve Cenâb-ı Hak ile münâzaa edenlerin meclisinden kalkıp gitmiş olsaydın. Tevbe et. Meliklerin hazînelerine ve sırlanna taarruz etme. Şeyh Hammâd (r.a.)3 şöyle derdi: Kadrini (aczini) bilmeyen kişiye diğer kudretler, kadrini bildirir.” Kadrini (zaafını) îtİraf etmek, inkâr etmekten daha güzeldir. Zîrâ câhil kendi gücünü de, başkalarının gücünü de bilmeyen kimsedir.

Allâh’ım! Bİzleri iddiacılardan, yalancılardan, seni ve senin halk içindeki “havass”ını (özel kullarını) bilmeyen câhillerden eyleme. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”4

1 Bk.: Aclûni, Keşfü’l-hafâ, 2/314, (no: 2976)
2 Bk.:Aclûni, Keşf’ül-hafa. 1/110 (no:345).
3 Şeyh Hammâd b. Müslimed-Debbâs (v. 525/1130), Abdulkâdir Geylâninin tasavvufa intisap etmesini sağlayan Bagdadlı bir sûfîdir ve aynı zamanda da onun ilk şeyhidir.
4 Bakara, 2/201.

Abdülkadir Geylani Cilau’l Hatır Yolun Esasları Gelenek Kitaplılığı Sayfa: 186…191

Yayınevinin izni alınmak suretiyle sitemize kismi olarak sohbetler konulmuştur.

GERÇEK FAKÎRLİK-KASR-I EMEL

images_22.jpg

Cilau’l Hatır

Abdülkâdir Geylanî (K.S)

Hz. Peygamber’den şöyle rivâyet olunmuştur: “Allâhü Teâlâ cehennemde bİr zebânî grubu yaratmıştir. Onlarla düşmanı olan kâfirlerden intikam alır. Bir kâfiri muâheze etmek istediğinde onlara şöyle der: “Bunu alın.”Yetmiş bin zebânî beliri verir. O kişi o zebânilerden birisinin eHne düşünce, yağın ateşte eridiği gibi erir. Zebânînin elinde yağdan başka bir şey kalmaz, Allâhü Teâlâ ona tekrar eski vücûdunu verir. Zebânîler daha da aşırılaşırlar. Onu ateş ile bağlarlar. Ayaklarını ve başını da ateşle bağlarlar. Sonra da öylece ateşe fırlatırlar.”

Birisi “havatir”i (ilhâmı) sordu. Dedim ki: Havâtırın ne olduğunu sen ne bilirsin ki? Senin havâtırın şeytandan, kendinden, hevandan ve dünyandan. Senin himmetİn hep değersiz şeylere. Havâtırın da o cinsten. Ne yapıyorsun? Hak’tan gelen “hâtır” (ilham) sâdece ve sâdece mâsivâdan boşalmış olan bir kalbe gelir. Allâhü Teâlâ’nın tıpkı şöyle buyurduğu gibi: “…Allah korusun! Biz sâdece malımızı yanımızda bulduğumuz kişiyi alıkoyarız.”1 Eğer Allâhü Teâlâ ve O’nun zikri seninle berâber ise, korkma; kalbin O’nun kurbiyeti ile dolar. Şeytandan, hevâdan ve dünyâdan gelen havâtır senden kaçar. Eğer nefisten gelen hâtırdan, hevâdan gelen hâtırdan, şeytandan gelen hâtırdan ve dünyâdan gelen hâtırdan yüz çevirirsen âhiret hâtırı sana gelir. Sonra melekten sana hâtır gelir. Son olarak da Hak’tan sana hâtır gelir ki, işte bu hedeftir.

Ey sûfiler! Allâhü Teâlâ “şükür mü edeceksiniz, yoksa küfür mü edeceksiniz diye, O’nu tanıyacak mısınız yoksa inkâr mı edeceksiniz” diye, “O’na itâat mı edeceksiniz yoksa isyan mı edeceksİniz” dİye size nimetler verir. Ne “meşhur bir medh u senâ” (yalakaca medhedilen kimseler) olun, ne de “gizli ayıp” (ayıbı gizli işleyenlerden) olun. Fazla şımarmayın, zîrâ rüsvaylık er veyâ geç gelir. Bişr-i Hâfi (v. 227/841) şöyle duâ ederdi; “Allah’ım! Bana gücümün üstünde bir yükverdin. Adımı yücelttin, insanlar arasında şöhret oldum. Allâh’ım! Beni kıyâmet günü rüsvay eyleme, çünkü ben “meşhur bir medh u senâ ve gizli bir ayıp” olduğumu biliyorum.

Ey oğul! Nifâkın, güzel konuşman, belâgatin sebebiyle yüzünün sararması, belinin bükülmesi ve bütün lutuflann gitmesi… işte bütün bunlar nefsinden, şeytanından, halkı şirk koşmandan ve onlardan dünyâlık istemenden dolayıdır. Kendin dışındaki herkes hakkında zannını güzelleştir. Nefsine İse kötü zan besle. Nefsini aşağıla, yaptıklarını gizle, ortaya dökme. Sana: “Allâhü Teâlâ’nın sana verdiğİ nîmetleri artık anlat!” denilinceye kadar böyle ol. îbn Sem’ûn (v. 387/998) kendisine bir “kerâmet” (ikram) geldiğinde şöyle dermiş: “Bu bir tuzak. Bu şeytandan.” Kendisine “Sen kimsin? Baban kİm? Sana verdiğimiz nimeti anlat!” denilinceye kadar böyle söylermiş.

Ey muhibler! Ey müridler! Hakk’ı kaybetmekten sakının. Onu kaybettiğiniz zaman her şeyi kaybetmişsinizdir. Allâhü Teâlâ îsâ (a.s.)’a şöyle vahyetti: “Ey îsâ! Beni kaybetmekten sakın! Beni kaybedersen her şeyİ kaybetmİşsindir.” îsâ (a.s.) da Rabbine münâcâtında şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi! Bana tavsiyede bulun.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “Sana beni ve beni talep etmeni tavsiye ederim.” Bu konuşma dört defâ tekrar etti. Her defâsında İsâ (a.s.) böyle duâ etti ve her defâsında böyle cevap verildi. Ona, “Dünyâyı talep et, âhireti talep et” diye buyurulmadı. Sanki ona Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu: “Sana, bana İtâat etmeni, bana isyan etmemeni tavsiye ederim. Yakınlığımı talep etmeni, tevhidimi talep etmeni, benim için amel işlemeni tavsiye ederim. Benden başka her şeyden yüz çevirmeni tavsiye ederim.”

Ey fukarâlar! Fakirliğinize sabredin ki, dünyâda da âhirette de size zenginlik gelsin. Hz. Peygamber’den şöyle rivâyet olunmuştur: “Sabreden fakirler kıyâmet günü Allâhü Teâlâ’nın yanında otururlar.”2 Fakirler Rahmân’ın yanında otururlar; bugün kalpleri ile, yarın bedenleri İle. Fakirlik Hakk’ın fakîri olmaktır, O’na muhtaç olmaktır. Sabır O’nunla birlikte gayrısına sabretmektir. Onların Rableri katındaki kalpleri bir hoş buhardır. O’ndan başkasını kabul etmezler. Tıpkı Mûsâ (a.s.) hakkında şöyle buyurduğu gibi: “Biz önceden, başkasından süt emmeyi ona haram kılmıştık,”3 Kalp düzelince ve Hakk’ı tanıyınca O’ndan başkasını reddeder; O’nunla ünsiyet bulur; başkasından uzaklaşır; O’nunla rahatlığa erer; başkasıyla yorulur.

Ey cemâat! ölümü ve daha sonrasını hatırlayın. Fânî dünyâyı toplama hırsına vedâ edin. Emellerinizi kısaltın. Hırsımzı azaltın. Sizİn için en zararlı şey tûl-i emel ve aşırı hırstır. Hz. Peygamber’den şÖyle rivâyet olunmuştur: “İnsanoğlu ölüp kabrine konulduğu zaman oraya dört melek gelir. Biri başında, biri sağında, biri solunda ve biri de ayak ucunda durur. Başında duran şöyle der: Ey Âdemoğlu! Ecel geldi, emeller yarım kaldı. Sağında duran şöyle der: Ey Âdemoğlu Mal mülk gitti, ameller kaldı. Solunda duran şöyle der: Ey Âdemoğlu! Şehvetler gitti, yorgunluklar kaldı. Ayak ucunda duran da şöyle der: Ey Âdemoğlu! Eğer helâl kazandın ve “Cebbâr” olan Allâh’a itâat ettin ise ne mutlu sana!”

Ey camâat! Bu nasihatlerden öğüt alın, özellikle de Allâhü Teâlâ’nın nasihatlerini, resullerinin nasihatlerini iyi dinleyin. Allâh’ım! Bana şâhit ol kl, ben kullarına bol bol vaaz u nasihatte bulunuyor, onların ıslâhı için çabalıyorum.

Ey tekkede, savmada, zâviyede oturanlar! Gelin. Sözlerimden bir harf bile olsa zevk alın. Bir gün, ya da bir hafta olsun benim sohbetime katılın, umarım ki, size faydası dokunacak bir şeyler öğrenirsiniz.

Vahlar size! Çoğunuz boş hevesler içindesiniz. Dergahlarınızda Hâlık’a ibâdet etmeye mi çalışıyorsunuz? Bu iş Öyle halvete çekilip câhilce oturmakla olmaz. Yuh sana! Tâkâtin tükenip, topukların güçten kesilinceye kadar, ilmi ve ulemâyı bulma talebi peşinde koş. Şâyet âciz kalırsan, o zaman otur. Önce zâhirinle, sonra kalbinle ve mânân ile yürü. Zâhir ve bâtınınla yürümeye muvafFak olduğun zaman, Allâhü Teâlâ’ya kurbiyeti elde edersin ve O’na vâsıl olursun.

Ey evlat! Sen daha yumurtada civcivsin, horozlanma! Bedenin oluşup yumurtadan ayrılıncaya kadar sana söz hakkı yok. Annenin kanatları altında, Peygamberinin şerîatinin kanatları altında annenin ağzındaki ile beslenip îmânın kuvvetleninceye kadar sana konuşma hakkı yok! Salâh senin içinde yerleşince Rabbinin fazîlet tanelerini toplarsın. 0 zaman tavuklann başına horoz kesilirsin, onlan muhabbetle idâre edersin. Onlara bekçi olursun, onlara gelecek âfetleri sen karşılarsın, kendini onlara fedâ edersin. Kul, sapasağlam olunca halkın yükünü taşır ve onlara kutub ve direk olur, Hz, Peygamber’den şöyle rivâyet olunmuştur:

“İlim öğrenen, öğreten ve onunla amel eden kimse melekût âleminde “azîm” (büyük) diye çağrılır.”4 Ben de Emîrü’l-mü’minin Alî b. Ebi Tâlib (k.a.v,)’nin dediğİ gibi diyorum: “Benim koltuğumun altında taşıdığım bir ilmim var; eğer sizden o ilme ehil kimseler bulsaydım esrâr (sırlar) kapısını kapalı tutmaz ve anahtarlarıyla o kapıyı açardım. Fakat ben o esrârı gizlemekle ehli gelinceye kadar muhâfaza ediyorum.”

Sâhip olduğun şeyler! muhâfaza et. Senden istenince de açıkla. Benim her şeyimi açıklamam mümkün değil. Çünkü gizlenmesi gereken haller vardır, İbn Sem’ûn şöyle dermiş: “Söylediğime inanmak velayettir. Onda “kidem”i olan varsa, o da onun İçin ziyâdedir.” Ancak dinlediği bu sözleri destekleyen, ona inanan, onunla amel eden, onda ihlaslı olan kimse Kitap ve Sünnetin hidâyetine ulaşır. Allâh’a yemin olsun ki, Kitap ve Sünnet İle terbiye olan, onlarla neşv ü nemâ bulan ve onlann belirlediği hudûdu aşmayanlar felâha ermişlerdir. Korkarım ki, senin îmânın da, İslâmın da iğreti ve utanç verici. Bu sebeple havfini artır, orucunu, namazını ve seher vakti uyanık olmayı çoğalt. Sûfulerin yüzleri üstünde uyuyup kalmaları bu yüzdendir. Bu yüzdendir ki, onlar vahşî hayvanlara karışmışlar, onların yediği otlardan yemişler, onlann içtiği sudan içmişlerdir. Böylece onlann gölgeleri, korunakları güneş, lambaları ise ay ve yıldızlar olmuştur. O’na vuslattan önce tâate ve kurbiyete çok çok özen gösterin. O’na karşı cüretlenme ve isyanlar ile nefislerinizi karartmayın.

Allâh’ım! Bizî sana tâatte muvaffak kıl. Sana isyan etmekten uzak tut. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”5

1 YÛsuf, 12/79.
2 Bk. Hindi, Kenzü’L-ummâl, hadis no: 10256. Beyrut-1979
3 Kasas, 28/12.
4 Azîm-Âbâdî, Avnü-l-Ma’bûd, 4/229, (Beyrut-1415).
5 Bakara, 2/201.

Abdülkadir Kadir Geylani Cilau’l Hatır Yolun Esasları Gelenek Kitaplılığı Sayfa: 48…51

Yayınevinin izni alınmak suretiyle sitemize kismi olarak sohbetler konulmuştur.

NEFİS TERBİYESİ

indir_34

Cilau’l Hatır

Abdülkâdir Geylanî (K.S)

Allâhü Teâlâ’nın bir takım kullar vardır ki, onlan âfiyet içinde yaşatır, âfiyet içinde öldürür, kıyâmet günü âfiyet içinde haşreder; onlar kazâya râzı olanlar, onun cennetiyIe huzûra erenler ve cehennemden de korku duyanlardır. Allâh’ım! Bizleri de onlardan eyle, (âmin).

Sûfiler Hakk’a ibâdette, karanlığa ışığı getiren kimselerdir. Onlar “havf ve hazer” (korku ve endişe) ayağı üzerinde dururlar. Kötü âkıbetten korkarlar. Zirâ AlIâhu Teâlâ’nın kendileri hakkındaki ilmini ve sonlannın ne olacağını bilmezler. Bu sebeple, karanlığa ışığı hüzünlü olarak, ağlayarak ulaştırırlar. Namazda, oruçta, hacda ve diğer bütün ibâdetlerde bu hal üzeredirler. Kalpleriyle de, dilleriyle de Rablerini zikrederler, Âhirete vardıklannda da cennete girerler. Orada Hakk’ın vechini (rızâsını) ve O’nun kendilerine bahşettiği ikramları görürler. Bunun için: “Üzerimizden hüzünü gideren Allâh’a hamdolsun”1 diye O’na hamd ü senâ ederler.

Ey oğuI! îmânı sağlamlaştırırsan mârifet vâdisine, sonra ilim vâdisine, sonra nefisten ve halktan fanî olma vâdisine, sonra ne nefis ne de halkın yer almadığı “vücut” vâdisine ulaşırsın, 0 zaman hüznün gider. Hakk’ın muhafazası sana hizmet eder; himâyesi seni kuşatır; muvaffakiyeti her tarafını sarar. Melekler etrâfında yürür. Ruhlar sana gelerek selam verir. Cenâb-ı Hak seninle halka Övünür. O’nun nazarı seni gözetip kollar, kurbiyetine, ünsiyetİne ve münâcâüna çeker,
Ey âsîler! Günahlarınızdan tevbe edİn. Rabbiniz “Gafur” (çok affedici) ve “Rahîm” (çok merhametli)dir. O kullannın tevbesini kabul edicidir. Günahları affeder ve yok eder. Allâh’ım! Bizler her türlü günahtan, her türlü hatâdan sana tevbe ederiz. Bir daha onlara aslâ dönmeyeceğiz, “Rabbimiz Unuttuğumuz ve hatâ yaptığımızda bizi sorguya çekme,2 “Rabbimiz! Hidâyete erdikten sonra kalbimizi saptırma.”3 Ey günahları bağışlayan! Bizi bağışla. Ey ayıplan Örten! Ayıplanmızı ört. O’na istiğfarda bulunun, zîrâ 0 günahlan bağışlayandır. Çok az amele dahi karşılık verir. Hayırlı ameller üzerinde sâbit kılar. Zîrâ O “Kerim” (çok çok ikram ve İhsân edici) ve “Cevvâd” (çok çok comert)tir. Hiçbir sebep ve karşılık olmaksızın bağışta bulunur. Sebep olursa nasıl olur? sen düşün! O’na tevhîd ile, sâlih ameller ve, dünyâyı terk ederek, dünyâdan yüzçevirerek, âhireti alarak, âhirete yönelmek sûretiyle, âhirete rağbet göstererek, küçük ve büyük günahları terketmek sûretiyle karşılık verin.

Hakk’ı isteyen, O’nu murat edinen kİşi Hakk’tan ne cennetini ister, ne de O’nun cehenneminden korkar; bilakis o yanlızca O’nun rızâsını ister. O’nun yakınlığını umar. O’ndan uzaklaşmaktan korkar. Sen şeytanın, hevânın, dünyânın ve şehvetlerinin (arzularının) esirisin. Sende hayır yok! Kalbinin ayakları bağlı. Sende hayır yok! Allâh’ım! Onu esaretinden kurtar. Bİzi de kurtar. Bize “esrar”ından (sırrından) bir elbise giydir. (Âmin)

Beş vakit namazı vaktinde kılın. Şeriatin bütün hudutlarını koruyun. Farzı edâ edince nâfileye geçin, Azimete yâni tercih hakkı olmayan şeylere yapışın, ruhsattan yâni tercih hakkı olan şeylerden yüzçevirin. Ruhsata yapışıp, azîmeti terkeden kimsenİn dîninin yıkılmasından korkulur. Âzîmet “ricâl” (tasavvuf erleri) içindir; çünkü o zor ve meşakkatlidir. Emir ve ruhsat çocuklar ve kadınlar içindir; çünkü o kolaydır.

Ey oğul! İlk safta dur. Zîrâ o cesur erlerin safıdır. Son saftan ayrıl. O da korkakların safıdır. Bu nefsi kullan ve onu azîmete alıştır. Çünkü nefis kendisine ne yüklenirse onu taşır. Ondan sopayı eksik etme; edersen uyur ve üzerindeki yükü atar. Ona dişinin ve gözünün beyazını gösterme. 0 kötüIügün kuludur; ona ancak sopa ile muâmele edilir. Çalıştığında onu tam doyurma, tokluk onu azdırır. O tokluğu karşılığında çalışır. Süfyân-ı Sevrî (v. 161/777) çok İbâdet eder ve tok olurdu. Doyduğu zaman şöyle derdi: “Karayı doyur ve döv; çünkü kara eşektir.” Sonra İbâdete kalkardı. Bundan büyük bir zevk alırdı. Birisinin şöyle dediği söylenir: “Bir keresinde Süfyân-ı Sevrî’yi gördüm. 0 kadar çok yemek yedi ki, ondan nefret ettim. Sonra kalkıp o kadar çok namaz kılıp ağladı ki, ona acıdım.” Çok yeme husûsunda Süfyân’a uyma. Ona çok ibâdet husûsunda uy. Sen Süfyân değilsin. Nefsini onun doyurduğu gibi doyurma; onun nefsine hâkim olduğu gibİ sen nefsine hâkim olamazsın.

Kalp sapasağlam olunca, dalları, yapraklan ve meyveleri olan bir ağaç olur. Onun insan, cin ve melekten her türlü mahlûka birçok faydası dokunur. Sağlam olmayan bir kalp hayvanların kalbidir. Sûreti olur ama mânâsı olmaz. İçinde su olmayan kaptır o. Meyvesiz ağaçtır. Kuşu olmayan kafestir. Oturanı olmayan evdir. Cevherler, altınlar, dinarlardan oluşan, ancak, harcayanı olmayan bir hazînedir. Ruhsuz cesettir. Etinden sıyırUmış ceset yâni iskelet gibidir. Onun sûreti vardır ama rûhu yoktur. Allâhü Teâlâ’dan yüzçeviren, onu inkâr eden bir kalp sıyırılmıştır, eti sıyırılmış kemiktir. Bundan dolayıdır ki, Allâhü Teâlâ onu taşa benzeterek şöyle buyurmuştur: “Bundan sonra kalplerimiz taş gibi, ya da ondan daha sert bir şekilde katılaştı.”4 İsrâîl Oğullan Tevrat ile amel etmeyince Hak Teâlâ onlanrı taş kaplerini sıyırdı ve ind-i İlâhîsinden onları kovdu. Ey Muhammediler! Sİzler de aynen böylesiniz; eğer Kur’ân-ı Kerîm ile amel etmez, onun ahkâmı ile hükmetmezseniz, Hak Teâlâ sizin de kalbinizi sıyırır ve ilâhî
kapısından sizleri de tardeder.

Allâhü Teâlâ’nın kendisini bir İlİm üzerine saptırdığı kimselerden olmayın, ilmi halk için öğrenirsen onunla amel ettiğinde halk için etmiş olursun. Fakat ilmi Allâhü Teâlâ’nın nzâsı için öğrenirsen amelin de O’nun için olur. Tâat cennet İbâdetidir. Mâsiyet cehennem ibâdetidir. Bundan sonra iş (takdîr) O’na âittir. 0 isterse istediğine ameli olmaksızın da sevap verebilir, cennetini verebilir. Buna karşılık, ameIi olmasına rağmen istediği kimseye de cezâ verebilir. Bu hüküm O’na âittir. “0 istediğini yapandır.”5 “O yapağından sorumlu tutuhmaz, halbuki onlar (insarlar) sorumrludurlar.”6

“Siddik”7, Allâh’ın nûru ile bakar. O ne gözünün, ne güneşin, ne de ayın ışığı iIe bakar. Bunlar Allâh’ın genel nûrudur, ışığıdır. Sıddîk’ın nûru ise özeldir. Allâhü Teâlâ bu nûru ona “ikinci “ilmin (mârifetullah) nûrununun hükümlerini gerçekleştirdikten sonra bahsetmiştir.

Allâh’ım! Bizi hilminle, ilminle, kurbiyetinle rızıklandır. “Bize dünyâda da, âhirette de gûzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”8

1 Fâtır, 35/24.
2 Bakara, 2/286.
3 Ali İmrân, 3/8.
4 Bakara,2/74.
5 Bürüc, SS/16.
6 Enbiyâ, 21/23.
7 “Sıddık” Sadâkat mertebesinde temekkün etmiş kimse
8 Bakara, 2/201.

Abdülkadir Kadir Geylani Cilau’l Hatır Yolun Esasları Gelenek Kitaplılığı Sayfa: 55…58

Yayınevinin izni alınmak suretiyle sitemize kismi olarak sohbetler konulmuştur.

SÛFÎLER

images_21.jpg

Abdülkâdir Geylanî (K.S)

Hz. Peygamber’den şöyle rivâyet olunmuştur “Her sanat için ehlinden yardım isteyiniz.”1 ibâdet bir sanattır. Onun sâlih, gerçek, iyi bilen ehilleri ise amellerinde İhlâslı, Allâh’ın hükmünü bilen ve uygulayan, halk ile vedâlaşmış, nefsinden, malından, yakınlarından ve bütün mâsivâdan kalp ve su- ayaklarıyla uzaklaşmış kimselerdir. Onların bünyeleri şehirde hak arasında ona da, kalpleri çöllerde ve ıssız yerlerdedir. Onlar kalpleri terbiye oluncaya ve kalp kanatları kuvvetlenip semâya uçabilir bir hâle gelinceye kadar bu halden vazgeçmezler. Böylece kaygıları azalır, kalpleri uçar ve Hak katında olurlar, Allâh’ın şu âyette belirtmiş olduğu kimselerden olurlar: “Onlar bİzim indimizde “mustafâ” (temizlenmiş, seçilmiş) kimselerden ve “ahyar”ndırlar (hayırlı, iyi kimselerdendirler).”2 Sırınna “emân” (emniyet) kitabı verilip, kalbiyle kurtuluşa erinceye kada: mü’minin korkusu gitmez. Bu çok az kimsenin bileceği bir şeydir, halk işlerinder. degildir.

Yazık sana, ey halkı şİrk koşan! Arkasında oturanı olmayan kapıları daha ne kadar çatacaksın? Krzgın olmayan, soğuk demiri daha ne kadar döveceksin? Aklın yok! Fikrin yok! Tedbîrin yok! Yazık, yazık! Bana yaklaş, benim yemeğimden bir lokma ye. Benim yemeğimden tatrmş olsaydın, başkalarının yemeğine itlifat etmezdin. Hâhk’ın yemeğinden tatsaydın, kalbin ve sırrın halkın yemeğinden hoşlanmazdı. Bu iş kalplerde olur; elbisenin, derinin, kemiğİn ötesindedir. İçerisinde halktan birileri dolaştıkça, kalp sıhhat bulamaz, düzelemez. Kalpte zerre kadar dahi dünyâ sevgisi bulunduğu müddetçe îman sıhhat bulamaz, îman yakîne (kesin bilgiye), yakin mârifete, mârifet de ilme dönüşürse, işte o zaman sen Allâhü Teâlâ için çabalayan bir kimse olursun. Zenginlerin elinden alır, fakirlere verirsin. Mutfağın sâhibi olursun, nzıklar senin sır ve kalp elinden geçer.

Böyle olduğun müddetçe sana “keramet (ikram) yok, ey münâfık! Sen vera sâhibi, zâhid, Allâhü Teâlâ’nın hükmünü ve ilmini bilen bİr şeyh eliyle temizlenmedin. Yazık sana! Hiçbir şeyin yok, ama bir şey istiyorsun! Eline hiçbir şey geçmez. Dünyâ bile yorgunluklarla, çabalarla elde edilirken, Allâhü Teâlâ’nın indindekini elde etmek nasıl olur? Sen nerdesin, Allâhü Teâlâ’nın kİtâbında kendilerini “Geceleri çok az uyurlar ve seher vakitlerini de istiğfar ile geçirler”3 şeklinde çok ibâdetle vasfettİği kimseler nerede? İbâdetteki sadâkatleri gerçekleşince onların başlarına “uyandırıcılar” konur; uyandırıcılar, onları yataklarından kaldırırlar. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Allâhü Teâlâ, Cebrâil’e şöyle buyurur Ey Cibril! Falancayı kaldır, falancayı da uyut.”

Sûfilerin Allâhü Teâlâ’ya giden kalp adımları uyanınca, rüyâlarında uyanıkken görmedikleri şeyleri görürler. Onların kalpleri ve sırları uyanıkken görmedikleri şeyleri görür. Oruç tutarlar, namaz kılarlar, nefislerini aç bırakarak mücâhede ederler ve dünyevî hedeflerden yüzçevirirler. Her türlü ibâdette karanıklar gider, aydınlığa ulaşırlar. Böylece cenneti kazanırlar. Cenneti kazanınca onlara şöyle denir: “Bundan sonra Hakk’ı talep etmekten başka yol yok!” Artık amelleri kalpleriyle işlemeye başlarlar. Kalpleri O’na vâsıl oldugunda ise orada sapasağlam durur, hayat bulur. Ne istediğini bilen kimse için Rabbine itâat yolunda harcadığı gayret ve enerjinin bir önemi olmaz. Mü’min, RabbiyIe mülâkî oluncaya kadar dâimâ yorgun olur. Bundan dolayı Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Rabbiyle karşılaşıncaya kadar mü’min içIn rahat yoktur.”4 Yine ondan şöyle rivâyetedilmiştir: “Mü’mm vefatedip kabrine konulduğu zaman Münker ve Nekir ona sorular sorar, o da cevap verir. Rûhuna, Cenâb-ı Hakk’a yükselmesi ve O’na secde
etmesi için izin verilir. Onunla birlikte bir grup melek de bulunur. O Rabbine mülâkî olur. Ondan perdeli olan şeyler ona açılır. Sonra cennette sâlihlerin ruhlarının toplandığı yere götürülür. Onu karşılarlar, ondan kendi hâlini ve dünyâyı sorarlar. Bildiklerini söyler. Sonra ona derler ki: “Filanca ne yapıyor?” Der ki: “O benden önce öldü!” Derler ki: “O bİzim yanımıza gelmedi.! Lâ hevle ve lâ kuvvete iilâ biilâhi’l-aliyyl’l-azîm! O, Cehenneme atmımş olmasın?” Sonra o cennette otlayan ve arşın altında asılı bir kandile konan yeşil bir kuşun kursağına konur.5 İşte bu, mü’minlerin çoğunun karşılanma şeklidir, Allâh’ın selâmı ve selâmeti onların üzerine olsun ve Cenâb-ı Hak bizleri de onlardan eylesin, onlar gibi yaşatsın, onlar gİbi öldürsün. (Âmin)

Ey fakîrler! Ey türlü türlü musibetlere mübtelâ olmuşlar! Ölümü ve ölümden sonrasını düşünün. O zaman fakirliğiniz ve müsîbetleriniz size hafif gelir. Dünyâya ve içindekilere vedâ etmek kolaylaşır. Söylediklerimi dinleyin, çünkü bunu ben tecrübe ettİm ve bu yoldan ben geçtim. Sûfiler Rablerinin nzâsından başka bir şey gözetmezler. Onlar cennetten kalktılar ve cennetin Hâkk’ın huzûrunda durdular. Sâdece Rablerinin nzâsını ve hoşnutluğunu istedikleri için, onların yanları yatakta uzanmaktan nefret eder. Onların kalpleri ile ailelerinin arası ayrılmıştır. Onların başına deli-dİvâne eden iş gelmiştir. Dükkanlannı kapatmışlardır. Çölleri ve sahrâları mesken tutmuşlardır. Sükûnlan yoktur. Onların geceleri gece değildir, gündüzleri gündüz değildir. Yanları yataktan nefret eder. Kalpleri kızgın tavadaki tâne gibidir. Kalpleri ondan nefret eder ve kaçar. Tefekkür tavasındaki tâne… Muhasebede, münâkaşada, münâzaada olan tâne… îşte akıllı, zekî ve uyanık olanlar bunlardır. Onlar dünyâyı da, içindekileri de tanımış
olan kimselerdir. Onun hilelerini, büyülerini, sıkıntılarını ve onun kendi çocuğunu bile boğazladığını bilmişlerdir.

Sûfîlere kalplerinden nidâ edilmiş ve onlann yanları da yataktan uzaklaşmıştır. Sûretleri duyduktan sonra, mânâları da duymuştur onların. Kafeslerle birlikte kuşlar da duymuştur. Onlar Hakk’ın şu kelâmım işitmişlerdir: “Bana muhabbet duyduğunu iddiâ edip de gece olunca uyuyan kimse yalancıdır!” îşte bu yoklamadan, onlar utanıp mahcup olmuşlardır da, gecenin karankğında Rablerinin huzûrunda dikilmişlerdir, O’nun huzûrunda ayaklarıyla saf tutmuşlardır. Gözyaşlarını yanaklarına doğru akıtmışlardır. Kalp adımlarıyla O’nun yanına girmişlerdir, O’nun huzûrunda havf u recâ ayaklarıyla durmuşlardır reddedilmekten, korkarak, kabul edilme emniyetini umarak.

Ey kavim! Ey Sûfiler! Bu açık hükme hizmet edin. Allâh’ın kitâbı ve Nebîsinin sünneti ile amel edin. Amellerinizde ihlaslı olun. Sonra O’nun lutuflarından, ikramlarından, kurtuluşlarından göreceklerinizi bekleyin. Ey mahrumlar! Ey firârîler! Ey sırtını dönmüş gidenler! Buraya gelin, Ey kaçaklar! Geri dönün. Âfet oklarından kaçmayın. Onlar vehimden başka bir şey değil. Sebatkâr olun! Onlara şer olarak sİzler yetersiniz. Sizin başınıza sizden başka bir şey düşmez! Sıddıklann göğüsleri onlara karşı kalkanda! Siz bu işin ehli değilsiniz. Ne siz o âfetler içinsiniz, ne de onlar sizin için. Sizler seyircisiniz. Sizler tebeasınız. Sİzler sâdece bu topluluğun kalabalığını artırıyorsunuz. Bir topluluğu kalabalıklığını artıran onlardandır.

Mü’minin üç gözü vardır:

1-Baş gÖzü: Onunla dünyâya bakar.

2-Kalp gözü: Onunla âhirete bakar.

3-Sır gözü: Onunla da Cenâb-ı Hakk’a bakar.

Baş gözü dünyâ ile biter.

Kalp gözü âhiret ile biter.

Sır gözü ise hem dünyâda hem de âhirette Cenâb-ı Hak İle berâberdir. çünkü o dünyâda da, âhirette de O’na bakar.

Bu vasıflara haiz bir mü’min ümran bir bölgede olursa, o bölge halkı için o bir rahmettir. Şâyet orada böyle bir mü’min olmazsa, üzerine yukandan ip sarkıtsalar bile, o bölge yerle bir oiur. Bunu doğru bilin ve buna inanın, Nebileri ve resulleri katleden, onlara ve Rablerine düşmanlık eden câhiller gibi olmayın. Onlar rahmetten uzaklaştınlmış, perdelenmiş, kovulmuş kimselerdir.
Allâh’ım! Benim ve şu cemâ’atin tevbesini kabul eyle. Beni ve onları hidâyete ulaştır. (Âmin)

Ey dünyâ nimetleri iie nîmetlenenler! Çok yakında nimetlerinizden aynlacaksınız. Şöyle diyen şâir ne güzel demiş: Ey Oğul:

Söz dinle mümkün olduğunca.
Bunu anlamazsan işte bu kayıptır, fevttir,
İstediğin kadar ye, istediğin gibi yaşa,
Herşeyin sonu ölümdür, mevttir.

Çok yakın zamanda malın da bitecek, gözün görmez olacak, aklına halel gelecek, yemen içmen azalacak. Gözlerin can çeken şeyler görecek, ama sen onları yiyemeyeceksin. Eşin dostun, çoluğun çocuğun sana kızacak ve ölmeni isteyekler. Üzerine gamlar, kederler atılacak. Dünyâ senden uzaklaşacak, âhiret sana yakşaşacak. Şâyet senin sâlih amellerin olursa, o seni karşılayacak ve seni bağrına basacak. Eger böyle değilsen yerin kabir çukuru, barınağın cehennem olacak. Bunlar boş değil! Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gerçek hayat âhiret hayatıdır”6 ve bu sözü hem kendi kendine hem de ashâbına karşı tekrar edip durmuştur.

Önümmde ilim öğrenin, ey câhiller! Bana uyun, çünkü ben doğru yola götürürüm, Beni istediğini iddîâ ediyorsun ama neyin var neyin yoksa benden gizliyorsun; iddiarında yalancısın! Mürîdin, şeyhinin karşısında gömleği, külâhı, altını ve malı mülkü olmaz. Onun sofrasından yer. Ne emrederse onu yer. O onda fani olmuştur. Onun emrini ve nehyini gözetler. Çünkü mürid bilir ki, şeyhi eliyle olan her şey AlLâhü Teâlâ’dandır, onun lehinedİr ve cesaretini artırmak içindir. Eğer şeyhini itham edersen, onun sohbetine gitme. Onun sohbetinin sana bir faydası dokunmaz. Hasta, doktora güvenmezse onun tedavisinden şifâ bulamaz.

Ey oğul! Mâlâyânî İle meşgul olma; ilgilenmen gereken şeyi kaçırırsın. Başkalarının hallerini, ayıplarını konuşman mâlâyânîdir. Seni ilgilendirmesi gereken kendi hallerini düşünmektir. Nefis, hevâ ve heves sâhibinin bütün konuşması kendi aleyhinedir, lehine degildir. Tıpkı gece odun toplayan kimse: Eline ne geçtiğini bilemez. Nefis mutmain olur, hevâ ve hevesin heyecânı geçerse, o zaman akıl yeşerir, îman kuvvetlenir, sükûn gelir. Hak ile bâtılı temyîz gücü gelir. O kimse bâtılı tutup atar, hakkı, gerçeği konuşur. Sonra hüküm gelir, oda onunla amel eder. O’na tam “kul” olur. Emrinde ve nehyinde Resûle itâat eder. Çünkü o Hakk’ın: “O (Peygamber) sizi neyden nehyederse ondan uzak durun”7 buyruğunu işitmiştir. Bil ki, Resûlullâh emirden ve nehiyden ne getirdi ise bunlar umûma şâmildir, Resûlulâh’ın tâatlerdeki emirlerine yapışıp, hatâlardaki nehiylerinden kaçınan kimse “müslim” ve “müttaki olur. Böyle bir kİşi daha da ieri giderse ârif-billâh alimi-billâh olur. O sessiz, sâkin ve dikkat kesilmiştir, kalbine
gelen hitâbı dinlemektedir. Onun yanında dâİmâ bir konuşan vardır. O daimi bir suskunluk ve ferah içerisindedir.

Allâh’ım! Bize kurbİyetinin lezzetini tattır. Sana güzel duâlar etmeyi, seninle sevinmeyi nasip et. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellikler ver ve cehennem âzabınndan bizi koru.”8

1 Bk. Aclûni, Keş’ül -hafâ. 1/108 (no: 340).
2 Sâd Sûresi, s. 47.
3 Zâriyât, 51/17-18.
4 Ahmed b. Hanbel el-Müsned, “Zühd” hadis no: 194.
5 Zebîdî, İthâfü’s-sâde, X/393, Lübnan-tsz.
6 Buhârî, es-Sahih, “Fazâilü’s-Sahâbe” hadîs no: 3584.
7 Haşr, 59/7.
8 Bakara, 2/201.

Abdülkadir Kadir Geylani Cilau’l Hatır Yolun Esasları Gelenek Kitaplılığı Sayfa: 73…76

Yayınevinin izni alınmak suretiyle sitemize kismi olarak sohbetler konulmuştur.

ZİKİR (CENÂB-I HAKK’I UNUTMAMAK)

indir_33.jpg

Cilau’l Hatır

Abdülkâdir Geylanî (K.S)

Ey cemâat! Rabbimize ibâdetinizi artırın, uzatın, çünkü O kendisine samimiyetle, çokça ibâdet edenleri övmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Kulun Rabbi için namaz kılarken kıyâmı uzadığında, kurumuş yaprakların şiddetli rüzgârın estiği günde ağaçtan yere serpildiği gibi günahları kendisinden dökülür.”1 Kul, Allâh’a itâatinde ne kadar samîmi olursa günahları o derecede zâhirinden ve bâtınından dökülür. Kalbi nurlanır. Sırrı safa bulur.

Ey oğul! Sahih ol ki, fasih olasın. Halvetinde sahih ol ki, celvetinde fasih olasın. Dünyâda sahih olursan, âhirette Allâh’ın huzûrunda konuşmada fasih olursun. Şefaat eder ve şefaat edilirsin. Seni yarattıklanndan istediğine kendi izni ve emriyle şefaatçi kılar. Senin başkalarına şefaat etmeni sana bir ikram Olsun diye ve indindeki değerini göstermek açısından kabul eder. Rabbin ile arandaki işlerde sahih ol ki, halkını eğitmede fasih olasın. Halka bir terbiyeci, bir öğretici olasm.

Yazık sana! Bu makamda oturuyorsun, İnsanlara vaaz ediyorsun ve sonra da onlarla berâber gülüyorsun, komik fıkralar anlatıyorsun; zaran yok, ne sen felah bulursun, ne de onIar! Vâiz bir ilim öğreticisidir, bir edep öğreticisidir, vâiz bir öğretmen ve bir eğitmendir. Dinleyiciler çocuk gibidir. Çocuklar kendilerine sert davranılırsa, asık surat gösterilirse öğrenirler. Ama onlardan çok az kimse de vardır ki, Allâhü Teâlâ’nın kendilerine bir mevhibesi(bağışı) olarak bunun tersi metotla öğrenirler.

Ey sûfiler! Dünyâ fânidir. Dünyâ ayak bağı, hüzün, sıkıntı ve Rabbinize bir perdedir. Ona baş gözlerinizle değil, kalp gözlerinizle bakın. Kalp gözü mânâya bakar, baş gözü ise sûrete bakar. Mü’min her şeyiyle Allâhü Teâlâ içindir, onda halk için bir zerre dahi olamaz. O zâhiriyle de, bâtınıyla da O’nunla beraberdir. Hareketi O’nadır, sükûnu O’nun içindir. Ancak O’nunla hareket eder, ancak O’nunla sükûn eder. Mü’min O’ndandır, O’nunladır, O’nun içindir. Mü’minin kısmeti, o habersiz olduğu halde gelir ve onun kapısını bulur. Ona gelir ve onun hizmetini bekler. Sizin ise bütün meşguliyetiniz kısmetinizin sırtına atlamak ve ona karşı haris ormak. Ölümü ve sonrasını unuttunuz. Cenâb-ı Hakk’ı unuttunuz. O’nu sırtınızın arkasına attınrz. O’dan yüzçevirdiniz ve dünyâya, halka ve sebeplere sanldınız. Sizden pek çok kimse dünyâya ve dirheme tapıyor. Hâlık’a ve Rezzâk’a kulluğu terkediyor. Bütün bu hastalıklar nefislerinizdendir. Onu, kuru yiyeceklere ve bir yudum suya râzı olup, ondan emin oluncaya kadar mücâhede
hapishanesinde hapsetmeli ve gıdalarından mahrum bırakmalısınız. Bunlar bile onun zevkleridir. Eğer onu türlü zevkleriyle beslerseniz o zaman sizi de yer. Tıpkı şu sözdeki gibi olur: “Köpeğini beslersen seni yer.” Allâhü Teâlâ onun hakkında: “Muhakkakki, nefis kötülüğü emredicidir, Rabbimin merhamet ettigi mustesna”1 diye buyurmuşken, nefisten ne hayır beklenir?

Ey sûfîler! Hakk’ı hatırlayın ve zikredin, Zirâ ancak “lüb” (gönül) sâhipleri O’nu hatırlar. Sûfiler gönül sâhibidirler. Onlar dünyâyı anlamışlardır da, ona karşı zâhid olmuşlardır. Sonra da âhireti anlamışlar ve ona dalmışlardır, tâ ki, âhiret ağaçları onlar için bitmiş, büyümüştür. Âhiretin nehirleri onlar için akmıştır. Uyku hâlinde olsun, uyanıklık hâlinde okun onda yer edinmişlerdir, Cenâb-ı Hakk’ın mubabbeti onlara gelince, âhiretten kalkmışlar, oradan sefer etmişler ve oradan göçmüşlerdir. Kalplerini kuvvetlendirip, Rablerinin kapısına doğru yönelmişlerdir. Başka bir şey değil, sâdece O’nun nzâsını umanlardan olmuşlardır. Bu topluluğu tebrik edin. Onlara karşı samîmî olun. Onlara hizmet edin. Onları iyi tanıyın. Onlann sohbetinde edepli olun.

Allâh’ım! Bizi her hâlimizde, sana ve sâlih kulanna karşı güzel edeple nzıklandır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”3

1 Bk.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/179.
2 Yûsuf, 12/53.
3 Bakara, 2/201.

Abdülkadir Kadir Geylani Cilau’l Hatır Yolun Esasları Gelenek Kitaplılığı Sayfa: 95…96

Yayınevinin izni alınmak suretiyle sitemize kismi olarak sohbetler konulmuştur.